21 Aralık 2013 Cumartesi

LATİFE HANIM



LATİFE HANIM


Yazarı: İpek Çalışlar

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı-Haziran 2006 , 6. Baskı-Haziran 2006

Sayfa Sayısı: 520

Kızım olsa adını Latife koymayı düşünürüm. O denli sevdim Latife Hanım'ı.

Atatürk'ün gece geç saatlere kadar arkadaşlarıyla birarada olmasına sinirlenirmiş de üst kata çıkıp topuklarını yere vururmuş falan... Böyle karikatürize edilmiş bir Latife Hanım'ı büyük saygısızlık olarak değerlendiriyor yazar. Ben de. 

Latife Hanım, müthiş eğitimli, kültürlü, görgülü bir kadın.

Böyle avam hareketler yapacak tıynette değil.

Ama bir dönem, Latife Hanım'ın bu şekilde kötülenmesi politik bir gereklilik gibi algılanmış. 

Atatürk ve Latife Hanım boşandı. O yüzden Latife Hanım'ın kötülenmesi gerekiyor ki bu boşanma toplum nezdinde de haklı bulunsun. Böyle bir algı varmış.

Latife Hanım, bir kere çağının çok çok ötesinde bir kadınmış. Bugün için bile fazla hatta.

İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça bilen bir insan. Üstelik "derdimi anlatacak kadar" seviyesinden çok çok daha fazla. Diplomatik yazışmalar, kitap çevirileri yapabilecek kadar üst seviyede bir dil bilme. Kadın gitmiş Londra'larda, Paris'lerde yaşamış, eğitim almış.

Bu kadar dil bilmesinin yanısıra, hukuk eğitimi de var. Edebiyatla da ilgili.

Dolu, dopdolu bir kadın

Gerçekten Atatürk gibi bir lidere böyle bir eş yakışırdı.

Ya da Latife gibi bir hanıma ancak Atatürk gibi bir eş yakışırdı.

Latife Hanım, bu muazzam birikiminin yanısıra karakter olarak da çok güçlü. 

Öyle aman eşimi alttan alayım tavrı yok. Çatışmalarının başlıca sebebi de bu.

Latife Hanım, eşinin arkasında değil, yanında olan bir kadın.

Atatürk de nereden bakarsanız bakın, sonuçta tek adam olarak devrine sözünü geçirmiş bir lider. Kendisine diklenilmesine tahammülü yok.

Bir de biliyorsunuz Atatürk arkadaşlarını çağırıp gece yarılarına kadar sohbet etmeyi seviyor.

Fakat sağlığı tehlikede.

Latife Hanım, Atatürk'ün sağlığını düşünerek bu düzensiz yaşama müdahale ediyor. Bunu hani bazı kadınların yaptığı gibi alttan alta, ne bileyim çaktırmadan falan yapmıyor. Vardır ya, kadın çeşitli katakullilerle erkeğin aklına birşey sokar, sonra erkek de bunu kendi kararıymış zanneder. O böyle kadınsal oyunlardan uzak. Çat diye söylüyor, çat diye yapıyor aklına geleni.

Ama Atatürk bu müdahalelere dayanamıyor.

İsmet İnönü'nün dediği gibi, eğer Atatürk, Latife Hanım'ı dinleseydi belki daha uzun yaşardı.

Boşanmaları da biraz sancılı oluyor. Atatürk ve Latife Hanım Batılı gibi evleniyor. Gelin, damat, şahitler. O dönem için henüz uygulanmamış bir usül. Ancak boşanmaları geleneksel oluyor. Atatürk, Latife'yi gönderiyor. Böyle bir tablo gözüküyor. 

Bu tablo yabancı basında çokça eleştiriliyor. Hatta bir karikatürde Atatürk, smokinli, batılı, modern maskesinin altında şalvarlı, sarıklı bir tip barındırıyor gibi resmediliyor. Batılı gibi evlendiler, doğulu gibi boşandılar... tarzı haberler çıkıyor. 

Yalnız bu haberler yerli basında bu şekilde yer almıyor. Dümdüz, herhangi bir yorumdan, düşünceden, eleştiriden uzak bir haber olarak kamuoyuna duyuruluyor boşanma.

Basın o zamanlar da özgür değilmiş yani.

Ölümsüz Atatürk'ün üstüne bu kitabı okuyunca şahane oldu.

Atatürk biyogrofilerinde ister istemez Latife Hanım'a da yer veriliyor ama bu çok derinlikli bir anlatım olmuyor. Yazar, çeşitli kitaplarda yer alan Latife Hanım hakkında yazılanları da karşılaştırmış. 

Latife Hanım, evliliği boyunca siyasetle içli dışlı oluyor. Siyasi yazışmaları okuyor, yazıyor vesaire.

Belki de bu yüzden, boşanmalarının ardından, çok şey biliyor diye pek çok kişi tetikte bekliyor. 

Siyaset dünyasının bu kadar içinde biri olarak bazı kimselerin sırlarına da vakıf Latife Hanım.
Ayrıca aktif bir şekilde siyasete atılabilecek kapasitesi de var.

Ama bir şekilde susturuluyor. Bastırılıyor. Sindiriliyor.

Çok yazık.

Hem o dönem için yazık. Hem de bugün adının anılmaması yazık.








19 Aralık 2013 Perşembe

ÖLÜMSÜZ ATATÜRK





ÖLÜMSÜZ ATATÜRK

Yazarı: Vamık D. Volkan - Norman Itzkowitz

Yayınevi: Bağlam Yayıncılık

Basım Yılı: 1. Basım - Ekim 1998 , 5. Basım - Kasım 2008

Sayfa Sayısı: 480


Reklamcı bir arkadaşım önerdi bu kitabı bana. 

