30 Ağustos 2012 Perşembe

AŞKLA SAVAŞ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ




AŞKLA SAVAŞ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Yazarı: Harun Mutluay

Yayınevi: Donkişot Güncel Yayınlar

Basım Yılı: 1. Baskı-2008

Sayfa Sayısı: 294


Darbe sonucu askeri yönetim iktidarı ele geçirir. Gelişmiş bir toplum yaratmak için zorla ve zorbalıkla korkunç bir eğitim düzeni uygulanır ve insanların hayatı tektipleştirilir. Toplumun bilgi düzeyinin artmasını isteyen yönetim, insanları rastgele sınava tabi tutar. Yolda giderken polisin GBT’nize bakması gibi, görevliler “ Ünlü Mona Lisa tablosu kimin eseridir?” diye laps diye sorabilirler. Genel kültür, biyoloji, matematik, fizik, edebiyat… Bilemezsen konuyla ilgili tavsiye edilen kitapları okuma cezan var. Ve bu yediden yetmişe herkes için geçerli.

Futbol yasak sonra. Çünkü futbol, insan zihnini boş yere işgal eden gereksiz bir uğraş.

Eğlence programları namına bilinen her şey yasak. Televizyonlarda hep belgesel. Hep eğitici öğretici programlar.

Aşk, cinsellik falan komple yasak. Sadece toplumun en küçük yapı taşı olan aile kurumu için gerekli olduğu kadarına müsaade var.

Bunları eleştirmeye kalkarsanız sonunuz fena. Zaten beyinler öyle bir yıkanıyor ki eleştirebileceğinizi düşünemiyorsunuz.

Hasbelkader düşünebilecek olanlar var mı diye devlet ajanlar sokuyor halkın arasına. “Bu askeri yönetim de çok rerörö” diye oltayı atıyor ajan, gelen sazanlarsa hemen cezalandırılıyor.

Mesela okula yeni bir öğretmen geliyor. Öğretmen derste mevcut yönetimi eleştiriyor. Çocuklar şaşkın tabi. Kimisi anlıyor hocanın ajan olduğunu, çünkü kolay kolay böyle laflar edilemez. Kimisi de yönetim tarzlarında gerçekten bir terslik olmadığını düşünüp itiraz ediyor, “Çok güzel yönetiliyoruz, çok da güzel iyi yönetiliyoruz” diye.

Ne kadar akıllı çocuklar var. Hemen anlıyorlar adamın ajan olduğunu. Ben olsam mesela, “Evet yaa hakikaten, böyle yönetim olmaz abi, bir şeyler yapmak lazım.” diye önce bir güzel yemi, sonra da hapı yutardım. Ulan saf, kimsenin korkudan iktidar aleyhine tek laf edemediğini biliyorsun, edenlerin ışık hızıyla ihbar edilip ağır işkencelerden geçtiğini de biliyorsun. Ama biri çıkıp herkesin içinde takır takır eleştirdiğinde altında bit yeniği aramıyorsun. Safım ben ya.

Neyse işte böyle bir ülke tasviri çizmiş yazar. Buna benzer ütopik bir ülke, George Orwell’in 1984 adlı romanında da var. Oradan esin olmalı.  

23 Ağustos 2012 Perşembe

KUNDAKÇI



KUNDAKÇI

(Incendiary)

Yazarı: Chris Cleave

İngilizceden Çeviren: Sevinç Tezcan Yanar

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-Mart 2011

Sayfa Sayısı: 313


“Sevgili Usame”

Kitap böyle başlıyor. Usame Bin Ladin’e hitaben yazılmış.

Londra’da dev derbi maçın oynandığı sırada stadyuma bir bomba atılır. Sonrasını tahmin etmek zor değil. Parçalanmış cesetler, yitip giden insanlar, dağılan aileler.

İşte bu patlamada kocasını ve çocuğunu kaybeden bir kadın, Usame Bin Ladin’e yaşadıklarını anlatan bir mektup yazıyor. O mektup bu kitap.

Kadın kusursuz bir anne değil. Kusursuz bir eş hiç değil. Kocasını, üstelik kocası ve oğlu tam da patlamanın olduğu stadta maç izlemeye gittiklerinde aldatıyor. Aldatma esnasında da televizyondan maçı izliyor. Patlamayı da zaten o esnada görüyor. E tabi sonrası şok. O sırada birlikte olduğu Jasper Black ile bir daha ne zaman karşılaşsa zihninde hep aynı görüntü canlanıyor haliyle.

