28 Eylül 2012 Cuma

MERHAMET VE METANET




MERHAMET VE METANET

(Grace and Grit)

Yazarı: Ken Wilber

Çeviren: Ahmet Ergenç

Yayınevi: İnsan Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2001, 2.Baskı-2003

Sayfa Sayısı: 484


Ken ve Treya, ilk görüşte aşık olurlar. Hemen anlarlar birbirleri için yaratılmış olduklarını. Hemencecik de evleniverirler. Evlendikten on gün sonrası için deniz,kum,güneş şahane bir balayı planı da yaparlar.

Amaaaa. İnsanın boğazına düğümlenen bir ama bu.

Treya, evlendikten beş gün sonra göğüs kanseri olduğunu öğrenir. Bir beş gün sonra da hamile olduğunu ama çocuğunu aldırması gerektiğini.

Balayını hastanede geçirirler.

O ana kadar kanser hakkında hiçbir şey bilmediklerini fark eden çift harıl harıl kanser nedir araştırmaya, öğrenmeye başlarlar.

Bizim aciliyetli sorunumuz kanser değil bilgisizlikti. Ve kanser hakkında ilk öğrendiğimiz şey kanser hakkında hiçbir şey bilmediğinizdir.

Herhangi bir tıbbi vakada kişi birbirinden çok farklı iki şeyle karşı karşıyadır. Birincisi bu kişi bu tıbbi vakanın kendisiyle karşı karşıyadır- kırık bir kol, gribal enfeksiyon, kalp krizi, kanserli bir tümör gibi.Biz buna ‘hastalık’ diyoruz. Örneğin kanser tıbbi,bilimsel bir hastalıktır. Değer yargıları içermez, iyi ya da kötü değildir. Sadece kanserdir. Aynen bir dağ gibi. Dağ iyi ya da kötü değildir, sadece bir dağdır.

Ama ikincisinde kişi sadece hastalıkla değil, aynı zamanda içinde bulunduğu toplum ya da kültürün hastalığa bakışıyla- toplumun hastalıkla ilişkilendirdiği bütün değer yargıları, korkular, beklentiler, mitler, öyküleri erdemler ve anlamlandırma biçimleriyle karşı karşıyadır. Tabi vakalara bu çeşit bir yaklaşma biçimine ise ‘rahatsızlık’ diyoruz.

…. Örneğin bel soğukluğunu düşünün. Gayet belirgin bir hastalık; tenasül ve idrar yollarına ait bölgenin mukosal astarında görülen bir enfeksiyon, taşıyıcı kişilerin diğerleriyle cinsel temasa girmesiyle yayılıyor ve antibiyotik ve de özellikle penisilin tedavisi olumlu sonuçlar doğurabiliyor.

Belsoğukluğu bir hastalık olarak tıbbi bir durum. Ama içinde yaşadığımız toplum hastalığa sayısız anlam ve değer yargısı yüklüyor-toplumun hastalık ve hastalığa yakalanan kişiler hakkında söyleyecek bir sürü şeyi vardır ama bir çoğu yanlış ve acımasız şeylerdir. Belsoğukluğuna yakalanan kişiler pis ya da sapkın veyahut ahlaki dejenerasyona uğramış kişilerdir; belsoğukluğu ahlaki bir vakadır, bu bir cezadır, belsoğukluğuna yakalananlar ahlaksız kişiler oldukları için bunu hak etmişlerdir- ve benzeri” sf.52-53

Kanseri de bu çerçevede tartışıyorlar. Toplumun algısı nedir diye. Bunun dışında tedavi yöntemleri nelerdir, işe yarar mıdır… bir dünya mevzu.

Meditasyon, psikoloji, din,inanç, felsefe konularıyla da hastalığı harmanlıyorlar ki bu noktada kitabı daha fazla okuyamadım. Tıbbi ve teknik konular çok ilgimi çekmeyince daha fazla devam etmedim.

Bir de sonunu söylemek gibi olmasın, kitabın sonunda kadının öldüğünü öğrenince ( daha kitabın kapağında yazıyor zaten “Bir Psikoloğun Eşinin Hastalığına Ve Ölümüne Tanıklığı” diye) sonuna kadar okumadım.

Tüm kanser hastalarına acil şifalar bu arada. Burada kadın ölmüş olabilir ama bu hastalığı yenen bir çok insan olduğunu da biliyoruz. 