Reklamcılıkla ne ilgisi var diye soracak olursanız;

Şimdi benim bu arkadaşım (baş harfi Yelda) reklamcılığın piri bir insan. 

Yani benim gözümde öyle.

Ben şimdi reklamcılıktan hiçbir şey anlamadığım için, o benim gözümde reklamcılık alanında pir bir insan oluyor. 

Reklamcılık - satış teknikleri- psikoloji -  bilinçaltı...

Anladın?

Bunlar hep birbiriyle bağlantılı.

İşte buna bir gün hocası, konu açılmış, bu kitabın adını zikretmiş. Atatürk'ün psikolojisini anlatıyor diye. Atatürk'ün ölümsüz olma isteği, bu isteğin kaynağı falan gibi konuşmalar geçmiş.
Bizim kız da kitabı aklının bir köşesine not etmiş.

Sonra bir gün geldi. Yana yakıla bir kitap arıyor. Reklamcılıkla ilgili teknik bir kitap. Sormuş bir sürü yere. Kitabın en son baskısı yıllar önce olduğu için piyasada kolay bulunmuyor. Çünkü kitabı sorduğu yerler "D&R" gibi, "Alkım" gibi piyasa yerler.

Eski bir kitap arıyorsan oralarda işin ne? "Gel" dedim, "Seni bir yere götüreceğim."

Galatasaray Lisesi'nin karşısındaki sokakta bir pasajda sahaflar var. Tuttum bunu kolundan, gittik o pasaja.

Hemen girişteki ilk kitapçıya sordu aradığı kitabı. Ama hiç umudu yok bulacağından.

Kitapçı laps diye çıkardı kitabı önüne. 

Bu da bir sevinçle artık"O kitap varsa bu kitap da vardır burada" diye düşündü herhalde. 

"Ölümsüz Atatürk kitabı da var mı sizde?" diye sordu. 

Tak diye onu da çıkardı mı adam?

Bizim kız bir sevindi bir sevindi. 

O aşkla bu bir çılgınlık yaptı. Dilek Pastanesi'nde bana kahve ve tatlı ısmarladı. Çılgın şey.
Sonra da bu kitabı övdü.

"İyi ver o zaman, bir okuyayım madem ben." dedim.

Sağolsun verdi. Okuması gereken zibilyon tane kitabı olduğu için vermekte tereddüt etmedi. Bu kitabı okumaya kimbilir ne zaman sırası gelir? 

Yoğun bir insan kendisi.

Kitapla böyle tanıştık. Bu bizim tanışma hikayemiz.

Kendisinin huyuna suyuna gelince;

Yelda, psikolojik bir kitap olduğunu söylediği için ben yoğun psikolojik tahliller bekliyordum ama hiç de öyle değil.

Bir roman akıcılığında Atatürk biyogrofisi bu.

Atatürk'ün bazı davranışlarının arka boyutundaki psikolojik analizler zaman zaman dipnotlarda belirtilmiş.  Ama yoğun, teknik açıklamalar değiller bunlar. 

Kitap, öncelikle Osmanlı'nın son dönemlerindeki vaziyetini anlatıyor. Askeri, siyasi açıdan Osmanlı'nın son dönemlerini değerlendirerek Atatürk'ün Osmanlı arka planını gösteriyor.

İşte daha bu ilk sayfalarda nerdeyse kitabı elimden bırakıp, daha fazla okumayarak arkadaşıma iade edecektim. 

Bütün kitap bu şekilde bir ders kitabı içeriğyle giderse işimiz var, diye.

Ben çünkü kitapları genelde yolda okuyan insanım. Ben bu kitabı otobüslerde, vapurlarda nasıl okuyup anlayayım. 

Bir yandan böyle düşünüyorum, bir yandan da başka okuyacak kitabım yok. Çantamda duruyor bu.

Bir gün yine İstanbul'un bitmek tükenmek bilmeyen trafiğinde otobüste mahsur kalmışım. Neyse ki oturuyorum ve bu yüzden nispeten konforlu bir mahsuriyet halindeyim.

Zaman geçsin diye el mecbur, kitabı çıkardım çantadan. Okumaya devam ettim.

Ay sonra bu beni bir sardı, bir sardı. 

Ayy, dedim. Ben az kalsın bu kitabı geri verecektim. Hiiiiii.

Sonra okudum, bitti.

Adından da anlaşılacağı üzere bir Atatürk biyogrofisi bu. 

Hepimiz biliyoruz, Atatürk 1881 yılında doğdu, 1938 yılında öldü. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey.

Bu temel bilginin yanısıra hani okul sıralarında Atatürk hakkında okuduğunuz, duyduğunuz bilgiler vardır ya. 

İşte tarlada karga kovalaması, birdirbir oynarken eğilmeyi kabul etmemesi, ona Matematik öğretmenin Kemal adını koyması,  askerlere "Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum" demesi, "Merminiz yoksa süngünüz var" diyerek yılmış askerlere cesaret vermesi, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz, ileri!" emri,  bir maskeli baloya yeniçeri kostümüyle gitmesi, Yunan bayrağını yerden alması...

Okuldaki tarih derslerinden insanın aklında kalan böyle bölük pörçük anektodlar var ya.

İşte onların hepsinin şahane bir nizam içerisinde kolajlandığını düşünün.

Bir de bunlar fotoğraflarla desteklenseydi, tadından yenmezdi.

Fotoğraf demişken, Atatürk bütün fotoğraflarında son derece fotojenik malumunuz. Çünkü kendisi, çekilen fotoğraflarını inceler, çirkin çıktığı fotoğrafları imha ettirirmiş.