O andan sonra kadında da ülkede de hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Jasper Black kokain bağımlısı olup gül gibi gazeteciliğinden oluyor. Kız arkadaşı Petra ise, zavallı kadına sarıyor, “Jasper’ı baştan çıkardın” deyü.

Kadıncağız kendisine yeni bir hayat kurmak için bir karakolda çay kahve yapma ve dosyalama işine giriyor. Burada tanıştığı polisle de birlikte oluyor ve fakat bu polisten dehşetengiz bir şey öğreniyor. Meğersem stadyumda bu patlamanın olacağını devlet yetkilileri biliyorlarmış. Biliyorlarmış ama istihbarat ağları bozulmasın diye söylememiş ve önlememişler. Bu patlamayı önlemeye kalkarlarsa terör örgütünün bundan sonra ne yapacağını bilemezlermiş, daha kötü olurmuş.

Zaten kadıncağızın kafa yarı gidikti, bunu öğrenince “biliyorlardır biliyorlardı” diye diye iyice balataları sıyırıyor. Gazeteciler diye, gazetede yayınlasın diye Jasper ve Petra’ya da anlatıyor bu durumu ama bir kazık da oradan geliyor. Petra bu bilgiyi gazetede yazmayıp, susmak karşılığı kalemini hükümete satıyor.

Bunun üzerine iyice dellenen kadıncağız, çaktırmadan Petra’nın ofisine gidip bir bidon benzini bocalıyor onun üzerine. Tam çakmağı çakacakken insafa geliyor. “Allah’ından bul deyyus” deyip dönüyor arkasını gidiyor.

Usame Bin Ladin bunu okumuş mudur bilmem. Okuyunca insafa gelsin, bomba atmayı bıraksın isteğiyle yazılmış. Canım. Hemen bırakır o da şimdi.

Sevgili Usame,

Kitabı okumadıysan filmi de var. Filmini izle.




22 Ağustos 2012 Çarşamba

SONSUZA KADAR



SONSUZA KADAR

(Per Sempre)

Yazarı: Susanna Tamaro

İtalyanca Aslından Çeviren: Eren Cendey

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım Temmuz 2011

Sayfa Sayısı: 161


Başlangıçta, şehir hayatının debdebesinden sıkılıp kendini dağlara vuran, toprakla hemhal bir yaşam seçen adamın, yani bir çeşit ferrarisini satan bilgenin “hayat budur” tarzı bilgelik taslayacağını düşünmüştüm. Ancak adamın derdi başka.

Karısı ve çocuğu bir trafik kazasında ölünce kendini kaybeden, kendini aramak için de dağ başında bir yeri seçen Matteo, rahmetli karısı Nora’ya hitaben döker içini. Nasıl tanıştıklarını, nasıl evlendiklerini, Nora’nın nelerden hoşlandığını ve sonra nasıl gittiğini.

Karısının ve çocuğunun yokluğuna katlanmak için gösterdiği çaba üzücü, zaman zaman yanlış (başka bir kadınla aşık olmadığı halde sevgili olması ve hatta çocuk sahibi olması, sonra kadından çocuğu aldırmasını istemesi gibi yanlışlar)  ama yine de saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok.  

13 Ağustos 2012 Pazartesi

KIRMIZI ZAMBAK



KIRMIZI ZAMBAK

(Le Lys Rouge)

Yazarı: Anatole France

Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım 1983 - 2.Basım 2008

Sayfa Sayısı: 274


Seçkin ve sanatçılardan oluşan bir grubun aşka, sanata, ilişkilere dair sohbetleri, ana karakterimiz Therese’in kocasını başka bir adamla aldatması, sonra o adamı bırakıp daha başka bir adamla aldatması ama en çok onunla aldatması. Onunla birlikte aldatmalara tövbe etmesi, aşkı tatması hede hödö…

İçim bayıldı yemin ediyorum. İmgelemler, simgelemler…Olmaz olsun sizin gibi sanatçılar, seçkinler.

Yazar, kendi çalkantılı özel yaşamından ve 1888’de tanıştığı bir hatundan esinlenerek yazmış. Üstelik 1921 Nobel Edebiyat ödülü almış bu yazar. Ama bu kitabından almamıştır herhalde. Diğer kitapları daha güzel olmalı ki adama Nobel vermişler. Ben bu kitaptan vermezdim Nobel falan. Mesela Orhan Pamuk’un da sadece Masumiyet Müzesi’ni okuyunca “Piiii bu mu Nobel almış?” denir. Adamı tek kitabından ötürü yargılamamak lazım yani. Belki diğer kitapları iyidir. Ama bu değil, hiç değil hem de.

