18 Eylül 2010 Cumartesi

MAİ VE SİYAH


MAİ VE SİYAH


Yazarı: Halid Ziya Uşaklıgil


Yayınevi:Özgür Yayınları


Basım Yılı:Servet'i Fünun dergisinde yazı dizisi halinde 1896,

Özgür Yayınlarında 12.Basım 2009


Sayfa Sayısı:400



İçim karardı.


Türk klasikleri neden böyle? Ezik karakterler, kavuşamayan aşıklar, acınası hayatlar...Böyle dramatik olaylar olmadan roman olmaz mı?


Çok tedirgin bir şekilde okudum kitabı. Bir matbaada çalışan ve tek hayali şiirlerini basmak olan Ahmet Cemil'in başına her an kötü birşey gelecekmiş gibi. Yazar nasıl becermiş kelimelerine o havayı vermeyi, bravo. Her satırda hissettim o bir aksilik çıkacağı endişesini.


Bu tedirginlik ve endişeye rağmen, beni karamsar bir haleti ruhiyeye sokmasına rağmen merak etmeden de duramadım.


Acaba Ahmet Cemil, eserini basabilecek mi?

Lamia'ya olan aşkını söyleyebilecek mi?

Kızkardeşinin Vehbi Bey ile evlenmesi doğru olacak mı?


''Az Sonra'' diye höyküren hayali bir ''dannn!'' sesi duydum her sayfada.


Vehbi Bey demişken. Bu damadın, hayatlarına girmesiyle Ahmet Cemil'in hayatı altüst oluyor. Tıpkı Yaprak Dökümü'nde Ferhunde'nin Ali Rıza Bey ve ailesinin hayatını mahvetmesi gibi. Demek ki neymiş, evimize iç güveysi ve/veya iç gelini almamalıymışız.


Yayınevi, kitabın dilini bugüne uyarlamaya ve böylece gençlerin daha iyi anlamasını sağlamaya çalışırken eski kelimelerin yanına parantez içinde günümüz Türkçesindeki karşılıklarını yazmış. Bu durum okuma akıcılığını biraz engellese de çok problem değil. Yalnız günümüz gençliği valide,hissiyat, tabiat gibi kelimeleri de bilmiyor gibi bunların yanına da parantez içinde ana, duygu,doğa gibi karşılıklarını yazmışlar.


Ancak tabi bazı eski kelimelerin gerçekten bugün kullanılırlığı yok. Ama hemdem (uyumlu), demdar (arkadaş), heyula (hayalet), incila (parlayış), hodgam (bencil) gibi söylenişi kulağa çok hoş gelen kelimeler bugün de kullanılsa hiç de fena olmazmış hani.

EYLÜL ÜNİVERSİTESİ


EYLÜL ÜNİVERSİTESİ


Yazarı: Prof.Dr.M.Tahir Hatiboğlu


Yayınevi: Selvi Yayınları


Basım Yılı:1.Bası-Şubat 1990


Sayfa Sayısı:367



Prof. Dr Tahir Hatiboğlu'nun Cumhuriyet gazetesindeki yazılarından derlediği, tee 1990 basımı kitap.


Önsözde ''Eylül üniversitesi'', Yök üniversitesi ya da 12 eylül dönemiyle yeniden biçimlendirilen üniversitenin adıdır deniyor.


Yeni hazırlanan Yök yasasına karşı Hatiboğlu, veriyor veriştiriyor.


İhsan Doğramacı'yı yerden yere vuruyor.


Üniversitelerdeki eğitimi haklı olarak yetersiz buluyor ve eleştiriyor.Mesela diyor ki:''...Üniversiteler ya tek tip insan ya da üretken, yaratıcı , düşünen, özgür insan yetiştirecektir. İkincisi yeğlenecek ise Yök'e hayır...''


''Yök'e Hayır''...20 yıllık bir isyan. Bugün de hala ''Yök'e hayır'' diyoruz, ama kimse duymuyor. Mevcut iktidar da (AKP) bir zamanlar bu sese destek çıkardı ama nasıl olsa artık orada da kendi varlıklarını hakim kılınca bu sesi onlardan duyamaz olduk.