Bir ilginç özelliği de -ilk defa bu kitapta öğrendim- Atatürk şiir yazarmış. Ama pek mahir değilmiş bu konuda. Hatta bir hocası "Şiir yazma demiyorum, hobi olarak gene yaz" bile demiş. Daha doğrusu onun şiire olan ilgisi, askerliğini olumsuz etkiler diye düşünüp hocası onu şiirden uzaklaştırmış. Bugüne kadar hiçbir şiirinin bulunmamasını da kitap yazarları, bu şiirlerini de imha etmiş olabileceğine bağlıyorlar.

Kitap Atatürk'ün "yaşamı ve iç dünyası" alt başlığını taşıyor. İç dünyası için de psikolojiye girmek lazım. 
Psikolojik analiz bağlamında aklımda kitapta sık sık geçen "abartılı öz kavramı", "abartılı özimge", "kederli anne", "ülküleştirilmiş baba"... gibi kavramlar kaldı.

Kederli anne tanımı şuradan geliyor:

Mustafa, Zübeyde Hanım'ın dördüncü çocuğu. İlk üç çocuğu ölmüş. Sonra Mustafa doğmuş. Ama Zübeyde Hanım'ın sütü ona yetmemiş. Süt anne emzirmiş Mustafa'yı. Bu da onda kendi kendine yetebilme yeteneği kazandırmış.
Burada Mustafa'nın annesini yetersiz görmesi gibi bir çıkarımda bulunulmuş.

Ali Rıza Bey, Mustafa 7 yaşındayken ölmüş. 
Mustafa 13 yaşındayken annesi yeniden evlenmiş.
Mustafa bu evliliği kabul etmemiş.
Zübeyde Hanım, kocasına Mustafa'ya iyi davranması, ona saygı duyması yönünde telkinlerde bulunmuş. Üvey babası tarafından saygı gören Mustafa'nın da tavrı değişmiş.

Burada Atatürk'ün böyle bir huyunun olduğunu görüyorum.
Eleştirelere pek tahammül edemiyor. Akıllı, becerikli insanları seviyor. Öyle olmayanları yanından uzaklaştırıyor. Sevmiyor onları. Ama kendisine iltifat edildiğinde, sevmediği bir insan bile olsa, biraz yumuşuyor. 

Liderlerin, iyi de olsalar kötü de, dalkavuklara ihtiyacı olduğunu sonucunu çıkarıyorum ben buradan. Ya da ihtiyacı olmak demeyelim de, hoşlarına gidiyor. Belki de yüksek egolarını tatmin ettiği için.
Atatürk'ün yüksek bir egosu olduğu muhakkak. 
Bunun kitaptaki açıklaması "Kendisini ortalama insanların ilgi ve kaygılarının üzerinde görüyordu." şeklinde. sf 68

Daha aslında yaz yaz bitmez, dünya kadar not aldım kitabı okurken. Artık onlar da aklımın bir köşesinde bulunsun. Bir dost meclisinde yeri gelir anlatırım. 

Kitabı tavsiye de ederim.

Çok düzgün ve akıcı bir şekilde, adeta Atatürk'e o sıralarda eşlik ediyormuşsun, o anların içindeymişsin gibi hissettiriyor kitap.

Bu nedenle benim için psikolojik bir biyografiden ziyade roman tandansı vardı.

Ofiste bir gün elektrikler kesildi. Bilgisayar çalışmaz hale geldi tabi. Bilgisayar çalışmayınca da hiçbir iş yapılamıyor. İşte elektriklerin gelmesini beklerken ben.
 
Uçakta


7 Eylül 2013 Cumartesi

VATANDAŞ ABUZER


VATANDAŞ ABUZER

Yazarı: Yücel Sarpdere

Yayınevi: Evrensel Basım Yayın

Basım Yılı: 1. Basım - Ağustos 1992 , 7. Basım - Nisan 2001

Sayfa Sayısı: 288

Abuzer abimiz akıllı mı deli mi anlaşılmayan değişik bir abimiz.

Abimizde bir çene var, maaşallah, Allah bir çene vermiş, gerisini koyvermiş. Saçmalıyor zannediyorsunuz başta, sonra aslında saçmalamadığını, gayet de sivri sivri konuştuğunu, laf soktuğunu görüyorsunuz. Ama bunu özellikle mi yapıyor, doğası mı böyle hakikaten anlaşılmıyor.

Onun bu anlaşılmaz tavrı, etrafını saran polisler tarafından da çözülemediğinden görmediği işkence kalmıyor. Hoş, normal düzgün bir adam olsaydı da o polislerin elinde yine aynı muameleyi görürdü.

Bu abimizin polislerle ne işi var derseniz? İşte bu tam bir talihsizlik. Onun talihsizliği yanlış zamanda, yanlış yerde olması.

Yanlışlıkla bir operasyonun kucağına düşüveren Abuzer'i polisler yakalıyor. Ama Abuzer, polislere derdini bir türlü anlatamıyor. Anlatabilmesine de imkan yok. Çünkü karşısında laftan anlayabilecek insanlar yok.  

Kitabın özü de bu. 

Polis merkezlerindeki ve cezaevlerindeki uygulamaları konu alıyor. Ve bunu ti'ye alarak yapıyor.

Dönem 12 Eylül. Cuntanın getirdiği saçmalıklarla, mantıksızlıklarla dolu bir dönem. Vatandaş Abuzer ise bu mantıksızlıklara karşı mantığını koruyor ve karşısındaki polislerle, komutanlarla da akıllı, mantıklı konuşuyor. Ama biraz fazla ve gereksiz konuşuyor. Bir de bir yandan akıllı gibi ama bir yandan da saf gibi. Gerçekten tuhaf bir tip.

Ne konuştuğunun da çok önemi yok aslına bakılırsa. Onu mahkum etmeyi kafasına koymuş kafasızlara ne anlatabilir ki?