PUSU




PUSU

Devletin yeni sahipleri

Yazarı: Ahmet Şık

Yayınevi: Postacı Yayınevi

Basım Yılı: 1. Basım Temmuz 2012

Sayfa Sayısı: 358


Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Ahmet Şık, tutuklanma gerekçelerini, tutuklukta geçirdiği süreci anlatıyor.  Ve bunların saçmalığını.

Ahmet Şık bu durumu şu satırlarla anlatıyor:

 “İlk zamanlar polis ve savcılık kaynaklı sızdırma belgelerin yer bulduğu medya aracılığıyla estirilen havanın etkisiyle, ben de dahil olmak üzere azımsanmayacak bir kitle bir kez daha Türkiye’nin derin devletiyle hesaplaşma için yeni bir fırsat yakaladığını düşünmüştü. Önceki fırsat herkesin bildiği gibi Susurluk soruşturmalarıydı. Ancak kısa zamanda üzeri örtülüvermişti. Daha sonra Şemdinli bombaları sırasında ele geçirilen fırsatın heba edilmesi ise Susurluk’tan daha hızlı olmuştu. İnandırılmak istendiğimiz Ergenekon’un bir derin devlet soruşturması olduğu yalanı ise zaman içerisinde soruşturmanın gelip dayandığı yerde anlaşıldı. Soruşturma malum cemaatin muhaliflerine yönelik bir sindirme, öç alma harekatına dönüştü ve derin devletle hesaplaşma amacının olmadığı ortaya çıktı. Zaten tam da bu nedenlerle Ergenekon soruşturmaları Susurluk sürecinde olduğu gibi bir toplumsal destekten yoksun kaldı.” Sf 220

“Ergenekon operasyonunun ilk başladığı zamanlarda yıllarca dokunulamayan ve dokunulmaz zannedilen kişi ve kurumlara yönelik cesaretle yürütülen operasyonlarda, vicdanlarda mahkum edilmiş isimler gözaltına alınıp tutuklandı. Hal böyle olunca askerin siyasette gölgesinin olmasını istemeyen, bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu devrimci, demokrat kamuoyu Ergenekon soruşturma sürecine destek çıkmıştı.”sf 220

“Türkiye’de derin devlet dendiğinde akla gelebilecek olanları bir çırpıda sayarsak şunlarla karşılaşıyoruz:

-1950’lerden başlayarak 6-7 Eylül olayları da dahil olmak üzere Türkiye’de yaşanan dini ve etnik azınlık mensuplarına yönelik saldırı ve provokasyonlar.

-Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinin yapı taşlarını oluşturan kitle katliamları faillerinin devletin aktörleri olduğuna hemen herkesin inandığı suikastlar.

-Tek  taraflı ateşkeslerle kesintiye uğramış olsa da Kürt sorunundan kaynaklı olarak 1980’lerin ortalarından bu yana PKK ile süren savaş.

-Bu savaşın kirindeki en önemli paya sahip olan JİTEM’in illegal faaliyetleri

-Yine JİTEM’e bağlı olarak Kürt illerinde çeşitli kıyımlara imza attığı Ergenekon soruşturmaları vesilesiyle kanıtlanan ancak faaliyetleri bu soruşturmanın kapsamına alınmayan Türkiyeli Kürtler arasından Hizbulkontra olarak bilinen Hizbullah örgütünün faaliyetleri

-Köy yakma, boşaltma ve zorunlu göç uygulamaları.

-Bombalı saldırılar

-1990’larda Türkiye devletinin sistematik bir mücadele yöntemi olarak kullandığı ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre kurbanlarının sayısı 2 binin üzerinde olan gözaltında kayıplar.

-Hemen her biri cezasız bırakılan işkence vakaları ve yargısız infazlar.

Ergenekon yargılamalarında bu anılan karanlık süreç soruşturma konusu edildi ya da ediliyor mu sorusuna vereceğimiz yanıt ise tek kelimeyle hayır.” Sf 229


“İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 27 Nisan 2012’de yapılan birinci Ergenekon davasının 225’inci duruşmasında :
Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesine el bombası ile molotofkokteyli atılması,
Danıştay saldırısında kullanılan glock marka silahın Alparslan Arslan’a satılması,
Savcı Zekeriya Öz’ün tehdit edilmesi,
İrtice ile Mücadele Eylem Planı,
İlker Başbuğ’un da sanığı olduğu İnternet Andıcı davası,
Kendi aralarında birleştirilen Poyarzköy ve Kafes davaları,
Amirallere suikast,
ÇYDD ve ÇEV’e açılan dava,
İlhan Cihaner’in de sanığı olduğu Erzincan davası…gibi 16 Ergenekon davasının tek bir davada birleştirilmesine karar verdi. Böylece zaten sorunlu olan süreç tam bir kaos ve çözümsüzlük içine hapsedilmiş oldu. ”sf 217

