25 Şubat 2011 Cuma

SİVAS 2 TEMMUZ 1993


2 TEMMUZ 1993

SİVAS


Yazarı: Soner Doğan


Yayınevi: Ekim Yayınları


Basım Yılı: 1.Baskı, Mart 2007


Sayfa Sayısı:280



Gazeteci Soner Doğan, aradan yaklaşık 20 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün bile tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulamayan o kanlı günü anlatıyor.

Bizzat o gün oradaymış. An be an olaylara tanık olmuş. Gazeteci kimliği de olayları takip etmesini daha olanaklı kılmış.


Pir Sultan Abdal Etkinlikleri esnasında başta herşey yolunda giderken, Aziz Nesin'in konuşmasından sonra ortalık karışmış. Bu konuşmanının tamamına kitabında yer veren yazar, sonrasında meydana gelen olayları da anlatıyor. Gerçi Aziz Nesin'in konuşması ilk etapta tepki uyandırmamış ama aradana birkaç gün geçince insanlar galeyana gelmiş. Ya da getirilmiş.


Yerel gazetelerin olayları kışkırttığı iddiası atılmış medyada ama kendisi de bir yerel gazetede çalışan yazar, o gün çıkan bütün yerel gazetelerin haberlerini yazmış kitapta. Kaldı ki zaten bir yerel gazetenin tirajı ne olabilir ki, halkı kışkırtsın?


Aslında direkt Madımak Oteli hedef alınmamış. Otelin etrafındaki araçlar ateşe verilmiş ilkin, buradan da otele sıçramış. Oteldekileri kurtarmak içinse ciddi bir süre hiçbir uğraş verilmediğni gözlüyoruz.


Olayların bu denli büyüyeceğini kimse kestirememiş. Dönemin Sivas valisi de ,tecrübesizliğinin kurbanı olup, kendisine olumsuz kanaat beslemesinler diye Ankara'daki yetkililere olayları olduğundan daha az önemli göstermeye çalışınca iş kontrolden çıkmış.


Olan pisi pisine ölen insanlara oldu yani.


Madımak Oteli'ninse hala müze olamaması ayrı bir üzüntü. Neyse ki en azından kamulaştırılabildi.

20 Şubat 2011 Pazar

GENÇLERLE BAŞBAŞA


GENÇLERLE BAŞBAŞA

Yazarı: Ali Fuad Başgil


Yayınevi: Yağmur Yayınları


Basım Yılı: 1. Baskı 1949, 37.Baskı Nisan 2005


Sayfa Sayısı: 96



Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil, gençlere adeta bir baba gibi tavsiyelerde bulunuyor.''Gerek kendi şahsın, gerek aziz ailen, büyük milletin ve cihanşümul insanlık için hayırlı ve faydalı bir surette yetişip muvaffak olmanın en esaslı şartlarını göstermeye başlıyorum'' diyor ve sıralıyor. ''Aman ha'' diyor, ''Tembellik etmeyin, kötü arkadaşlıklar edinmeyin. Bunlar muvaffakiyetin baş düşmanlarıdır.Kötü huylar edinmeyin. Verimli çalışın.'' falan.

Kitabın dili o kadar samimi ki, sanki her an Ali Fuad Başgil kitap sayfalarından fırlayacak ve karşısındaki gençlerin başlarını okşayarak ''He mi evladım? Hadi bakalım, Allah zihin açıklığı versin'' diyecek.


Bir de o kadar mütevazi ki, kitabının başında gençlere yok göstereceğini düşündüğü birkaç yerli ve yabancı eser sıraladıktan sonra ''
İtiraf edeyim ki bu kitap, yukarıda sıraladığım eserler gibi bir ihtisas kitabı değildir. Sadece fikri çalışma atölyesinin genç ve tecrübesiz çırakları için faydalı olabilecek bir rehberdir.''

Ali Fuat Başgil, gençliğinde bir Papaz'ın kendisine tavsiye ettiği kitaptan çok etkilenmiş, ''Keşke bu kitabı 18-19 yaşlarında okuyabilseydim'' demiş. Bundan yola çıkarak, o dönemde Türkiye'de gençlere hedeflerine ulaşmada ışık tutacak, onlara verimli çalışmanın yollarını gösterecek bir kitabın eksikliğini hissedip tecrübelerini ve tavsiyelerini yazmış.