Abuzer ve cezaevindeki diğerleri inanılmaz insanlık dışı muamelelere maruz kalıyor. İnsanlık dışı olmasının yanısıra aptalca da.

 İşte Abuzer abimizin bu aptallara cevapları okumaya değer.


2 Eylül 2013 Pazartesi

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER




BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER

Yazarı: Yılmaz Güney

Yayınevi: Güney Yayıncılık

Basım Yılı: 1. Basım – 1971, 6. Basım – 1997

Sayfa Sayısı: 407



Yılmaz Güney’in bir roman yazdığını bilmiyordum. Arkadaşım verdi kitabı sağolsun, böylece öğrenmiş oldum, ve çok ağladım bee.

Ağlattı beni namussuz* kitap.

(“Namussuz” burada dedelerin kullandığı tonlamayla kullanılmıştır. Bir çeşit sevgi sözcüğü, “başımın belası”, “tatlı bela”, “seni hınzır seni” gibi anlamlar içermektedir. Hani “keraneci” gibi. Eğer sizin dedeniz bu ve buna benzer kelimeleri kullanmadıysa ne dediğimi anlamanıza imkan yok, ama bilin ki böyle dedeler var. İnsan torununu “keraneci namussuz” diye sever mi yaa?)


Adana’nın küçük bir köyünde geçiyor roman.

Bir ağanın topraklarını işleyen köylüler var.

Hayatları çok zor bu insancıkların. Öyle böyle değil ama harbi zor. Aç biilaç, sersefil bir hayat. Öyle ki götlerine don alacak paraları yok. Öyle ki bazen yiyecek lokmaları yok. Çok fena çok.

Bu insancıklardan Halil ve Emine, asıl karakterlerimiz ama konuyu sadece bu ikisine indirgemek olmaz.

Beni en çok etkileyen, en çok yaralayan mesela Remzi’cik.

Remzi çok başarılı bir öğrenci. Okumaya da hevesli. Ama köyde 3.sınıftan sonrasını okuyabileceği okul yok. En yakın okul da çok uzakta. 3 saatlik yürüme yoluyla gidiyor. Bunun karı var, kışı var, yağmuru var, soğuğu var.

Remzi’nin anne babası da onu okutmak için canla başla çalışıyor.

Bir gün hava nasıl yağmurlu, nasıl fırtınalı.

Babacığı Remzi’yi merak ediyor tabi. Düşüyor yola. Yolda yavrucağı bir bataklığa saplanmış buluyor. Allah’ııımmm.

Ki bu devede kulak.

Daha ne acılar, ne sefillikler.


Bu insancıkların ağaları nasıl zalim, nasıl düşüncesiz, nasıl aymaz insanlar.

Adamcağız bu ağalara yıllarını vermiş, sonra kazara ayağı sakatlanmış, adamın suratına bakmamışlar. “Bunca yıl bizde hizmeti var” dememişler.


Bir diğer acıklı nokta da, unutamıyorum,

Bu ağalardan bir tanesi horoz dövüşü yapıyor. Her dövüşte de kazanan bir horozu var. Bir tane köylücük, ağası kendisini dövünce köyü terk ediyor. Yıllar sonra geri dönüyor, elinde cılız bir horoz. Ağasının horozuyla kendi horozunu dövüştürecek, horozu yenerse ağadan intikamını almış olacak.

Yalnız ağa bu teklifi kabul etmiyor. Küçük görüyor adamcağızı. Parasına dövüştürmeyi teklif ediyor. Ama adamcağızda o para nerede? Bunu gören köylüler bir oluyorlar, rızklarından kesip, parayı denkleştiriyorlar ve dövüş başlıyor.

Bu kısım çok heyecanlı.

Sonunu söyleyeceğim. Bilmek istemeyenlerle yollarımızı burada ayıralım. Kitap çok güzel, aşırı tavsiye ederim, diyerek vedalaşalım.

Kalanlarla devam edeyim.

Bu dövüşü köylü kardeşimizin kazanması çok önemliydi. Bütün köylüler o cılız horozda kendi yoksulluklarını, kendi sefilliklerini, kendi ezilmişliklerini görüyorlardı. Yazar sonunu söyleyinceye kadar da herhangi bir tahminde bulunmaya da imkan yoktu. Kaybetse şaşırmazdık ama yıkılırdık.

Şükür ki yazar, köylünün kazanmasına müsaade ediyor. Köylümüz kazanıyor. Yüreğimize burada biraz su serpiliyor ama galibiyet coşkusu yaşayamıyoruz, çünkü zalim ağa, kaybeden horozunu tuttuğu gibi duvara çarpıyor, başını taşla eziyor. Onca zaman, onca dövüş kazanmış, kendisine bir sürü para kazandırmış horozunu bir çırpıda, gözünün yaşına bakmadan öldürüveriyor.

Köylüler de burada kazanmışlığın sevincini yaşayamayıp, gözünün yaşına bakılmadan canına kıyılan horozla özdeşleştiriyorlar kendilerini bu defa.

En çok da Halil.

Ağasına kul köle olan Halil’in aklını başına getiriyor bu olay.

Emine’sini de alıp kaçıyor.

Emine ki ağasının tecavüzüne uğramış, on yıllardır değişmeyen bir Türkiye klasiği olarak tecavüze uğramasının suçlusu kendisiymiş gibi davranılmış, orospu muamelesi yapılmaya çalışılmış, Halil’e aşık yavrucak.

Halil, tecavüz olayının ardından Emine’ye nasıl davranacağını bilemiyor. Ah be Halil’im, bağrına bas işte kızcağızı. Sen onu seviyorsun, o seni seviyor. Daha ne.