25 Eylül 2012 Salı

KIZILA BOYALI SAÇLAR




KIZILA BOYALI SAÇLAR

(Vamena Kokkina Malia)

Yazarı: Kostas Mourselas

Türkçesi: Kosta Sarıoğlu

Yayınevi: Om Yayınevi

Basım Yılı:1. Baskı-Mayıs 2000, 30.Baskı-Ekim 2001

Sayfa Sayısı: 476


Ulan Luis. Ne adamsın. Dost musun, düşman mısın, iyi misin, kötü müsün, akıllı mısın, deli misin…hiç bilemedim ben.

Böyle bir arkadaşım olmasını istediğimden emin değilim. Tamam fırlamalığı güzel. Güzel ama tehlikeli de biraz. Benim gibi planlı programlı yaşamayı seven, geleceği düşünen insana terssin. Ama bir yerlerde senin gibi bir deli manyağı insanın yaşadığını düşünmek de güzel.

Kitabı Luis’in arkadaşı olan yazar anlatıyor. Yazarın gözünden Luis’i ve diğer arkadaşlarını tanıyoruz. Her arkadaş grubunda olabilecek renklilikte tipler var burada da. Ama Luis başka. Harbiden bambaşka.

İçinden geldiği gibi yaşıyor hayatı. Bunun iyi mi kötü mü olduğu belli değil. Bana sorarsanız o kadar da içimizden geldiği gibi yaşamasak daha iyi sanki. Yazar gibi de olmayalım ama. Yazar kendisinin eleştirisini yapıyor bol bol. Nice fırsatlar kaçırıyor cesaretsizliği yüzünden. Parası yüzünden sevmediği bir kadınla evleniyor, sevdiği ama geleceği belirsiz Martha'ya sırt çeviriyor. Martha da onu seviyordu halbuki. Ama yazarımız onunla birlikte olma şansını geri çeviriyor, gelecek kaygısıyla. Ha geleceği ne oluyor, yine boka sarıyor, o ayrı.

Kitabın adı da bu kadından geliyor zaten. Martha da sevmediği bir adamla evleniyor. Kocası beğenmiyor diye inadına saçını kısacık kestiriyor ve kızıla boyuyor. Kızıla boyalı saçlar, onun saçları işte.

Şimdi düşündüm, isterdim la. Luis gibi bir arkadaş isterdim belki de. Ya da dur, kendim de Luis gibi olmayı isterdim. Hmmm düşündüm de, yok kendim öyle olmayı istemezdim, arkadaşım olarak kal Luis, sen olmayayım ben. Çok da samimi arkadaşım olma ama, arızasın çünkü biraz. 

Sadece varlığın yeter aslında. Senin gibi insanlar olsun bir yerlerde. 

23 Eylül 2012 Pazar

YÜKSEK TOPUKLAR








YÜKSEK TOPUKLAR

Yazarı: Murathan Mungan

Yayınevi: Metis Yayınları

Basım Yılı: 1.Basım - Mayıs 2002

Sayfa Sayısı: 527


Bu kitabı bir erkeğin yazdığına inanamıyorum.

Şahane gözlemlere dayalı bir kadın kitabı bu.

Nermin, bir arkadaşının 5 yaşındaki kızına 5 günlüğüne bakmayı kabul eder. Arka planda da bu hikaye vardır. Bu 5 yaşındaki kızın, hiç de çocuk saflığı ve masumiyeti taşımaması, aksine hayatı görmüş geçirmiş bir kadın edasıyla, kurnazca davranması ve 30'lu yaşlarında kariyer sahibi, bekar bir kadın olan Nermin'in onunla baş etme çabası.

Bu çocuk bakma hikayesinin sonunda çok olağanüstü birşey olacakmış gibi bir izlenim var başlarda. Kesin çocuğun başına birşey gelecek ya da çocuk Nermin'in başına birşey getirecek. Kötü birşeyler olacakmış hissi oluşturuyor ama çok şükür o başbelası çocuk, sağ salim ana babasına teslim ediliyor.

Gerçi o kadar da baş belası değil. Böyle deyince sanki bir Problem Çocuk resmi canlanıyor insanın gözünde. Aslında belki de öyle ama Nermin onunla iyi başa çıktığı için problem yaratmaya fırsatı kalmadı bebenin.

Aslında bu hikayeye gerek bile yokmuş bence. Nermin karakterinin, etrafındaki insanlar hakkındaki yorumları ve tespitleri yeterdi.