Kitap o kadar çok tutmuş ki Ali Fuad Başgil 1960 yılında, 3.baskının önsözüne şunları yazmış:
''Bu eserciğin ikinci baskısı üzerinden henüz beş ay bile geçmeden nüshası kalmadı. Hergün artan talep karşısında yeniden gözden geçirmeye vakit bulamadan üçüncü baskısını veriyoruz. Bahtiyarız çünkü pek küçük olmasına rağmen ,eserimiz istenip aranmaktadır. Bir müellif için bundan büyük bahtiyarlık olamaz.'' Kitap öyle muazzam bir başyapıt değil. Zaten öyle bir iddiası da yok. Sadece bir baba nasihatı gibi. İyiniyetli, samimi, babacan, naif.

DARBE YARGISININ SONU


DARBE YARGISININ SONU

Karargah Yargısından Halkın Yargısına


Yazarı: Osman Can


Yayınevi: Timaş Yayınları


Basım Yılı: 1. Baskı Ağustos 2010, 4. Baskı Kasım 2010

Sayfa Sayısı: 181



Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can'ın Türkiye'deki yargı sisteminin dünden bugüne serüvenine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaştığı kitabı.

Türkiye'de siyasi tarih ve hukuk kültürünün inşasını Osmanlı'dan başlatıyor. Mahmut Esat Bozkurt'un katkılarıyla ''Misyoner'' yargının inşasından sözediyor.Bu noktada Mahmut Esat Bozkurt'u tanımımızı sağlıyor:


''.
.Hukuk doktorası için İsviçre'ye giden Bozkurt.., İsviçre Medeni Kanunu'nun birinci maddesi ile hakimlere yeni bir yasa koyucu yetkisinin verildiğini keşfetmiştir.Bunun ve bizim Medeni Kanunun birinci maddesinde şöyle der: 'Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa hakim,örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.' Yani uyuşmazlığı çözecek hakim, kanunun olmadığı bir yerde örf ve adete bakacak. Eğer o da yoksa bu durumda kendisini meclis yerine koyacak ve meclis olsaydı nasıl bir kanun çıkaracak idiyse,öyle bir kuralın var olduğunu düşünerek ona göre hareket ederek kararını verecek. Bu yargıya inanılmaz bir iktidar devridir ve inanılmaz bir yetki delegasyonudur...''sf 27

Bu kanun maddesini hiç bu açıdan düşünmemiştim. Bu noktada yazara hakveriyorum.


Aynı konu Alman Parlamentosunda da tartışılmış ve ''
Bu yasama yetkisidir. Yasama yetkisi halkın temsilcilerine aittir.Yargıya yasama yetkisi verilemez.'' gerekçesiyle reddedilmiş.sf 28

1920'lerle birlikte Mahmut Esat Bozkurt'un nüvesini oluşturduğu bir egemen hukuk geleneği olduğunu belirten yazar, İsviçre Medeni Kanununun da Türkiye'ye getiliş nedeninin Mahmut Esat Bozkurt'un zihniyetine uygun olması olduğunu söylüyor.Zaten M. Esat Bozkurt'un, adına ödüller verilen büyük bir hukukçuymuş gibi lanse edilmesinden de büyük rahatsızlık duyuyor.


Yine ilginç bulduğum bir başka konu da yazarın, Nazi zulmünden kaçan Yahudilere Türkiye'nin kucak açtığı söylemine getirdiği açıklama.

''.
..1933'ten sonra Türkiye'ye İsviçre'deki bir örgüt tarafından gelmesi sağlanan Yahudi bilim adamları, Osmanlı ile bağlarını koparmak isteyen kurucuların ve ideologların, üniversiteyi yeni baştan inşa etmenin fırsatı olarak görüldü...''.sf 40.

Yani öyle bir insancıllıkla, hümanistlikle ilgi yokmuş bunun.


Türkiye'de en güvenilir kurumun ordu olmasını da eleştiren yazar, bu tür anketlerin hazırlayıcılarının askerler olduğunu belirtip, bu anketleri yaptıran Genelkurmayın suç işlediğini belirtiyor. ''
Çünkü bu doğrudan doğruya demokrasiyi, toplumsal gündemi ve kamuoyunu yönlendirme ameliyesi dolayısıyla çok tehlikeli bir siyaset yapma aracıdır.'' sf 69

Yine sık sık dile getirilen bir muhabbet olan ''Hitler de demokratik bir seçimle geldi.''argümanına da ''1
933'te nasyonal sosyalizmin Avrupa'da iktidara gelmiş olmasının demokarsiye mal edilmesi, bilinçli olmasa dahi tarihsel, toplumsal ve ekonomik bilgisizlikle malul bir yaklaşımdır.'' diyerek karşı çıkıyor.