Yine bir şükür ki, Halil, Emine’yle beraber gidiyor.


Yılmaz Güney, şahane karakterler yaratmış. Bu konuda kitap çok zengin. Karakter bolluğunun yanı sıra bu karakterlerin hepsini kanlı canlı karşınızda görüyormuşçasına tanımanızı sağlayacak analizler var.

Kurgusu da keza övgüye layık. Hep dram, hep umutsuzluk değil. En başta ağladım dediysem o benim kendi iç dünyamla alakalı. Yoksa umut da var, mutluluk da. Yani tam mutluluk değil de, mutlulukçuk.

Kitabın Orhan Kemal roman armağanı alması boşuna değil anlayacağınız.


26 Ağustos 2013 Pazartesi

BİZİ KİMLERE BIRAKIP GİDİYORSUN TÜRK?


BİZİ KİMLERE BIRAKIP GİDİYORSUN TÜRK?

Suriye ve Filistin Anıları

Yazarı: Selahattin Günay

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - Nisan 2006

Sayfa Sayısı: 146

Selahattin Günay (1890-1956) teğmen olarak 1912'de Şam'a tayin edilmiş. 1918'e kadar Suriye-Filistin bölgesinde görev yapmış.

Bu görevi sırasında gördüklerini, yaşadıklarını, emekliliğinde yazmış.

İşte bu anılarından oluşuyor kitap.

Aşiretler, aşiret reisleri, bedeviler ve Casus Lawrance.

Casus Lawrance, hakkında kitaplar yazılan, filmi bile çekilen bir adam.

Aynı dönemde, aynı yerde bulunuyorlar Selahattin Günay ile. Ama Günay anılarında pek değinmemiş Lawrance'a. Bir yerde kendisine rüşvet teklif ettiği yazıyor o kadar.

Selahattin Günay, son derece dürüst, saygıdeğer bir devlet adamı olmuş. Oralarda bir devlet temsilcisi olduğunun bilincinde olmuş hep. Kimseye şahsi bir kin gütmemiş. Öyle ki kendisine tuzak kurmaya, suikast düzenlemeye kalkanları bile yeri gelmiş, affetmiş.

Onun bu delikanlı duruşu, herkeste saygı uyandırmış. Aşiretler arasındaki kan davasını bile durdurabilecek bir saygınlığa ulaşmış bölge insanları arasında. Düşman aşiretleri barıştırmış. Asi aşiretlerin devlete bağlılığını sağlamış. Zor durumdaki askerler için köylerden yiyecek toplamış, köy halkının rızasını alarak. 

Görevi sonlanıp oraları terkederken genç bir Arap, "Bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz?" diye üzülmüş arkasından. Kitaba adını veren anektod bu.

Kolay bir bölge değil o coğrafya. Yaşadığı yıllar itibariyle de kolay bir dönem değil. Bir asker olarak mesleği de kolay değil. Zorluklarla dolu bir hayat olmuş. Kelle koltukta, hep bir macera.


Anılarda, yazılan olayların doğruluğu  ve objektifliği tartışılır. Ama ben samimiyetinden kuşku duymadım okurken. Yiğitliğine, dürüstlüğüne inandım. 

Keşke daha çok, daha ayrıntılı yazsaydı.

Keşke tüm devlet adamlarında, politikacılarda... anı yazma kültürü olsaydı.


25 Ağustos 2013 Pazar

KARABİBİK


KARABİBİK

Yazarı: Nabizade Nazım

Yayınevi: Turna Yayınları

Sayfa Sayısı: 86


Karabibik, 1891'de yazılmış bir köy romanı. 

Aslında roman demek ne kadar doğru bilemiyorum. Kısa roman ya da uzun hikaye denebilir belki.

Karabibik, köylü bir amcamız. Muhtemelen bu onun lakabı.

Karısını kaybetmiş. Bir gelinlik kızı var. Kız biraz tembel, ahlaken ve zihnen de pek parlak sayılmaz.

Kıt kanaat bir geçimleri var baba kızın.

Karabibik'in en büyük hayali iki öküz sahibi olmak. Böylece tarla işleri kolaylaşmış olacak. 

Ama buna yetecek kadar parası yok.

Yine de borç harç bu öküzleri almak istiyor.

Borç alacağı kişi, acaba borç verecek mi?

Acaba öküzleri alabilecek mi?

Böyle minik bir heyecan bir de sanki işler ters gidecekmiş gibi bir his oluyor okurken. Ama heyecana mahal bırakmadan hoppadanak geçiyor bu faslı yazar.

Öküzler alınmış, işe koyulmuş bile.


Sonra Karabibik'in kızına bir kısmet çıkıyor.

Sanki delikanlı kıza kötü davranacakmış, aslında Karabibik delikanlıyı yanlış anlamış, işler kötü gidecekmiş hissi yine doğuyor bende.

Ama sonra hoppadanak kız istenmiş, düğün de olmuş bile.

Böyle hiçbir heyecana yer bırakmayan bir hikaye.

Mesaj da zaten bu. Köylülerin tekdüze hayatı. Aşağı yukarı birbirinin aynısı olan yaşamlar. Doğumdan ölüme kadar giden bir rutin.


Yazarın duygularını katmadığı, karakterlerin konuşmalarını olduğu gibi, gerçek şiveyle yazdığı bu roman, edebiyatımızın ilk realist romanlarındanmış. Nabizade Nazım da bu realizm ve natüralizmin edebiyatımızdaki ilk temsilcilerindenmiş. Sorarlar bunu sınavda. Kıpss ;)


Kitabın benim okuduğum baskısında (1. Baskı - Ağustos 2009) bunun dışında iki hikaye daha var.

SEVDA

Birkaç arkadaşın aşk ve sevgi hakkındaki beyin fırtınası. "Sevgi neydi? Sevgi emekti" muhabbeti.


