23 Şubat 2013 Cumartesi

DEVLET KUŞU




DEVLET KUŞU

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 7. Basım - 2001

Sayfa Sayısı: 247



Orhan Kemal'in romanlarındaki İstanbul'u hiç sevmiyorum. O romanın geçtiği dönemi, o dönemin insanlarını...

Daha önce okuduğum "Evlerden Biri" ya da "Bir Filiz Vardı"da da böyleydi. Henüz 14-15 yaşındaki kız çocuklarına laf atan, elle sözle taciz eden, otobüste sıkıştıran öküzler, bol bol mahalle dedikodusu, fakirlik, sefillik, fakirlikten kurtuluşun tek yolu olarak zengin eş bulma derdi, aile içi saygısızlıklar, evladın anne babaya, anne babanın evlada, anne babanın birbirine davranışları....offf. Çok darlanıyorum bu romanlarda. 

Fakir bir semtin fakir bir Arnavut ailesi. Arnavut diye özellikle belirtmemin sebebi romanın Arnavut şivesi ile süslenmesi. Hiç Arnavut şivesini birebir duymadığım için bilemiyorum ama kitaptaki kullanımı televizyonlarda çingene karakterleri canlandıran oyuncuların kullandığı dil. "Benim serseri oğlan gezer bütün gün, istemez çalişmak, gitmez kulağina söz, değil çocuk ki çekeyim kulakıni... ne süylersin be..." Biraz da Rum havası var gibi.

Anne Şöhret, baba Mehmet, büyük erkek çocuk Mustafa, kız kardeşler Ayten ve Nurten, küçük erkek çocuk Erol, en küçükleri bebek Hikmet. Yiyecek yemek bulmakta sıkıntı çekecek kadar dev bir fakirlik. 

Mehmet bir yerde bekçi. Arkadaşı var Bayram diye. Olmaz olsun böyle arkadaş. Hanımın altınlarını satıp içkiye yatıran hödükler. Evde yiyecek ekmek yok, ama rakıya mezeye ayıracak para var. Çoluğunun çocuğunun rızkı o hayvan. 

Ayten ile Nurten, fabrikada çalışıyorlar. Onlar da zengin koca bulma arzusunda.

Mustafa. İşte asıl adamımız. Serseri, hovarda. Bir yandan hoşuna gidiyor bu hayat tarzı ama öbür yandan bu yolun yol olmadığının farkında. Komşu kızı Aynur'a aşık ama nasıl evlensin, neyle baksın ona. İyi bir iş bulup kendine çekidüzen vermeden evlenmek istemiyor onunla. Bir köfteci dükkanı açma hevesinde. Ama para yok. 

Bir gün mahalleye zengin bir adam gelir. Burnu Kaf dağında eski kaymakam Zülfikar Bey. Bu mahalleye bir apartman dikecektir. Adam zengin ama zengin bir muhite değil ille de buraya yapmak istiyor apartmanını. Nedenini karısına şöyle açıklıyor:

" Dolaştığımız ilçelerin kılkuyruk hakim, avukat, doktor, bilmem memur hanımlarından, kaymakam hanımı olduğun halde az mı dert yanardın? Ne çabuk unuttun. Halbuki fakir fukara...Bağır, çağır, döv, söv,say...Değil el kaldırıp karşılık vermek, gözlerini kaldırıp bakmazlar bile...Bağırdım, çağırdım, ağzıma geleni söyledim de tıss. Zengin semtlerin ukala dümbelekleri olsa"

Pis fakirler.

Adam bu kanaate erişmekte haksız da sayılmaz. Adam mahalleye adım atar atmaz, karaktersiz Bayram yaltaklanmaya başladı. Aman efendim, sepet efendim. Mahallenin çocuklarına apartman dikeceği arsada top oynuyorlar diye ağzına geleni saydırıyor, fahişe çocukları, piçler, veledi zinalar diyor, mahalleliden tıs yok gerçekten. Adam da bunu istiyor. Kendisi essin gürlesin, ama kimse kendisine ses çıkaramasın. Zenginlere karşı, eğitimlilere karşı bunu yapamayacağını bildiği için, buraya çörekleniyor.