''Nasyonal sosyalizmi parlamento içerisinde çoğunluk haline getirecek birçok farklı unsur vardı''
diyerek bunları sıralıyor: silahlanmadan medet uman güçlü bir sermaye sınıfı, anti-semitizm gerçeği, Almanya'nın ekonomik olarak çökertilmesini hedefleyen Versailles anlaşmasının yarattığı travma, Alman ordusunun tasfiye edilen birliklerinin geçim derdi, milliyetçilik duyguları..vb.sf 83.

Türkiye'de bir yargıcın yetişme sürecini anlattığı 135.sayfanın, tüm hakim ve savcılara okutulması gerektiği kanaatindeyim.
Özetle Türkiye'deki yargıçların genelde alt-orta sınıf ve taşrada yaşayan ailelerden geldiklerini, söyleyen yazar şöyle devam ediyor: ''... Hukuk fakültesini kazanan çocuk bu defa hukuk eğitiminin zorluğu ve ekonomik yetersizlikler nedeniyle yeterli şekilde sosyalleşemez.Çocuk okulu bitirince çalışmak zorunda olduğu için hakimlik ve savcılık sınavına girer ve kazanınca adalet akademisinde staj eğitimi alır.Aldığı eğitimle devlet iktidarının ortakları oldukları ve bu statüyle halktan farklı oldukları aşılanır.Yüksek yargı hariç kimseye hesap vermeyecekleri söylenir. Bu çocuğun yargıç kimliği oluşana kadar herhangi bir kimlik oluşturamamış olduğuna dikkat etmemiz gerekir.Siyasal işleyişe ilişkin bir perspektif ve anlamlandırma kuramamıştır. Sinema, edebiyat ve tiyatro hakkında yeteri kadar bilgiye vakıf değildir.Hayatı boyunca ne bir sözleşme yapmayla ilgili tecrübeye sahip olmuş,ne de bir uyuşmazlığın tarafı olmuştur. 23-24 yaşında çektiği kurayla yargı yetkisine sahip olup hiçbir fikir sahibi olmadığı uyuşmazlık konularını çözüp adalet dağıtması beklenir.

Tüm bu eksik tamamlanmış süreçlerden sonra yeni hakim veya savcı olmuş bu kişiler kendilerine ayrılan lojmanlarda halka karışmamaları gerektiğine bağlı kalarak çalışmaya başlarlar.Halkla temas kurmaması, farklı politik eksende yer alan insanlarla biraraya gelmemesi, zengin ve fakirleri görmemesi, pazardan alışveriş yapmaması, pazarlık yapmamaması vb onlara devamlı telkin edilen düsturlardır. Kısacası sağlıklı bir insan kimliğinin inşası için gerekli olan bütün adımlardan uzak durması gerekir. Osmanlı'nın yeniçerileri devşirip içinden çıktıkları toprağa karşı bir silah olarak kullanması gibi, bir yargıç da Türkiye toplumundan devşirilir ve toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerine karşı en etkili silah olarak kullanılır...''


Bir hakimin yetişme sürecini tanık olduğum arkadaşlarımdan az çok biliyordum zaten ama hakimlerde terfi hakkında bir bilgim yoktu. Bu konu hakkında da yazarın şu satırlatıyla bilgi sahibi oldum:


''Bir hakim iki yılda 100 davaya baktı ve karara bağladı diyelim. Bu dava dosyalarının 40 tanesi incelenir, fakat işlginç olan nokta şudur ki bu 40 kararın da itiraz sonucu Yargıtay'a gitmesi gerekir. Kararların hiçbirisi itiraz sonucu Yargıtay'a gitmemişse hakim terfi edemez.Yani tüm kararlarından toplum memnunsa terfi etmesi mümkün değildir. Toplumsal memnuniyetin yargı için önemi (!) burada da net olarak görülür. Dosyalar incelenirken terfi değerlendirilmesi kararların isabet oranının notlandırılmasına bağlıdır. Bu noktada yine halkın değil, Yargıtay'ın kararları beğenmesi önem kazanır.'' sf 141

Sık sık yargının halktan kopuk olduğuna değinen Yazar, bunun dışında Yargının yapısı ve bağımsızlığı ile de ilgili görüşlerine yer veriyor.

Tüm hukukçu arkadaşlarıma şiddetle tavsiye ediyorum bu kitabı. Katılır ya da katılmazsınız, ayrı. Ama muhakkak ufuk açıcı olacağına eminim.