HASPA

40 yaşındaki Behzat amcamızın, 12 yaşındaki Şahinde'ye aşık olması. 
Behzat'ın bu durumun çirkinliğinin bilincinde olması fakat bu aşktan kendini alıkoyamaması.

Sonunda Şahinde başkasıyla evleniyor. 
Behzat, kendi karısı ve çocuğuna dönüyor ama aklında Şahinde. Bir ara unutuyor, ancak evleneceği haberini alınca yine aşkı depreşiyor. Yapacak birşey yok. Unutmak zorunda.

Çirkin be.


İSTANBULLULAR



İSTANBULLULAR

Yazarı: Buket Uzuner

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Şubat 2007

Sayfa Sayısı: 519

Bugünlerin klişesi var ya. "Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle..."

Kitapta da bu var. Komple bir İstanbul mozaiği.

Her telden çeşit çeşit insan tahlilleri.

Kimisi yedi göbekten İstanbullu "ama" Ermeni. Kimisi doğudaki bir şehirden göçmüş gelmiş. Kimisi iyi bir insan "ama" Alevi.

Bu "ama"lı ifadeler yazara ait. 

Hatta yazara da değil aslında toplumsal dilimize ait.

İnsanın insani vasıflarından evvel, dinini ve milliyeti öne çıkaran bir dilimiz var. Dini ve milliyeti bizimkinden farklıysa fakat insan olarak iyiyse bu defa da "Alevi ama iyi bir insan", "Kürt ama iyi bir insan", "Ermeni ama iyi bir insan" diyiveriyoruz.

Sanki iyi insan olmak bir dine veya milliyete aitmiş gibi. İnsanın iyi olup olmadığını dini veya milliyetini belirliyormuş gibi.

Kitapta bu türden pek çok insan var.

Bunlar birbirinden bağımsız karakterler mi diye düşündüm ilkin. Çünkü eğer öyleyse, bir ortak noktaları yoksa, gözüme çok manalı bir kitap gibi gözükmeyecekti.

Ama şükür ki bir ortak noktaları var. "İstanbullu" olmanın dışında kitabın ana karakterleri olan Belgin ve/veya Ayhan'ın adı geçiyor hepsinin hikayesinde. Ucundan kıyısından da olsa.

Belgin, bir diplamat kızı. Babası ASALA tarafından öldürülmüş. Annesi de ondan bir süre sonra ölmüş. 

Kocası Mehmet Emin Entek, hayatta sadece kendi çıkarlarını düşünen, müthiş egolu, bencil, çıkarcı, kibirli, ukala bir işadamı.

Belgin ise tam tersi alçakgönüllü, sakin, hırssız bir bilim kadını.

Evlilikleri Entek'in, Belgin'i aldatması ve adamın bu kötü karakteri nedeniyle uzun sürmüyor.

Ayhan, doğudan, küçük bir yerden İstanbul'a gelmiş, taşlara gönül vermiş, başarılı bir heykeltraş. O da boşanmış. Bir tane kızı varmış ama ölmüş.

Kader bu ikisini bir sergide karşılaştırıyor. Aşık oluyorlar. Birbirlerine de çok yakışıyorlar.

Ayhan, İstanbul'da.

Belgin ise İstanbul'u terketmiş ve yurtdışında yaşamaya başlamış.

Tekrar İstanbul'a gelişi Ayhan sayesinde.

Ancak Ayhan'a kavuşması o kadar kolay olmuyor. 

Atatürk Havalimanı'na iniyor uçağı fakat havalimanı teyakkuz halinde. Bomba ihbarı var ve kimse havalimanından dışarı çıkamıyor.

İşte havalimanındaki bu bir sürü "İstanbullu" insanın hikayesini okuyoruz kitap boyu. Lazıyla, Kürdüyle, Alevisiyle, Ermenisiyle, Yahudisiyle, Hristiyanıyla, doğulusuyla, batılısıyla, türbanlısıyla... 

Ama esas karakterlerimiz Ayhan ve Belgin'den çok uzaklaşmadan. 



23 Ağustos 2013 Cuma

MADAM BOVARY




MADAM BOVARY

Yazarı: Gustave Flaubert

Çeviren: Mustafa Bahar

Yayınevi: Kum Saati Yayınları

Sayfa Sayısı: 383



Vuuuvvv, kocasını aldatan kadın. Hem de 1800’lerde.

Toplum ahlakını bozduğu ve dini duygulara hakaret ettiği gerekçesiyle, yayınlandığı dönemde yasaklanmış bu kitap.


Emma Bovary, doktor kocası Charles ile dışarıdan bakıldığında normal bir evli çift gibi.

Ancak, Charles'ın karısını çok sevmesine karşılık Emma aynı duyguları paylaşmıyor.

Emma hayattan sıkılıyor. Kocasını sevmiyor. Ne istediğini de pek bilmiyor. Sebepsiz bir mutsuzluk içinde. O zamanlar "depresyon" daha bilinmiyor tabi ama Emma aslında depresyonda.

Charles’in annesi, gelininin bu huyuna neyin iyi geleceğini şöyle söylüyor oğluna :

Ne gerek senin karına biliyor musun? Zorlu işler, beden işleri. Başka birçokları gibi o da ekmeğini kendisi kazanmak zorunda olsaydı, kafasına doldurduğu yığın yığın düşüncelerden, başıboşluğundan ileri gelen bu keyifsizliğe düşmezdi.

Bak bunu doğru söyledi kaynana.

Benzetmek gibi olmasın ama kendimden örnek vereceğim.

İşim başımdan aşkınken ne mutsuzluğa, ne depresyona vakit kalıyor.