''...Öğrenci, gençlik dönemini yaşayamaz duruma getirilmiştir.Ayrıca güncel, toplumsal, siyasal ve bilimsel olayları izleyememektedir. Kişilik geliştirici, bilgisini tamamlayıcı ve sosyal etkinliklerden uzak tutulmaktadır. Bununla yeni bir öğrenci tipi yaratılmak istenmektedir. Bu tip boğuk, stresli, ezik, heyecansız, cansız ve cesaretsiz bir insan tipidir...''


''...Yök sayesinde sınav, uyutma ve uyuşturmada kullanılan ilaç olmuştur...'' Gel de bu söze 20 yıl öncesinin lafı de.


Bugün hala konuştuğumuz kimi konular, o yıllarda da aynıymış: ''...Cumhurbaşkanına ve başbakana kalırsa her ilde bir üniversite açılmalıdır. (hatırlatırım, yıl: 1989)...Çok kentte üniversite değil, az kentte üniversite olmalıdır. Güçleri dağıtmadan belli merkezlerde toplamalıdır. Belli kentler üniversite kenti olarak seçilmelidir. Dışta olan fakültelerde eğitimin yürümediği görüldü. Bırakın öğretim üyesini, dekanı bile gitmiyor, gitmiş görünüyor sadece....''


''...Üniversite aslında bir ya da birkaç bina ile geçici öğretim üyesi ile kurulamaz. Önce kadrosu hazırlanır. Labaratuvarı, kütüphanesi ve başka türlü olanakları oluşturulur. Bir de hakiki bir toplumsal düzey ve ortam ister. Her yerde üniversite kurulamaz. Bizim şimdi üniversitelerimizin bir bölümü kurulmuş oldukları yerlerde, kurulmuş oldukları çevreyle tamamen yabancılaşmış durumdadır. ( hatırlatayım, yıl: 1982)''


Ve tam da bugün olduğu gibi 1984'de de:''...Bu koşulların öğrencisi not tutmaya alışıktır. O nedenle meslek kitaplarını bile almaz. Kendinin veya arkadaşının tuttuğu 5-10 sayfalık not, yaşam için yeterlidir. Not tutmadığında imdadına fotokopici yetişiyor. Köşe başındaki fotokopiciye sayfasına beş lira verdi mi, işler tamamdır. Bu şekilde oluşan fotokopici gençlik kitaba karşı soğuktur, ilgisizdir. Anlama, yorma, araştırma, arama diye bir iş bilmez. Kopyasını aldığı 10 sayfalık notu ezberlemesi yeterli.


...Oysa üniversitenin ereği bu değildir. Üniversite ezberliği seçen bir kurum olamaz. Üniversite, aramayı, bulmayı, taramayı öğretir, kitap ve dergi sevgisi aşılar, yorum yaptırır, düşündürür, yaratıcı insan yetiştirir.


...Meslek kitabını almayan bir öğrenci diğer kitaplara daha az ilgi duyar.


...Öğrenci sayısı iki katına çıktığı halde kitap satışı eskisinin yarısına düşmüştür. Bunun pahalılık sonucu olduğunu düşünenler olabilir ; ancak bilim ve ders kitaplarında bu etkinin gücü her zaman zayıftır...''


Ne güzel, ne doğru söylemiş. Hem de 30 yıl önce söylemiş. 30 yıl. yazıyla ottuz yıl.evet çift ''t''ile. Ottuz yıl.


''...Ösym sınavının en önemli özelliği öteden beri ayrı yerlerde yarışanların, aynı yerde yarışa girmeleridir. Normal liseler, meslek liseleri, anadolu liseleri, özel liseler ve fen liseleri çıkışlılar ortak bir yarışlıkta yarışırlar...'' (1983)


Bir de yine o yıllarda da bir ''irtica geliyor'' sanrısı ''...Ülkede bir türban olayı çıktı. Laiklik yok edilmek üzere. Nerede ise kadınlarımız, kızlarımız peçe takacak. (1989)


Kadınlarımız bir peçe takamadı gitti. Taksalar da şu sanal irtica korkusundaki insanlarımız bir sussa, rahatlasa artık. Tövbe tövbe.