Kadın düşmanı kadın, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Çok gerçek, çok samimi

16 Eylül 2012 Pazar

ANGUT




ANGUT

Yazarı: Osman Pamukoğlu

Yayınevi: İnkılap Kitabevi

Basım Yılı: 1. Baskı-2008

Sayfa Sayısı: 94


Yılmaz Özdil, bir köşe yazısında bu kitaptan bahsetmişti:

"Bu yaşıma geldim, tabiatımızı bu kadar iyi anlatan bir kitap okumadım...Çevremizde, coğrafyamızda olan biteni, nedenini, niçinini öğrenmek isteyenlere, tavsiye ederim."

Ben de bu tavsiye üzerine aldım bu kitabı ama Yılmaz Özdil'in tavsiyesine uyan aklıma güleyim.

Bu kadar basit, bu kadar sığ, bu kadar...Yemin ediyorum, bu kitap için verilen paraya da, harcanan emeğe de yazık kere yazık.

Bir gerçek, bir öykü, bir düş diye ayrılan kitaptaki bir gerçek şöyle: Adam ava gidiyor. Ördek vuracak. Ama ördekler kaçıyor. Bir tek angutlar kaçmıyor. Taş atıyorlar. O zaman angutlar istemeye istemeye gözden kaçıyorlar. Kahvehanedekilere bu angut olayını anlatınca "Sen dikkat etmemişsin beyim, günlük hayat bunlarla dolu" deyip gülmüşler.

Bir öykü: Dişi angut yumurtalarının üstünde duruyor. Saksağan yumurtaları yemek için angutu taciz ediyor. Bu arada bir kerkenezle kuzgun da yakınlarda bir yerde kavga ediyor. O sırada erkek angut görünüyor. Kerkenezle savaşmaktan başı dönen kuzgun, hiçbir anlamı yokken angutun üzerine çullanıyor. Dişi angut kuzgunun üzerine uçuyor. Bu boşluktan faydalanan saksağan yuvaya gidip yumurtaları alıyor. Dişi angut hemen geri dönüyor ama geriye sadece bir yumurta kalıyor. "Kederlerinin sebebi kaybettikleri gelecekleri olan yavruları mı? Angut olarak yaşamak mıydı? Yoksa her ikisi mi?.."diye bitiyor bu öykü.

Bir düş: Yavru angut büyüyor. Artık tek başına yola devam etme zamanı geliyor. Yavrunun neyi ne kadar öğrendiğini anlamak için soru sormasını istiyorlar:

Yavru: Bize niye angut diyorlar?

Baba: Bedenimiz hantal, algımız düşük, oldukça safız. Buna iyi niyetli diyenler de var, ahmak diyenler de

Yavru: Niye bizim gözlerimiz yanlarda ve birbirinden uzakta, düşmanlarımız olan yırtıcıların gözleri önde ve birbirine yakın?

Baba: Biz ve bizim gibi tahıl ve ot yiyenler grubundan olanların tamamının gözleri yanlardadır. Bunun nedeni, savunma yetenek ve tepkilerimiz zayıf olduğundan, daha geniş bir alanı gözetleme ihtiyacımızdandır. Her türlü tehlikeyi çok önceden fark edebilmemiz ve kaçıp kurtulabilmemiz içindir.

Yavru böyle bir sürü soru soruyor. En son, bütün bu bilgeliğe nasıl sahip olabildiklerini soruyor:

Yavru: Bütün bu bilgeliğe nasıl oluyor da bir angut sahip olabiliyor?

Anne: Bunu sormasaydın, senin angutluğundan hiç şüphe duymayacaktım.Arada bilgiç angutlara rastlanabiliyor. Angutluğumuza rağmen, belki de bu sayede yüzbinlerce yıldır soyumuz tükenmeden varlığını devam ettiriyor.

Eeee...Yani...Ne çıkarmalıyız buradan? Angutlardan yola çıkarak nasıl bir ders verilmiştir burada? Ne mesajı vardır bunun? Yoksa bunu anlamayanlar mı asıl angutlardır?

Off o kadar basit, o kadar basit ki... Öleceğim basitlikten.

Kitapta bir de  bazı kuşların özelliklerini anlatıyor. Hesapta insanlarla benzer özellikleriyle."Sanki İnsan Kuşlar"mış hatta.