Ne zaman ki boşta kalıyorum, yapacak bir şey bulamıyorum, sevgilime sarıyorum. Sürekli onu arıyorum, neden beni hiç aramıyorsun, sen beni sevmiyorsun triplerine giriyorum. Ne salakça. Ama sevgiliciğim olayı çözdüğü için “Senin hep meşgul olmanı istiyorum. Hiç işlerinden başını kaldırama inşallah” diye kendine dua, bana beddua ediyor.


İçinde bulunduğu boşluk, Emma’yı başka aşk maceralarına sürüklüyor.

Önce Leon ile tanışıyor.

Ama Leon duyarlı davranıp, Emma’dan uzaklaşıyor. Başka şehre gidiyor.

Sonra Rodolphe giriyor Emma’nın hayatına. Emma ona deli gibi aşık oluyor. Leon’u unutuyor.

Gizli gizli Rodolphe ile buluşuyor.

Sonra kaçma planı yapıyorlar. Tam kaçacaklarına yakın, nerdeyse her şey hazır, sen tut Rodolphe vazgeç bu işten. Bir mektupla kadını terk et. “Sorun sende değil, bende” de.

Emma tabi bunun acısı ve gurur kırıklığıyla yataklara düşüyor üzüntüsünden.

Kocacığı da nasıl deli divane etrafında. Ona iyi gelsin diye yeni eşyalar mı almadı, hava değişikliği iyi gelir diye başka bir eve mi taşınmadı. Hayatta varsa yoksa karısı.

Emma zamanla iyileşiyor. Rodolphe artık geride kalıyor.

Bu arada Leon dönüyor. Emma onu görünce eski aşkı depreşiyor. Leon için de aynı şekilde.

Hop bu defa Leon ile kaçamaklar, otelde buluşmacalar.

Yalnız dev bir sorun daha var. Emma borca battıkça batıyor. Bir tefeciye bulaşmak durumunda kalıyor ister istemez. Bu herif de nasıl anasının gözü. Emma da zaten hesaptan kitaptan anlamıyor. Devasa bir borcun içine giriyor.

Bir yandan bu borcu ödemek için oradan buradan para toparlamaya çalışıyor, öbür yandan da işler Leon ile eskisi gibi gitmiyor. Battıkça batıyor. Para için nesi var nesi yoksa satıyor. Tüm bunları Charles’tan gizlemeye çalışmak da ayrıca yıpratıyor. Ama eninde sonunda Charles bu borçtan haberdar oluyor.

Emma, kendinden küçük gördüğü, aşağıladığı Charles tarafından küçümsenmeyi göze alamadığı ve ondan bundan borç para isterken düştüğü sefil durumlar yüzünden arsenik alıp intihar ediyor.

Kocası tabi yıkılıyor. Bir tane kız çocukları var. Emma zaten pek ilgi göstermiyordu ona ama baba kız perişan oluyorlar.

Charles, bir süre Emma’nın yasını tutuyor. Ta ki Emma’nın Rodolphe ve Leon’la yazıştığı aşk mektuplarını görünceye kadar.

Dev yıkım.

Ölüyor zaten daha fazla dayanamayıp.

Upps, sonunu söyledim.

 

13 Ağustos 2013 Salı

AĞRI'NIN DERİNLİĞİ




AĞRI'NIN DERİNLİĞİ
Yazarı: Ece Temelkuran
Yayınevi: Everest Yayınları
Basım Yılı: 1. Basım - Mart 2012 , Cep Boy 3.Basım - 2012
Sayfa Sayısı: 381

"Bir yolculuk eğer gerçekten bir yolculuk ise yolcunun sorduğu sorulara cevap vermez. İyi bir yolculuk, yolcunun sorularını değiştirir."
diyor Ece Temelkuran ve sorularını değiştirecek bir yolculuğa çıkıyor.
Ermenileri anlamak üzere çıktığı bu yolculukta ilk olarak Erivan'a gitmiş. Sonra Paris ve ABD.

Ermenilerin 1915 konusunda ne kadar ısrarcı olduğu malum. Bunun bir soykırım olarak kabul edilmesi üzerine bir hayat inşa etmişler. Kitabı okuduktan sonra bu kanaatim pekişti.  Bütün hayatlarını soykırımı kabul ettirmek üzerine kurmuşlar.  Ola ki Türkiye soykırımı kabul etse, Ermenilerin yaşama amacı kalmayacakmış gibi bir tablo var.
Kitap, onların bu hassasiyetini anlamamızı sağlayacak bir kapı açıyor. Acılarının derinliği anlamak, empati yapabilmek açısından faydalı bir kitap bu.

Anlamak mümkün ama anlaşabilmek pek mümkün gözükmüyor.
Mesela Ece Temelkuran'a nereden geldiğini soruyor bir Ermeni teyze. "İstanbul" diye cevap verince "Sen bizim Konstantinapol'ümüze nasıl İstanbul dersin!" diye azarlıyor.

Sonra Ağrı Dağı hassasiyetleri. Dağı kökünden söküp kendilerine versek, dünyalar onların olacakmış halleri.
Onların Ararat dediği Ağrı Dağı, onlar için gerçekten çok önemli. Hatta kitapta Ece Temelkuran'ın konuştuğu Ermenilerden biri Ağrı Dağı için "Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi" diye anlatıyor önemini.

Kendilerini evsiz, yurtsuz hissediyorlar. Bu yüzden sanırım öfkeleri.
Fransa'da yaşayan Ermeni bir şair mesela şunları söylüyor:
"Yazar olarak hep sürgünü yazdım. 20 yaşında yazdığım şiirler bile sürgünle ilgili. Oysa Fransa'da doğdum. Ama annemlerin sürgünlüğü benim bilincime işlemiş. Bu yüzden de kendimi Fransız hissetmiyorum. Ermenistan'a gittiğimde orası da benim değil. Bu kalıcı bir duygu. Dünyanın evsizleri gibiyiz hepimiz."