Bunun dışında kitap Yök, sınavlar, eğitim gibi konularda çok doğru tespitler içeriyor. Gerçi kitap eski ama muhabbetler aynı.Yahu bir ülkede 30 yıldır mı aynı muhabbet döner?


Dilerim 30 yıl sonra da hala bunları konuşuyor olmayız.

BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR


BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR


Yazarı: Bülent Ecevit


Yayınevi:Tekin Yayınevi


Basım Yılı:1.Basım 1968, 4.Basım 1975


Sayfa Sayısı:269



Kitap, Süleyman Demirel'in başbakan ve Adalet Partisi başkanı olduğu dönemde hazırlanan Bütçe tasarısını eleştiriyor.

1968 Bütçesinde 1975 yılına kadar ülkenin dış yardıma muhtaç olmaktan kurtulacağı hedefi konmuş ama bu hedef tutmamış tabi. Milli gelirin artacağı hedefi gibi.

Eleştirilerini rakamlarla destekleyen Ecevit, Devlet Planlama Teşkilatı'nn resmi raporlarından örnek vermiş: ''...Türkiye nüfusunu düşük gelirli yüzde 80'i, milli gelirden yüzde 43 pay alırken yüksek gelirli yüzde 20'si, milli gelirden yüzde 57 pay almaktadır.
Milli gelirden yarının altında pay alan , düşük gelirli yüzde 80 nüfus ise , Türkiye'nin en çok çalışan , en çok yorulan, milli gelir artışına en çok katkıda bulunan insanlarından, köylü ve işçisinden esnafından, memur , subay ve öğretmeninden meydana gelmektedir...''
sf 46.

Gerçi aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bu rakamların hala en azından oran olarak varlığını sürdürmediğini iddia edemiyoruz.

Enflasyonun, hayat pahalılığının arttığından da yakınan Ecevit ''...Dar gelirli vatandaşlar acaba sayın Başbakan'ın vaktiyle söylediği 'pahalılık sıhhat alametidir.' sözünü hatırlayıp avunabilecekler midir?..'' demiştir ki insanın ''laf ola beri gele'' diyesi geliyor.

Adalet Partisi'nin vakti zamanında bunun gibi acayip lafları, vaatleri olmuş. Misal '' Her şoföre bir vasıta'' gibi Ecevit'in tabiriyle '' fantazi niteliğinde, ciddiyetten uzak vaatler'' ( sf 25)

Tarıma, çiftçiye, köylüye yeterince destek verilmediğinden yakınan Ecevit, köylüler arasında kooperatifleşmenin önlenmesi için dile getirilen ''...Bulgaristan'da kooperatifçilik var. Bulgaristan komünist. Öyleyse, köylü kooperatifleştiği takdirde biz de Bulgaristan gibi komnist oluruz.'' zırvasını eleştiriyor haklı olarak ''...Böyle bir mantık şu noktaya kadar götürülebilir. Bulgaristan'da güneş doğudan doğar. Bulgaristan komünisttir. Öyleyse güneşin doğudan doğduğu her ülke komünisttir.'' sf 109

Toprak reformuna şiddetle karşı çıkan bir büyük toprak ağasının , köylünün, çiftçinin haklarını koruyacak en büyük kuruluşun, Türkiye Ziraat Odaları Birliğinin genel başkanı olmasını da eleştiriyor ve bu zatın biriliğin 9 Şubat 1968'deki genel kurul toplantısında ''Türkiye'de her vatandaşın yılda ortalama 250 kilo ekmek yemesi bir lükstür, israftır. Halbuki öteki ülkelerde bu miktar çok düşüktür. Ekmekten yapacağımız tasarrufla memleketimize önemli sayılabilecek döviz getirebiliriz.'' sf 176. demesini yerden yere vuruyor. ''...Zenginlerin lüksünden, asıl döviz kaybına sebep olan lükslerinden en küçük ölçüde bir kısıntı yapılmaya kalkışıldığı vakit, Türkiye'de servet düşmanlığından komünizme yol açıldığından söz edilir. Ama fakirin lüksü olan ekmeğe kolaylıkla el uzatılır...''

İşte böyle Demirel iktidarının memleketi nasıl batırdığını, paraları nasıl çar çur ettiğini, kendi ceplerini doldururken halkın cebini nasıl boşalttığını anlatan bir yergi kitabı.