“AKP’nin demokratik yöntemlerle veya seçimlerle at edilemeyeceğini düşünen malum çevrelerin hatırı sayılır bir destekçi kitlesinin gücünü de arkasına alarak, şimdilerde ortaya saçılan darbe planlarıyla AKP’yi devirmek istediği de olgusal bir gerçek. Ergenekon soruşturmalar zinciri, işte tam da bu nedenle başladı. Elbette ki darbe girişimleri soruşturulacaktı. Ancak gelinen noktaya bakıldığında bu soruşturma sürecinin seyri ve hedefinin çok değiştiği söylenebilir. Ergenekon soruşturmaları süreci AKP’ye ve polis ile yargıda örgütlenmiş gizli ortağı konumundaki malum cemaate muhalif olan herkesi sindirmeye, korkutmaya, bu yetmediğinde ise Ergenekoncu, KCK’ci vs…gibi yaftalarla cezaevine göndermenin bir aracı haline dönüşmüştür. “sf 265


“Yani kimse derin devletten vazgeçmemişti. Sadece sahipleri el değiştiriyordu böylece. Başka bir deyişle adına derin devlet dediğimiz güce kimin sahip olacağı kavgasıydı yaşananlar.” Sf 220

8 Ağustos 2012 Çarşamba

ÖLÜ EVİNDEN ANILAR



ÖLÜ EVİNDEN ANILAR

( Zapiski İz Myörtvovo Doma)

Yazarı: Dostoyevski

Çeviri: Çimen Göktuğalp

Yayınevi: Dionis Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - Ocak 2011

Sayfa Sayısı: 368

Aleksandr Petrovich Goryanchikov’un hapishane yıllarının anlatıldığı roman.

Dostoyevski 1850 yılında siyasi görüşlerinden dolayı hapishaneye gönderilmiş. Burada geçirdiği 4 yılı da bu kitapta kaleme almış. Kitabın anlatıcısı olan Petro da , Dostoyevski’nin kendisiymiş aslında.

Hal böyle olunca romandan ziyade bir çeşit günlük gibi, ya da daha doğrusu kitabın adında olduğu gibi anı. Ama güzel anılar değil elbette bunlar. Hapis yaşamı, sürgün, kürek cezası bir de sopa yeme cezası var. Değnekle sırtına sırtına insanın.

Aleksandr Petrovich bir soylu olduğu için ona farklı muamele var ama ne kadar farklı olursa olsun, dört duvar arasında, üstelik kimisi azılı pek çok suçlu arasında ömür geçer mi?

Zor.Çok zor.

2 Ağustos 2012 Perşembe

MAĞARADAKİLER





MAĞARADAKİLER

Yazarı: Cemil Meriç

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1.Baskı 1997 – 13.Baskı İstanbul 2006

Sayfa Sayısı: 287


Entelektüel nedir? Kime denir?

Bu sorunun cevabını arayarak başlıyor kitap. Cemil Meriç sayfalar boyu entelektüelin tanımını yapmaya çalışıyor. Bu konuda yapılmış tanımları, birbirleriyle çarpıştırıyor, eksikliklerini eleştiriyor ve en nihayetinde “Her ülkenin, her çağın, her sınıfın, her ideolojinin entelektüel anlayışı başka. Dünyaca kabul edilmiş bir entelektüel kıstası yok” sonucuna varıyor. (sf 24)

Herkesin entelektüeli kendine tabi. Ancak Cemil Meriç’in bu konuda bir kıstası var. Dreyfus Olayı. Bu gibi bir olay söz konusu olsa, bu davada takınacağı tavra göre bir insanın entelektüel olup olmadığını anlıyor. (sf 22)

Entelektüel olsun, intelijansiya olsun,  inkilap olsun, ihtilal olsun, devrim olsun, bu kavramlara kafa yoran dünya çapındaki yazar ve düşünürlerin yorumundan sonra konu nihayet bu topraklara varınca kitap daha ilgi çekici hale geldi benim nazarımda. Böyle bir tümden gelimin ardından bizde durum ne diye bakınca buraların biraz cılız kaldığını görmek şaşırtıcı değil. Peki neden? Cevabı yine bu satırlarda:

Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım. Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi. Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” (sf 280)

Harf devriminin de düşün dünyamızda ciddi sorunlara yol açtığını belirten Meriç, bu durumu da sayfalarca eleştirmiş. “Kütüphanelerimizi dilsizleştiren harf devrimi” için kabaca özetlersem “ne gerek vardı?” diye soruyor. Bu soruya verilen ezber yanıtları da bir bir cevaplıyor.