Ece Temelkuran da bu duruma hayret ediyor.
Bizzat görmediğin, bizzat yaşamadığın bir acıyı, on yıllar geçmiş olmasına rağmen nasıl bu kadar içselleştirebilirsin? Nasıl sanki bizzat kendin yaşamışsın gibi bu acıyı bu kadar derinden hissedebilirsin?

1915'ten sonra nar taneleri gibi dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerden Amerika'ya gelenler orada Amerikalı gibi yaşamaya başlamışlar. Ermeniliklerini unutmuşlar. Ama sonraki nesiller, bunu değiştirip Ermeniliklerini hatırlamışlar. Soyadlarını değiştirip sonuna -yan ekini eklemişler. Tarih araştırmaları yapmışlar. Çocuklarını da bu bilinçle yetiştirmişler.
Bu konuda da ilginç bir soru ortaya atıyor Ece Temelkuran. Ne zaman öğreniyoruz bunları? Sen mesela ne zaman öğrendin Ermenileri sevmemen gerektiğini. Ya da bir Ermeni çocuk tam ne zaman öğreniyor Türklerin kötü olduğunu.

2001'de Fransa'da bir yasa tartışması çıkıyor. Ermeni soykırımı yoktur diyenlerin cezalandırılması.
Böyle bir yasa çıkarıp da düşünce ve ifade özgürlüğü olduğundan bahsetmek mümkün değil.
Ermeni lobisi ise genel olarak bu yasadan memnun gözüküyor.
Biz Ermeni lobisinin çok güçlü olduğunu düşünüyoruz ya. Ece Temelkuran ABD'de etkili birkaç Ermeni ile de konuşmuş. Ve onların söylediğine göre Ermeni lobisi bizim zannettiğimiz kadar güçlü değilmiş:
"Diasporanın çok güçlü olduğunu söylemek tipik milliyetçi bir propogandadır Türkiye'de. Eğer Türkiye'deki çoğunluk böyle düşünüyorsa bu, ülkedeki yönetici sınıfının manipülasyonudur."
"Siz orada sanıyorsunuz ki Türk lobisi Ermeni lobisinden daha güçsüz. Öyle değil. Onlar bizim harcadığımızın kaç katı para harcıyorlar."

Biz hep bu konuyla ilgili "Tarihçiler konuşsun" diyoruz ya. Ermeniler buna pek yanaşmıyor. "Siz Kurtuluş Savaşı olmuş mudur diye bir tartışmanın içine girer misiniz?" diye soruyla karşılık veriyor bir tanesi bu konuya. Yani soykırım olmuş mudur, olmamış mıdır gibi bir tartışma onlar için adeta haysiyet kırıcı.

Benim çıkardığım sonuç, Ermenilerin kendilerini kurban olarak gördükleri ve herkesin de bunu kabul etmesi için var güçleriyle çalıştıkları.
Ece Temelkuran'ın konuştuğu Ermeni bir psikolog,
"Türkler sürekli suçlandıkları için travma yaşadılar. Bazen suçluluk, sonraki kuşaklarda hissizlik, sıfır duygu durumu ortaya çıkarabilir"
demiş.
Bizdeki duygu biraz bu sanırım. Hissizlik.

Kitap, Erivan'da, Erivan'daki gözlemlerle ve röportajlarla başlıyor. Ece Temelkuran bu yazı dizisini hazırlarken Hrant Dink'ten de yardım almış. Bağlantıları o kurmuş.
Dolayısıyla Hrant Dink'in ölümü ve sonrasına da bu kitapta yer verilmiş.
Hrant Dink öldürüldüğünde binlerce insan "Hepimiz Hrant Dink'iz.", "Hepimiz Ermeniyiz" diye sokaklara dökülmüştü. Bu durumu Ece Temelkuran şöyle yorumlamış:
"Hrant öldüğünde nasıl Türkler için bir çatlak açıldıysa Ermeni meselesinde, diaspora için de aynı çatlak Hrant için yürüyen ve ağlayan 100 bin Türk'ü gördüklerinde açılmıştı. Bu çatlak Türkiye için tehlikeli ise diaspora için de o kadar tehlikeliydi. Hrant nasıl sokaktaki insan için 'hain Ermeni' imgesini yerle bir ettiyse cenazesi de diaspora için 'korkunç Türk' imgesini parçalıyordu."

Netameli bir konu Türkiye’de Ermenilerden bahsetmek.
Yazar da bunun farkında ve tedirginliğinde. “Soykırım sözcüğünü hiç geçirmeden nasıl yazacağım ben şimdi Ermenistan'ı?” diye düşünüyor tabi.
Soykırım sözcüğünü hep tırnak içinde kullanarak bunu aşmaya çalışıyor. Bizdeki resmi söylem olan “sözde soykırım” ifadesini neden kullanmak istemediğini de şöyle açıklıyor:
"Ama ne yalan söyleyeyim, Türkiye'nin resmi söylemi olan sözde soykırım lafını da hiç etmedim. Çünkü ne soykırım, ne de sözde soykırım demek istiyordum. Derdim, hakikati, siyasi terminolojinin, politik tartışmanın önüne koyan üçüncü bir dil bulmaya çalışmaktı.
Hrant Dink de bu üçüncü dilin arayışındaydı. Onun sözleriyle kapatayım:
"Bir onur görmek lazım. Türklerin reddedişinde bütün o olanları kendilerine yakıştıramadıklarına dair bir onur, Ermenilerin bu acıyı yüzyıllardır taşıyor olmasında bir onur görmek lazım."