Al bugün oku, hiç demezsin ''Vay be o zamanlar demek böyleymiş'' diye. Zerre şaşırmazsın. Bu kitabın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen yapılan tespitlerin güzel ve yalnız ülkemiz için hala geçerli olmasına üzülüyorum.

DÜNYANIN DEĞİŞİMİ VE ERBAKAN DEVRİMİ


DÜNYANIN DEĞİŞİMİ VE ERBAKAN DEVRİMİ


Yazarı: Ahmet Akgül


Yayınevi:Bilge Karınca Yayınları


Basım Yılı:1. Basım- Aralık 2007


Sayfa Sayısı: 619



Aşırı deredece yanlı, tamamen propoganda maksatlı bir Erbakan güncesi.

Ahmet Akgül, Erbakan'a olan taparcasına sevgisini her sayfada hissettirmiş.Örneğin; sf 72 ''...Yıllardır gaflet ve hıyanet bulutlarının ve cehalet karanlığının arkasında saklanan hakikat güneşi, yeniden milletimizin üzerine doğmaya başlıyor ve bir din yıldızı ( Necmeddin) giderek parlıyordu...''

Dalkavuklukta hat safhaya varan cümleler okurken insanı güldürmüyor değil. '' ...Erbakan hocamız gibi mükemmel bir lider başımızdayken, oturup yeni lider arayışına girişenlerin ya aklı noksandır, ya ahlakı hamdır...'' sf 170

Bir de Erbakan'a hitabeden ve sanırım gözyaşlarıyla kaleme alınmış şu satırlar:''...Hiçbir şeyin tadı tuzu olmuyor Sen'siz...Sen'siz meclis monoton ve sakin...Sen'siz siyaset alımsız ve ahenksiz...Sen'siz sohbetler ve seminerler zevksiz...Seninle uğraşanlar hem sorumsuz, hem seviyesiz...Velhasıl sensiz herşey yavan ve sevimsiz...'' sf 476

Erbakan bile bence rahatsız olmuştur bu kadar pohpohlanmaktan, ki yazar Erbakan'ın mütevazi, alçakgönüllü bir insan olduğundan bahsediyor sık sık.

Erbakan'ın eğitim hayatı ve siyaset sahnesine çıkışı ile başlıyor kitap. Çok başarılı bir öğrencililk dönemi yaşayan Erbakan, profösörlüğe kadar uzanmış, çeşitli kitaplar yazmış ve bir o kadar da çeviri yapmış.

Yerli sanayinin gelişmesi için canla başla çalışmış ve Türkiye'nin ilk yerli motor fabrikası olan ''Gümüş Motorları''nı kurmuş. Böylece motor fiyatlarında ciddi düşüşler sağlanmış.

Yazarın söylediğine göre ilk yerli otomobil olan Devrim Arabaları'nı da Erbakan yapmış. ''...1960 yılında Ankara'da yapılan Sanayi Kongresi'nde Erbakan 'Türkiye'nin kendi otomobilini yapabileceği' fikrini ortaya attı. Asker yöneticileri, Eskişehir Demiryolları CER Fabrikası'nı Hoca'nın emrine verdiler. Erbakan burada 'Devrim' adı verilen ilk yerli otomobili yaptı...''sf 76


Tabi bu kitap yazıldığı sırada Devrim Arabaları filminin henüz yayınlanmadığını da hatırlatalım. Filmde Erbakan'dan bahsedildiğini de hiç hatırlamıyorum ben.

Kitap 2007 seçimlerinden önce kaleme alındığı için AKP'nin bir daha iktidara gelmemesinin gereklerine, Saadet Partisi'nin gelmesi gerekliliğine değinilmiş. Hatta seçim sonuçları için ''...Önümüzdeki yıllar yepyeni baharların ve yepyeni başlangıçların tarihi olacaktır. Büyük bir sandık ihtilaliyle, Milli Görüş tek başına iktidar koltuğuna oturacaktır...'' (sf 355) öngörüsünde bulunulmuş. Yazık, yıkıcı bir hayalkırıklığı olmuş olmalı.