Dışarıda böyle adileşen bu adam evde melek gibi oluyor. Varsa yoksa biricik kızı. 

Kızı 25 yaşında ama zayıflıktan, gelişmemişlikten 15 gibi gözüküyormuş. Çok çirkinmiş. Sıska, zayıf, kuru bamba gibi tanımlamaları var yazarın bu kız için. Kız aşırı bir şekilde roman ve sinema tutukunuymuş. O kadar ki biraz kafayı sıyırdığı söylenebilir. Hayal aleminde yaşıyor. Kitap okumanın böyle zararları olur mu ama ya? Yapmayın böyle. Bir de adaşım kendisi, Hülya.

Apartman bitiyor, Hülyalar da dairesine yerleşiyor. 

Hülya ve annesi, Mustafalara ziyarete gidiyor bir gün. Mustafa yok evde o gün. Mustafa'nın annesi telaş içinde. Misafirlerin karşısına çıkamıyor. Çünkü onların yanında giyebileceği tek bir düzgün kıyafeti yok. Hepsi eski, yamalı, kirli. Aynur yetişiyor imdadına. Düzgün bir elbise ayarlıyor kayınvalidesi diye gördüğü kadına ama kadın oralı değil. O Mustafa'sına kimseleri yakıştıramıyor.

İşte bu ziyarette Hülya, Mustafa'nın bir fotoğrafını görüyor. Görür görmez de aşık oluyor.

Kızının bir dediğini iki edemeyen Zülfikar Bey, Mustafa'ya iş veriyor. Ailesine ev veriyor. En son da kızını veriyor.

Mustafa bunların hiçbirine yanaşmıyor başta. Ama ailesi, arkadaşları, herkes ısrarcı olunca karşı koyamıyor. Hele Sülo. En biricik arkadaşı. O giriyor kanına. Mustafa, her ne kadar babasına ve babasının Bayram'la olan arkadaşlığına kızsa da kendisinin de Bayram'ı olarak Sülo var. Kınadığı şey kendisinin de başında var ama bunun farkında değil.

Bu iş sahibi olma, ev sahibi olma, evlenme süreci o kadar hızlı ilerliyor ki. Gerçekten kitapta da bu hızı görüyorsunuz. Çok ayrıntılı anlatılmıyor bu kısımlar. Çarçabuk geçiyor. O hızı biz de anlayalım diye herhalde.

Mustafa, aklında Aynur ama yanında Hülya, başında zebella gibi kayınpederi, sabah işe git, akşam gel bir hayat sürmeye başlıyor. Bu hayatın ekmeğini ise kendisi değil, ailesi yiyor. Babasına iyi bir iş bulunuyor, kız kardeşlerinin artık çalışmasına gerek kalmıyor, hayallerinin bile ötesinde bir rahata kavuşuyorlar. Ama Mustafa'nın hayatı zapturapt altında. Kayınpederi hiç nefes aldırmıyor.

Tahmin edileceği üzere Mustafa en nihayetinde zincirlerini kırıyor. Bir iş için dışarı çıktığında Aynur ile karşılaşıyor. Deli gibi içiyorlar birlikte. Sonra evlendiğinden beri görüşemediği serseri arkadaşlarına gidiyor. Bir posta da onlarla içiyor. Zil zurna bir şekilde eve gelince evde kıyamet kopuyor tabi. Kayınpederi "Seni ben adam ettim. Üzerine kıyafet aldım, şunu aldım, bunu aldım" diye saydırmaya başlayınca Mustafa çıkarıyor üstünü başını, evi terkediyor. Hamile karısı Hülya da peşinden koşturuyor ama merdivenlerden yuvarlanıp hastaneye kaldırılıyor.

Mustafa artık ipleri koparmış. Eski sefil ve serseri hayatına geri dönüyor. Aynur ile bir hayat düşünüyor artık. 

Eski arkadaşlarıyla yine köfteci dükkanı peşinde ama para yok. Para para diye kıvranıyorlar.

Bu arada Hülya hastanede son günlerini geçiriyor. Mustafa'yı görmek istiyor ama Mustafa artık o aileden kimseyi görmek istemediği için gitmiyor.