Gerçekten o kadar manasız ve gereksiz bir kitap ki. Köşesinde Özdil, bu kitabın reklamı olmadığı için kitapçı raflarında bulunamayacağını söylüyor. İyiki de bulunamıyor canım. Ne lüzümsuzmuş.


YEDİNCİ GÜN





YEDİNCİ GÜN

Yazarı: İhsan Oktay Anar

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2012

Sayfa Sayısı: 240


Herşey güzel başladı. 

Allah'a inanmacasına kumar oynayan Paşaoğlu, kaybedince Allah'a inanmaya başlar. 

Derken İhsan Sait, Paşaoğlu'nun sahip olduğu Demir Minareler'i ele geçirir. Aşık olur. Acı çeker.Zeplin yapar. Zamanlar arası yolculuğa çıkar.

Orada bende film koptu. Olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlandım. Dağıldım.

Zaten ben bu adamın kitaplarını bir okumada anlamıyorum. En az ikinci defa da okumalıyım ki anlayayım.

Sanıyorum benim gibi okurken dağılanlar için sonda özet mahiyetinde konular toplanıyor:

"Derken İhsan Sait, bayramlık ağzını açıp Yedi Uyurlar'a onların asıl rüyası olan işte bu kitabı yazdırmaya başladı. Paşaoğlu'nu, Demir Minareler'i, orayı nasıl ele geçirdiğini, Alman'la yaptığı satranç müsabakasını, Rebaz'ı, Döjira'dan aldığı ilk mektubu, ona olan aşkını ve çektiği acıyı, imal ettirdiği uçağı, zeplini, kendini dondurucu soğukta muhafaza ettirerek geleceğe nasıl yolculuk ettiğini, kibrini, kibriyle işlediği günah ve cinayetleri, nasıl Ali İhsan adıyla harbe gittiğini, orada çektiği sıkıntıları, aldığı vicdani ve bedeni yaraları, yine gelip kendine nasıl secde edip, kendini nasıl affetmeyi başardığını, bütün bunlardan çıkardığı dersleri, İdris Amil'i, nam-ı diğer İnsan-ı Kamil'i, ona özlem ve gıptasını, dünyada olup bitenleri bir bir yedi kişiye yazdırdı. Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allah kabul etsin! O, bütün rızklara kefildir, umulur ki doyarlar.

Kitabını tam altı gün boyunca yazdırdı. Döjira'ya kavuşma vakti gelmişti. Nihayet altıncı günün gecesi saatler 12'yi vururken şöyle dedi:

'Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.'

Kitabının son cümlesi de bu cümle idi."

HÜCRE





HÜCRE

Yazarı: Ergun Hiçyılmaz

Yayınevi: İkarus Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2008

Sayfa Sayısı: 255


Ne çok insanın, ne çok aydının hayatını hapislerde çürüttük.

Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Attila İlhan, Necip Fazıl Kısakürek, Sabahattin Ali...

İsimlere bak. Türk yazınına neler neler katmış büyük isimler hepsi. Fakat zamanında değeri bilinemeyip hapisler layık görülmüş kendilerine. 

"Mahpus hayatı bir bakıma yazarlar için daha çok yazmayı sağlamıştı sanki. Kemal Tahir, Sağır Dere, Kör Duman, Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Kelleci Mehmet'i hapiste yazmıştı...Nazım Hikmet, Kemal Tahir!in ifadesiyle Anadolu Destanı'na İstanbul tevkifhanesinde başlamış, Çankırı'da bitirmişti. Memleketimden İnsan Manzaraları gücünü hapishanelerden almıştı..."sf 22

Ne diyelim, her işte bir hayır mı vardır?

Bugün de Ergenekon adı altında hapse atılan gazeteciler sayesinde bir Ergenekon Külliyatı oluştu. Bu da bunun hayrı mı?

"Üç yüz ağır ceza davasından geçmiş, yazdığı köşe yazıları kaba bir hesapla 50 bini bulmuş, yarım asra elliye yakın kitap sığdırmış Çetin Altan, 

"İktidarlar tarafından öğretmenlikten atılmış, kitapları toplatılmış ve hapsedilmiş, başka iktidarlar tarafından basın şeref kartı ve 1922'de demokrasi ve kültüre yaptığı katkıdan dolayı onur plaketi verilmiş Rıfat Ilgaz,

"Lise öğrencisiyken sevgilisine mektuplar yazmış ve o mektupları Nazım Hikmet'in şiirleriyle süslemiş, okuldaki aramada bunlar bulununca delil olarak ortaya konulmuş Attila İlhan"

Hepsinin ve daha fazlasının yolu hapishanelerden geçmiş. 