Bol bol masonların melanetlerinden, Avrupa ülkelerinin zalımlığından yakınılmış; iç dinamiklerimiz ve iman kuvvetimizle yenemeyeceğimiz şey olmadığından dem vurulmuş.


Ben Erbakan olsam kitaplığıma bile koymayacağım bir kitap olurdu bu.

11 Eylül 2010 Cumartesi

MAHREM


MAHREM


Yazarı: Elif Şafak


Yayınevi:Metis Yayınları


Basım Yılı:İlk Basım 2000, 10.Basım 2006


Sayfa Sayısı:229



Hem günümüzden hem de yüzyıllar öncesinden öykülerle sentezlenen komplike bir roman. Adeta bir yılan gibi. Kuyruğu sonra başa ulaşıyor.


Şişman, çok şişman bir kadın vardır ana eksende. Ne yaparsa yapsın artık zayıflayamayacağına kanaat getirmiş, kilolarıyla yaşamaya çalışan fakat dışarıdaki güzelliklerden uzak duran bir kadındır o. Dışarıda insanların seyirlik malzemesi olmaktan rahatsızlık duyar. Görünüşü nedeniyle kimseyi sevemeyeceği, kimsenin de onu sevemeyeceğin düşündüğü bir zamanda Be-Ce ile tanışır. Onun da son derece kısa boylu olması nedeniyle uzun, iri, şişman bir kadın ve zayıf, cüce bir erkeğin sevgililiği dışarıda rahatsız bakışlara maruz kalmalarına yol açar.


Kitapta normal insanlar ile aşırı güzellikleri ve aşırı çirkinlikleriyle bir sirk çadırında görsel malzeme olarak kullanılan yüzyıllar öncesinden gelen örnekler vardır.Tüm bu insanlar bir romanın sayfalarında birbirlerinin hayatlarına bulaşmadan ortak noktalarının öne çıkardığı görsellikleriyle var olmaya çalışır.Var mı dedim. Belki de yoklar. Belki de hiç olmadılar.


AKP GERÇEĞİ VE LAİK DARBE FİYASKOSU


AKP GERÇEĞİ VE LAİK DARBE FİYASKOSU


Yazarı: Osman Ulagay


Yayınevi: Doğan Kitap


Basım Yılı: 7.Baskı- Mart 2008


Sayfa Sayısı: 140



22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesi ve sonrasına dair mantıklı analizler içeren bir kitap.


O dönem ortalıkta akıl tutulması yaşayan ve bu nedenle sağlıklı düşünme yetilerini kaybetmiş fanatiklerin cirit atması nedeniyle gazetedeki yazılarına ara vermeyi tercih eden Osman Ulagay, içinde biriktirdiklerini bu kitapta toplamış.


Hatırlayacaksınız, Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra haberleri gündemdeydi. Toplumun ''laik kesim'' ve ''AKP yandaşları'' olarak ikiye ayrıldığı ve laik kesimin rejimin tehlikeye girdiği inancıyla içine düştüğü sıkıntılar vardı. Farkedemedikleri asıl çözüm, beğenmedikleri AKP'ye bir alternatif yaratabilmekti. Fakat bunun yerine tüm enerjilerini AKP'ye saldırarak harcadılar. Bunun için harcadıkları emeği ve zamanı, AKP'nin yükselişinin ardında yatan nedenleri araştırmakla geçirselerdi, 22 Temmuz'dan önce halkın çeşitli kesimlerinden geniş bir katılımla gerçekleşen Cumhuriyet mitinglerinin getirdiği hava ile AKP'yi devirdiklerini sanmayacaklar, seçimde büyük bir hayal kırıklığına uğramayacaklardı.


Seçim sonrasında yaşananlar da oldukça gülünçtü. Sanki CHP, bu süreçte çok bilinçli, mantıklı davrandı, halkın ihtiyaçlarına karşılık verdi, geleceğe dair inandırıcı vaatlerde bulunudu da halk anlamadı. Halk, ''bidon kafalı'' oldu, ''göbeğini kaşıyan adam'' oldu.


Çok güzel bir soru sormuş Osman Ulagay. ''AKP neden Türkiye'nin her yerine gidebilen tek parti? CHP-MHP neden gidemiyor bu bölgelere?''