Adeta ders kitabı niteliğinde, hatta tez gibi olan bu ve bunun gibi kitaplar yazan, çeviriler de yapan Cemil Meriç, bir roman da yazsa yazarmış aslında, diye düşünürken benim gibi düşünenler çıkar diye herhalde demiş ki “Balzac’ı tanımasam romancı olmak isterdim. Yıllarca İnsanlığın Komedyası’yla uğraştıktan sonra roman yazmaya kalkışmak küstahlık olurdu.” (sf 283)

Ağır bir kitap biraz ama gene de okuyun. Okuyun ve mağaradan çıkın. Ouuvv çok ucuz bir reklam  sloganı oldu.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

DREYFUS OLAYI




DREYFUS OLAYI

Yazarı: Emile Zola

Türkçesi: Muammer Tuncer

Yayınevi: Yalçın Yayınları

Basım Yılı: 7. Baskı Ekim 2004

Sayfa Sayısı: 183


Alfred Dreyfus, Fransız ordusunda görev yapan Yahudi bir askerdir. Bir takım mektuplar delil gösterilerek vatan hainliği ile suçlanır. Fakat bu mektupların gerçekliği şüphelidir.

Basın ve kamuoyu da Dreyfus aleyhinedir. Herkesin onun aleyhine olduğu bir ortamda Emile Zola çıkıp bu adamın suçsuzluğunu savunur. Elde onu suçlu ilan etmeye yetecek kesin delil olmadığını söyler. Hem de bir kere, iki kere değil hep söyler. Şimşekler Emile Zola üstüne çekilir, ama o geri adım atmaksızın onu savunmaya devam eder.

Nitekim sonra anlaşılır ki mektuplar sahtedir. Dreyfus, sadece bir günah keçisidir. Büyük bir haksızlığın kurbanı olmuştur.

İşte Emile Zola’yı büyük ve saygıdeğer bir aydın yapan da bu olayda gösterdiği dik duruştur.

Sahte deliller, basının yanlı propogandası, suçsuzluğu ispatlanmadan suçlu gösterilmeye çalışılanlar…Yıl 1894. Dreyfus Olayı.

Yıl 2012. Bunun muadili olacak olaylar yok mu? Hala var.  Emile Zola dirayeti gösterecek aydın var mı?.. Eeee mirim bir Emile Zola kolay yetişmiyor.

AÇLIK


 


AÇLIK

(Sult)


Yazarı: Knut Hamsun

Türkçesi: Esat Nermi Erendor

Yayınevi:Bordo Siyah Klasik Yayınlar

Basım Yılı: 2005

Sayfa Sayısı: 262


Bu kadar açlık, bu kadar sefillik, bu kadar rezilce bir yaşam…

Aç biilaç genç yazar, yazdığı makalelerle geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Ancak ha deyince makale yazamadığı gibi, yazdığı her makale gazetede yayınlanmaya değer bulunmadığı için para alamadığı günler de olur. Hem de o kadar çok olur ki. Derin bir yoksulluk ve açlık içinde yaşar bu nedenle.

İşte o açlığı okurken de hissettirmek 1890’da Açlık’ı tamamlayan Norveçli yazar Knut Hamsun’un başarısı. Adam zaten demiş “Yazar her zaman şeyleri kapsayan o titreşik sözcüğü bulmalıdır. Bir sözcük bir renge, ışığa, kokuya dönüştürülebilir.” diye. Hakikaten de dönüştürmüş. Kitap karakterinin açlığı her satırda, her sayfada hissediliyor.

Ne kadar da açsa, bir o kadar gururlu.
Eline bir şekilde geçen üç beş kuruşu, bir başka muhtaç durumdakine veriyor.
Borç istemeye gittiği arkadaşı, kendinden önce davranıp borç istediğinde, elinde kalan tek şey olan yeleğini ve berber karnesini düşünmeden ona verebiliyor.
Sürekli giymekten eskiyen pantolonunun rengi açılan yerlerini tükürükle koyulatmaya çalışıyor.
Olmayan köpeği için istediğini söyleyip lokantadan bir parça kemik alıyor. Zaten onu da aç midesi kaldırmıyor, sürekli kusuyor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayında tutulan oruçta da amaçlardan biri “açların halini anlamak’’tır ya. Ben hiçbir orucumda açların halini, bu kitabı okuduğum zamanki gibi anlamadım.

Allah düşürmesin kardeşler. İbretlik bir roman.