Bir de idamın henüz kaldırılmadığı yıllarda idamı seyreden manyaklar varmış ya. "Haydi idama, idama" diye yolcu toplayan minibüsler falan.

Çok büyük bir manyaklık dönemi geçmiş bu yalnız ve güzel ülkeden. 

9 Eylül 2012 Pazar

ŞEMSPARE




ŞEMSPARE

Yazarı: Elif Şafak

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1.Baskı-Haziran 2012

Sayfa Sayısı: 248


Elif Şafak denemelerinin Kutlukhan Perker'in çizimleriyle renklendiği kitap.

Yazarların, romanlarından ziyade bu tür denemelerini okumayı, yazarı tanıma adına önemli buluyorum. Roman yazarken hiçbir yazar muhtemelen kendisi gibi değildir. Ben ki onları okurken öykünün içinde kayboluyorum, onlar yazarken kimbilir ne hallere giriyorlardır ki Elif Şafak, sık sık kitap yazmanın zor ve sancılı bir yaratım süreci olduğundan bahsediyor. Halbuki deneme yazarken tam olarak kendisi. Ve bu anlamda onu tanımak için başvurulabilecek önemli bir kaynak.

Bu kitapla birlikte tanıdığım kadarıyla da ne yalan söyleyeyim sevdiğim bir insan. (Başıma bir iş gelmeyecekse Elif Şafak'ı seviyorum.) Kendime yakın buldum kadını, ne yapayım. Aynı düşündüğümüz pek çok konu var.

Misal, o da kadınların dedikodu üzerine şekillenmiş sıkıcı muhabbetlerinden yakınıyor. Ben de bu durumdan tiksiniyorum ve o yüzden pek sosyal bir insan olduğum söylenemez. 

"Okumuş etmiş birçok kadın aslında bu duyguya aşinadır. Kadınlar bazen kadınları çekilmez bulur. Keza tesadüf değildir kadın-erkek karışık ortamlarda kimilerimizin hemencecik 'erkek tarafı'na meyletmemiz. Oturup ailevi meseleler yahut moda, alışveriş veya çocukların eğitimi gibi mevzular konuşmak yerine gidip sohbetin o kanadında yer almak isteriz. Memleketten,kültürden,edebiyattan, sanattan, 'daha derin görünen' konulardan bahsedebilmek için değil sadece. Sohbet malzemelerinden ziyade enerji farklıdır erkekler tarafında. Kadınlar birbirlerini çok inceler. Sürekli. Erkekler de bakar ama başka türlü. Bir erkek durup da çorabın kaçmış mı, kilo almış mısın, suratında sivilce mi çıkmış, fondotenle mi kapatmışsın diye bakmaz. Erkek gözü bu anlamsız ayrıntılara takılmaz. Kadın kadını böyle inceler ama. Hemen fark eder. Not eder. Her türlü yamayı, eksiği, gediği. Dolayısıyla fiziksel özelliklerin, nasıl giyindiğin, nasıl göründüğün çoook önemlidir hatun meclislerinde. Gereğinden fazla önemlidir." sf 91

Bunun altına imzamı atmaz mıyım ben? Atarım, ama özeleştirimi de yaparım. Ben de bakarım arkadaş ortamdaki başka kadınlara. Benden daha mı güzeller, daha mı çirkinler, ne giymişler, saçlarını başlarını nasıl yapmışlar. Bakarım. Kendimle kıyaslarım. Birbirleriyle kıyaslarım. Kırmızı bluzlu, yeşilliden daha güzel falan gibi. Yaparım bunu. Ama içimden. Bunu dile getirmeyi çirkin bulurum. Ha özeleştiriye devam. Dile getirdiğim zamanlar olmaz mı? Olur. Çünkü ortamın dışlananı olmayı kimse istemez. Ortamda bu konuşuluyorsa, hiçbir şey söylemesem bile evet ya da hayır gibi birşeyler geveleyerek de olsa bu çirkinliğe ortak olurum. Aksi takdirde ortamın çok konuşmayanı, sevimsizi olacağımı bilirim. Böyle olmak da hoşuma gitmez. O yüzden en iyisi hiç bu ortama girmemek. Hiçbir şey anlamıyor da olsam futbol konuşulan erkek ortamını daha samimi bulurum. 