Ve yine onun tabiriyle ''Seçim yenilgilerinin gediklisi olan CHP'de sorumluluğu kimse üstlenmez. CHP'nin başarısızlığı hep kendi dışındaki etmenlerle açıklanır. Bu kendini temize çıkarma ve CHP'ye umut bağlamış olanları avutma sürecinin sonunda da 'kurtar bizi atam' noktasına gelinir, Anıtkabir'e sığınılır.'' (sf 58)


Ülkenin iyi eğitim görmüş, yüzü batıya dönük, kültürlü, entelektüel kesimindeki statükocu zihniyete üzüldüğü her satırda belli olan yazar, kendini solda sayan partilerin, AKP gelişirken ne yaptığını şu şekilde derlemiş:


''-Değişimi reddedip mevcut düzenin savunuculuğunu üstlendi.


-Değişen dünyanın ve Türkiye'nin gerçeklerini dikkate alarak düzenin mağdurları için yeni politikalar ve çözümler üretemedi.


-Tarihsel büyük korkuyu günümüze taşıdı, toplumun geniş bir kesimini gerici diye niteleyerek dışladı ve kendi toplumsal tabanını daralttı.


-Lider sultasına karşı çıkmayarak başarısız liderlerin görevde kalmasına göz yumdu, kadrolarını yenileyemedi.


-Siyasal İslam'ın yaptığını yapamadı, kendi içinden solu dönüştürecek bir kadro çıkaramadı.


-Toplumdaki desteğini kaybettiği için antidemokratik yollarla iktidara gelmenin yollarını aramaya başladı. ''(sf 78)


Bir genel seçimi daha Akp'nin başarısı ve CHP'nin yenilgisiyle geçirdik. Şimdi önümüzdeki seçimlere bakma zamanı.

MAHALLE BASKISI VAR MI YOK MU?


MAHALLE BASKISI VAR MI YOK MU?


Yazarı: Ruşen Çakır , İrfan Bozan


Yayınevi: Doğan Kitap


Basım Yılı: 2. Baskı 2009


Sayfa Sayısı: 190



Ruşen Çakır'ın epey ekmek yediği bir konu oldu bu mahalle baskısı. Adam sırf bununla ilgili iki kitap yazdı.Daha doğrusu hazırladı ya da derledi.


''mahalle Baskısı'' adlı ilk kitapta Şerif Mardin'in açıklamalarıyla başlamış, sonra bunun aydın çevrede oluşturduğu izlenimlerden bir derleme oluşturmuştu.


Bu kitapta da devamla ''Nerede kalmıştık?'' diyor.


Yine yazarlar, akademisyenler konu ile ilgili beyanatlarda bulunmuşlar.


Benim ilgimi daha önce çekmeyen ama bu çevrenin pek dikkatini çekmiş bir tespit var. Artık otobüslerde yaşlı olmadığı halde kapalı olan kadınlara, yaşlı ama başı açık kadınlara nazaran daha çok yer veriliyormuş. Bütün bu akademisyen ve köşe yazarı camiası da hergün İett kullandığı için(!) biliyorlar tabi. Hepsi ağız birliği etmişçesine bunu söylemiş ki, çok güldüm. Ben ki istanbul'un her türlü toplu taşıma aracını aktif bir şekilde kullanan bir insan olarak hiç böyle bir gözlemde bulunmamıştım.


Bunun dışında alevilik, Fethullah Gülen cemaati, içki, kadınlar gibi konular hakkında da söz konusu kişilerin görüşleri mevcut kitapta.

MAHALLE BASKISI


MAHALLE BASKISI


Prof. Dr. Şerif Mardin'in Tezlerinden Hareketle Türkiye'de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi

Hazırlayan: Ruşen Çakır

Yayınevi : Doğan Kitap- 1.Baskı- Eylül 2008


Basım Yılı: 1.Baskı- Eylül 2008


Sayfa Sayısı: 185



Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan ve tartışılan konularından biriydi bu ''mahalle baskısı'' kavramı.