13 Şubat 2011 Pazar

GÜNAYDIN BAŞBAKANIM


GÜNAYDIN BAŞBAKANIM

Yazarı: Ahmet Şahin Aksoy


Yayınevi: Kardanadam Yayınları


Basım Yılı: 1.Basım- Ekim 2006


Sayfa Sayısı: 196


Arkadaşlarla buluşmak amacıyla Ankara'ya gittiğim bir gün, otobüsün mola verdiği yerdeki marketten almıştım bu kitabı. Zaten de ancak bir hipermarkette satılabilecek kalibrede bir kitap.

Yazar, mevcut başbakanımız R.Tayyip Erdoğan'a değil de, başbakanlık koltuğunda oturan kişiye sesleniyor. ''Yani o koltukta kim oturursa otursun, hele beni bir dinlesin'' diyor. Türkiye'nin bugünkü ve yarınki başbakanına anlatıyor.


Türkiye'nin gelişimi için neler yapılabileceğini yazmış kalem kalem. Eğitim şöyle olmalı, turizm böyle olmalı... gibi. Kendince bir çeşit Anayasa hazırlamış. Benim de bazen aklıma gelir böyle şeyler. ''Ben Başbakan olsam...'' diye başlayan hayallere dalarım. Yazar da dalmış ve bunları kağıda dökmüş.


Bilinçli vatandaşlık örneği sergilemiş.

6 Şubat 2011 Pazar

OSMANLI DEMOKRASİSİNDEN TÜRKİYE CUMHURİYETİNE


OSMANLI DEMOKRASİSİNDEN
TÜRKİYE CUMHURİYETİNE


Yazarı: Yavuz Bahadıroğlu


Yayınevi: Nesil Yayınları


Basım Yılı: 1. Baskı- Kasım 2008


Sayfa Sayısı: 255



Osmanlı aşığı bir yazardan Osmanlı aşkını anlatan bir kitap.

Osmanlı'da hak, hukuk, adalet, eşitlik, demokrasi, sosyal yaşam, kültür, osmanlı insanı, Osmanlı ailesi, çocuk yetiştirme şekli, yeme adabı, eski bayramlar...ve bunun gibi daha birçok konuda Osmanlı'ya övgü içeren kitap, bugüne lanet ediyor adeta.


Yabancı yazarların ve gezginlerin de Osmanlı hakkında söylediklerini kullanarak, düşüncelerini pekiştiriyor.


Şeyh Edebalı'nın ''İnsanı yaşat ki devlet yaşasın'' sözünü şiar edindiğini belirten Osmanlı Devleti'nin çekildiği günden bu yana kan ve barut kokan Ortadoğu'nun, Osmanlı tarafından tabiri caizse bir çavuş ve yüz askerle dörtyüz sene kan dökülmeden yönetilmesi karşısında; ordularla, iyi eğitim görmüş liderlerle bugün neden yönetilemediğini soruyor.sf 227


Sultan Vahidettin ve Atatürk münasebetine değiniyor. Atatürk'ün Anadolu'ya Vahdettin tarafından gönderildiğini, Vahdettin'in, Sultan Abdülhamid'in bir dönemin devlet politikası nedeniyle kötülendiğini anlatıyor. Ki artık bunlar da artık sır değil.
1940 ve 50'lilerin tek parti yönetiminin garabetlerini örnekliyor bol bol.

Başlarda yazarın geçmişe çok takılıp kaldığını düşünmüştüm ama bunu düşünmekte erken davranmışım. Yazdıklarını okuyunca onlara takılıp kalmamak, hayıflanmamak elde değil.


Şimdi de, anlattığı kadar vahim durumda değiliz aslında. Elbette daha iyi olabiliriz, oluruz, olalım da. Ama ''Neydik? Ne olduk?'' diye vahvahlanmanın da alemi yok.


Osmanlı'nın yönetim anlayışının, 600 sene bıyunca ayakta kalabilmiş bir devlet olmasından mütevellit övgüye değer pekçok yanı vardır elbette. Ama yanlışlarını da görmeli, ''şanlı tarihimiz'' hamasetinden kurtulup, sevabıyla günahıyla değerlendirebilmeliyiz.


Cevdet Paşa'nın çok güzel bir sözünü kitaptan alıntılayarak konuyu kapatıyorum: ''Tarih bilmeyen siyasetçi, pusula okuyamayan kaptana benzer. İkisi de gemiyi karaya oturtur.''