Aklıma Cihan Ceylan'ın düz adamı Sami geldi: bkz:erkeklerle daha iyi anlaşan kız

Kız: Ya bilmiyorum benim pek kız arkadaşım yoktur, kızlarla anlaşamıyorum ben.Erkeklerle daha iyi anlaşıyorum.

Sami: Kahveye gidiyor musun?

Kız: Yoo

Sami: Eee? Halı saha maçı mı yapıyorsun? Altılıya ortak mı oluyorsun? Nasıl daha iyi anlaşıyorsun?


Bütün kitap bundan ibaret değil tabi. Bunun dışında toplumdaki ataerkil yapının baskınlığı, kadın cinayetleri ve kadına karşı şiddet, kadın-erkek ilişkilerinde kadının fedakarlığı ve dünyaca ünlü sanatçıların yapıtları ile yaşamları arasındaki bağlantı ya da bağlantısızlıklar da var. 

ARAF





ARAF

Yazarı: Elif Şafak

İngilizce Aslından Çeviren: Aslı Biçen

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: Doğan Kitap'ta 1.Baskı-Şubat 2010, 8.Baskı-Aralık 2010

Sayfa Sayısı: 385


Elif Şafak'ın kitaplarını, kendimi kaybetmemi sağladığı için seviyorum. Kitabın içinde kayboluyorum. 

Araf'ta da Ömer, Abed ve Piyu'nun arasında oradan oraya savruldum ben de. 

Kitabın konusu neydi sorusuna verecek doğru düzgün bir cevabım yok. Zaten bir konusu olduğundan da pek emin değilim.

Başlarda "Konu: OMER OZSIPAHIOGLU" diye belirtilse de konu hiç de o değil. O sadece, varsa eğer, konunun bir parçası.

Ömer, eğitimi için Amerika'ya gider. İçki,kahve ve sigara, ama illa ki de kahve bağımlısı olan, sürekli müzik dinleyen ve zaman kavramını müzikle tanımlayabilen (3 şarkılık zaman, şu şarkının 5 kere dinlenmesiyle gidilebilecek mesafe... gibi) sürekli kız arkadaş değiştiren bir Türk.

Ev arkadaşları Fas'lı Abed ve İspanyol Piyu.

Şahane bir öğrenci evi ve öğrenci arkadaşlığına sahipler.

Piyu'nun kız arkadaşı var. Allegre. Bulumiya hastası ama kimse farkında değil. Süperkulade yemekler yapıyor, kendisinin hiç tatmadığı, tatsa bile sonrasında hemen kustuğu. Mutfak adeta nefes alabildiği bir yaşam alanı. 

Teyzeleri var bir de onun. Bir sürü teyze.

Gail var. Ömer'in kız arkadaşı, sonra da karısı olan tuhaf bir kadın. Çok tuhaf. Asıl ismi bu değil. En son kullanmakta karar kıldığı isim bu."İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir" diye düşünüyor. "Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalardan ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder, ama büyüdüklerinde unutuverirler." (sf 33)

Abed'in annesi Zehra'nın kısa süreli ziyaretiyle renklenen, Ömer ve Gail'in evlenip ayrı eve çıkmalarıyla rengi solan, en sonunda da Gail'in intiharıyla noktalanan bir öğrenci evi romanı desem, çok basite indirgemiş olurum belki ama öyle sonuçta. Tabi arkada farklı kültürler, farklı kişilikler, gurbet, yabancılaşma gibi soslar var. 

8 Eylül 2012 Cumartesi

HAYVAN ÇİFTLİĞİ




HAYVAN ÇİFTLİĞİ

( Animal Farm)

Yazarı: George Orwell

İngilizce Aslından Çeviren: Celal Üster

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1.Basım-2001, 13.Basım-2008

Sayfa Sayısı: 158


Bir çiftlik dolusu hayvanın, insanlara karşı ayaklanması ve çiftliğin yönetimini ele geçirmesini konu alan, dünya edebiyatında yergi türünün önemli eserlerinden sayılan,okuması da keyifli ve düşündürücü roman. 

Ayaklanmanın ardından çiftliği domuzlar yönetir. Başlangıçta hiçbir hayvanın, bir başka hayvana üstün olmayacağı, tam bir eşitlik üstüne kurulu, insanların düşman, hayvanların dost bilindiği bir yapı üzerine anlaşılır. Yedi emir belirlenir hatta. 