2007’de Washington’da Şerif Mardin, kendisiyle röportaj yapan Ruşen Çakır’a ‘’Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.Bu havanın AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşadığına inanıyorum. Dolayısıyla bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa o zaman AKP de bu havaya boyun eğmek zorunda kalacaktır. ‘’ dedi. (sf 23)


Dedi ve sonra kendisinin bile çok şaşıracağı bir şekilde bu kavram tartışıldı, hemen hemen her köşe yazarı tarafından dile getirildi.


İşte kitap bu röportajın ardından meydana gelen yankılara yer vermiş. Köşe yazarlarının konu hakkındaki görüşlerini derlemiş.


Kitabı okurken sanki Google’da ‘’mahalle baskısı’’ yazmışsınız da , çıkanları okuyormuşsunuz gibi oluyor.


Şerif Mardin’in söyledikleriyle alakalı alakasız pek çok yorumun ardından Ruşen Çakır, Şerif Mardin’le tekrar bir söyleşi hazırlıyor. Mardin’in evinde yapılan ve Mardin’in ‘’Cumhuriyetin ideolojisi aslında karşı çıkma üzerine kuruludur. Benim kuşağımın en önemli ideolojisi antiemperyalizmdi. Yani bize hep karşı çıkma öğretildi. Ne istediğimiz önemli değildi. Sonuçta çok ilginç bir çelişki çıktı ortaya: Batı’yı seveceksin ama onun sana yaptığı kötülükleri de her an kafanda taşıyacaksın.’’ (sf 92) dediği söyleşi ilkinin aksine hiç dillendirilmedi.


Mahalle baskısı kavramının yankıları sürmekte iken Ruşen Çakır öncülüğünde ‘’Mahalle Baskısı Ne Demek İstedim’’ toplantısı düzenleniyor. Şerif Mardin ve beş katılımcının daha olduğu halka açık tartışmada Mardin, mahalle baskısını biraz daha açıyor. Bunu yaparken bambaşka bir tartışma konusu daha çıkıyor.Özetle; ‘’…Mahalle hem şahıslardan meydana gelen , hem bir bütün olarak meydana gelen bir unsur. Kitaplarımızın izah etmesi gereken nokta bir mahallenin nasıl bir kolektif yapıya sahip olduğu ve aynı zamanda nasıl tek tek şahıslardan meydana geldiği ve nasıl birlikte ortaya çıktığı.Bu işin kültürle ve kültür üzerine çalışmış kimselerle bir ilişkisi olduğu görülüyor. Bunlar Durkheim, Weber gibi kimseler…’’ sf 100


‘’…Bir topluluğun kurulması için değerler, değerlerin paylaşılması lazım. Herhangi bir topluluğun çalışabilmesi için bu değerlerin içinde özel bir değer tipi olması lazım. O değer tipi iyi, doğru ve güzel hakkındaki düşüncelerdir…Ancak Cumhuriyette iyi, doğru ve güzel hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Avrupa’da bu konuda onbinlerce sayfa yazı yazılmış.Bizim cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinlemesine araştıralım diye bir şey yok…’’


''…Mahallenin içinde cami var, caminin imamı var, imamın okuduğu kitaplar var, tekke var, tarikat var.Külliyeler var, esnaf var. Cumhuriyette buna şöyle bir rakip geldi. Öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı ondan sonra ve cumhuriyetin öğretmenle beraber getirmiş olduğu bütün bir inşa var. Uzun vadede bu iki inşanın birbiriyle rekabetinde bir tanesinin kaybettiğini görüyoruz. Kim kaybetti? Öğretmen kaybetti…’’ sf 102


Bu tartışmadan da bu kez ‘’Cami, imam, imamın okuduğu kitaplar ve tekkelerden oluşan mahalle; cumhuriyeti temsil eden okul ve öğretmenden oluşan yapıyı zaman içinde yendi.’’ (Fikret Bila-Milliyet) yorumları alıp başını gidiyor.


''Bununla beraber saflar değişiyor. İlkin ‘dindarlar toplumun diğer kesimlerine baskı uygulayabilir’ diyen Prof. Mardin vardı. Bu seferse daha çok ‘esas baskı dindarlara uygulanıyor.’ Diyen Prof. Mardin var.Sonuç olarak, Türkiye’nin bir ara epeyce üzerinde durduğu bir tartışmalar dönemi geçirilmiş oldu.’’


''…Mahalle baskısını Türkiye’de tartışırken , aslında İslam’ı, İslamcılığı, İslami hareketi, laikliği, laikliği bir yaşam tarzı olarak benimsemiş kişilerle daha muhafazakar kişiler ya da gruplar arasındaki doku uyuşmazlığını ve gerilimleri tartıştık...’’


Artık bu muhabbetler de, bir dönemi meşgul etmiş bir konu/kavram olarak tarihimizdeki yerini aldı bile.

EPİLEPSİ İLE ORGAZM


EPİLEPSİ İLE ORGAZM


Yazarı: Yalçın Küçük


Yayınevi: Arkadaş Yayınevi


Basım Yılı: 2008



Recep Tayip Erdoğan’ın sara hastası olduğunu iddia eden Yalçın Küçük kitabı.


Yıllar önce R.T.Erdoğan, Mercedes’in içinde kilitli kalmıştı. Hatırlayacaksınız. ''Balyoz krizi'' olarak adlandırılmıştı haberlerde. Korumaları balyozla Mercedes’in camlarını kırmaya çalıştığı için.İşte buradan hareketle Yalçın Küçük, Erdoğan’ın sara hastası olduğunu ve esasında o sırada arabada sara nöbeti geçirdiğini, ama bunun arabanın içinde kilitli kaldığı şeklinde basına yansıtıldığını anlatıyor. Bu tezini kuvvetlendirmek için de Erdoğan’ın hiç devlet hastanesine gitmediğini, kendi çevresinde durumu bilen doktorlara göründüğünü belirtiyor.


Hastalığın belirtilerinden olan gereksiz yere ve birdenbire kızmak, küfürbazlık gibi özelliklerin başbakanda sıkça görüldüğünü söylüyor.‘’…Saralılar yaptıklarının ve söylediklerinin bilincinde olmuyorlar. Bu nedenle eğer yaptıkları bir cinayet değilse ve sözde kalıyorsa, sık sık kendisi veya görevlendirdiği bir kimse tarafından düzeltilmesi gerekmektedir…’’ (sf 57)


Başbakanın, Abdullah Öcalan’a ‘sayın’ , şehitlere ‘kelle’, dönemin Genelkurmay başkanına ‘hoca’ demesini de buna yoruyor. O sırada başbakanın kendinde olmadığını, nerede olduğunu bilmediğini, başka bir boyutta olduğunu iddia ediyor.


Keza başbakanın bel fıtığı olduğunun da bir örtbas olduğunu belirtiyor. Sara hastası bir başbakan kamuoyunca hoş karşılanmaz ama bel fıtığı için böyle bir durum yok, diyor.


Tıbbi ve teknik terimlerle dolu kitabı okurken zaman zaman bir prospektüs okuduğum zannına kapıldım. Tıp ihtisası olmamasına rağmen Yalçın Küçük bu kitabı yazabilmek için epey çalışmış. Kendisini bu kitabı yazmak zorunda hissetmiş. Doktorların bunu yapmamasını ayıp bulmuş. ‘’…Bu çalışmayı bir başkası yapsaydı ve özellikle tıp dünyası bu kadar çok cinai falsifikasyona sessiz kalmasaydı, ben epilepsi’yi yazmaya mecbur kalmazdım. Dolayısıyla olabilecek eksikliklerden dolayı hiçbir özrüm yoktur…’’ (sf 30)


Bu kitabın üstüne, zamanında, Başbakanın domuz gribi aşısı hakkında ‘’Olmadım, olmayı düşünmüyorum.’’ demesi de acaba Yalçın Küçük’ün tezlerini doğruluyor muydu ne? Toplumda domuz gribi aşısının güvenilirliği konusunda bir endişe varken, Sağlık Bakanı bu endişeleri gidermek için kameralar karşısında aşı olmuşken, başbakanın halktaki bu endişeyi besleyecek nitelikte bir söylemde bulunması Yalçın Küçük’ün teorisini aklıma getirmişti.


Aman, bu Yalçın Küçük’ü her okuduğumda böyle oluyorum. Kafamı karıştırıyor bu adam.