1. İki ayak üstünden yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. Bütün hayvanlar eşittir.

Ama sonra tüm bu kuralların, o yönetici olacak domuz tarafından nasıl yerle bir edildiği,çiftlik hayvanlarının bu durumu nasıl yediği ibretlik bir hikaye. 

Kitapta resmedilen lider domuz figürünün Stalin olduğunu ve sosyalizm eleştirisi yapıldığını da belirtmekte fayda var.

Bizde de Üstün Dökmen, yazdığı Miyase'nin Kuzuları adlı kitabında hayvanları konuşturarak sistem eleştirisi yapmaktadır. 

VADİDEKİ ZAMBAK



VADİDEKİ ZAMBAK

( Le Lys Dans La Vallee)

Yazarı: Honore de Balzac

Fransızca Aslından Çeviren: Cemal Süreyya

Yayınevi: Alkım Yayınevi

Basım Yılı: 1. Baskı-Mart 2006

Sayfa Sayısı: 290


Zavallı, doğuştan şanssız Felix'çiğim.

Daha aileden bahtsız. Aslında hali vakti yerinde bir ailenin evladı olarak dünyaya geliyor ama o anası olacak kadın yok mu. İnsan öz evladına böyle davranır mı? Sanırsın üvey evlat ya da evlatlık alınmış. Hoş, öyle olsa bile insan böyle davranır mı vicdansız kadın. 

Anasından, babasından,kardeşlerinden bir güleryüz, bir hoşluk, doğru düzgün para da görmeden büyüyen Felix, başka bir şehre, bir yakının yanına gönderilir. Burada kaderi Henriette'yi görmesiyle değişir.

Bir baloda karşılaşırlar. Felix tabi çulsuz, çelimsiz bir genç. Henriette alımlı, güzel bir kadın. Felix dayanamayıp Henriette'nin omzuna bir buse konduruverir. Tabi kadın şaşkın. Felix ondan da şaşkın.''Ne yaptım ulan ben!'' der içinden. Ama kadın kızmaz ona, ''Aferin iyi yapmışsın''da demez ama en azından o kadar rencide etmez.

Balo sonrası Felix, Henriette'yi unutamaz. Arar sorar, sonunda bulur kadını ve yaşadığı yeri. Evli barklı, çoluklu çocuklu, hizmetçili, bahçıvanlı koca bir evde yaşamaktadır kadın. 

Felix, ailenin içine sızar. Böyle söyleyince kötü biriymiş ya da kötü niyetliymiş gibi oldu ama hiç değil. Kadının kocası zalım. Huysuzun teki. Sevimsiz birşey. Kadınsa melek adeta. Nasıl naif, nasıl yüce gönüllü.

Felix, artık aileden biri olup çıkar ama kadın da tabi saf değil o kadar. Anlıyor Felix'in kendisini sevdiğini. Ama kocasını, çoluğunu çocuğunu bırakıp maceraya atılacak kadın mı o? ''Annen gibi sev beni, ablan gibi sev'' diyor. Hee kolaydı öyle. 

Felix, arkasındaki gizli güç Henriette sayesinde güzel bir kariyere kavuşur. O arada başka bir kadın Felix'e aşık olur ama Felix'in gözü pek yok onda. Ancak bu durum Henriette'nin kulağına gider elbet. Üzüle üzüle bir deri bir kemik kalır kadıncağız. Sonra da Allah rahmet eylesin.

Aslında tüm bu hikaye, Felix'in üçüncü kız arkadaşına yazdığı bir mektup. İlki Henriette. İkincisi, Felix'e aşık olan Leydi Dudley. Üçüncüsü de Natalie.

Felix hep Henriette ile Leydi Dudley'i kıyaslar. Natalie de ''Beni de bunlarla kıyaslayacaksın. Ama ben ne Henriette kadar iyi yürekliyim ne de Leydi Dudley kadar tutkulu. Git kendini çok sevdirmeden'' der.

Felix'e yine hüsran, Felix'e gene hasret var.Yine ona esmer günler düştü.

18.yüzyıl Fransa'sının toplumsal ve siyasal hayatının arka planda olduğu, Balzac'ın sanırım sadece kadınlara hitaben yazdığı bir aşk romanı bu. Zira yer yer ''Siz ki kelimenin tam anlamıyla kadınsınız...'', ''...tabi sizin anneleriniz öyle yapmaz...'' gibi ifadeleri var.