Kızı için deli divane olan Zülfikar Bey, Mustafa'nın yanına gidip ayaklarına kapanıyor. Hülya'nın artık son günlerini yaşadığını, ölmeden kendisini bir görmesini, kızının son arzusunun bu olduğunu söylüyor. "İstediğin kadar para da veririm sana" diyip savuruyor paraları ona.

Tam da köfteci dükkanı için yana yakıla para aradıkları bir zamanda karşılarına bu şekilde para çıkması trajikomik olsa da bizim serseriler bu paraya tamah etmiyor, Sülo topladığı paraları Zülfikar Bey'e "Biz insanlığımızı parayla satmayız" diye geri veriyor. Mustafa da insanlık namına ölüm döşeğindeki karısını görmeye gidiyor. 

SON
Erler Film Gururla Sunar




21 Şubat 2013 Perşembe

İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ





İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ

( A Tale of Two Cities )

Yazarı: Charles Dickens

Hazırlayan: Mehmet Gökhan Topçu

Yayınevi: Antik Dünya Klasikleri

Basım Yılı: 2007

Sayfa Sayısı: 495



Müthiş heyecanlı bir roman. Hem de daha ilk sayfalarda başlayan bir heyecan.

Genç ve güzel Lucie, tam 18 yıl sonra babasının aslında ölmediğini öğreniyor. Babası bunca yıl zindanda hapis yatmış. 

Ona bu gerçeği Tellson Bankasının önemli ismi Bay Lorry söylüyor ve birlikte babasını hapisten çıkarıyorlar.

Sonra bir mahkeme salonu sahnesi başlıyor. Lucie ve babası vatan hainliği ile suçlanan Charles Darnay için şahitlik yapıyor. Darnay'ın avukatı Darnay'a çok benzeyen Carton'u mahkeme heyetine gösterip, "Ne belli Darnay'in yaptığı. Bu arkadaş da ona benziyor. Belki de onu da başkasına benzettiler ha ne belli" diyor. Böylece Darnay beraat ediyor.

Lucie ile Darnay birbirlerine aşık olup evleniyorlar. 

Londra'da mutlu mesut yaşarlarken Fransa'da ihtilal oluyor ve sokaklar kan gölüne dönüyor. Zengin zümre insanları bir bir idam ediliyor. 

Darnay'in, çok önceden ilişiğini kestiği soylu ama zalim ailesinin bir çalışanı da hapse atılanlar arasında. Darnay'den yardım istiyor. Darnay bu yardıma kayıtsız kalamıyor ve ailesine haber vermeden çok affedersiniz bok var gibi Paris'e gidiyor. Paris'te halk delirmiş. Hergün onlarca insanın kellesi uçuruluyor. İnsanlar da bunu vahşi bir zevkle izliyor. O kadar ki "...Giyotin üzerine latifeler yapılması moda halini almıştı; baş ağrısına iyi geldiği, saçların ağarmasını önlediği, cilde özel bir zarafet verdiği anlatılıp gülünüyordu."

1789 Fransız İhtilalinin "hürriyet, eşitlik, kardeşlik" getirirken çok da masum olmadığı anlatılıyor bol bol.

Lucie, babası Doktor Manette, Bay Lorry tası tarağı toplayıp Paris'e, Darnay'i kurtarmaya gidiyor. Ama bu hiç kolay olmuyor. Tam kurtuldu derken bir daha tutukluyorlar onu. Dravdan bir yargılama yapıyorlar. Sonunda da idamına karar veriyorlar.

Herşey bitti derken Carton çıkıyor ortaya. Gizlice hapishaneye gidip Darnay ile kılık değiştiriyor. O içeri, Darnay dışarı. Birbirlerine çok benziyorlar ya. Peki Carton bunu neden yapıyor? Çünkü Lucie'ye aşık ve sevdiği kadının mutlu olmasını istiyor, ölümünün boşa olmayacağını, bu güzel ve soylu ailenin onun adını onurla yaşatacağını biliyor.

Hikaye kabaca böyle ama bunu tamamlayan yan konularla birlikte okunduğunda enfes bir hal alıyor. Alakasız birinden ya da bir olaydan bahsedildiğini sanırken onun ana konuya ustaca eklemlenmesi hayranlık uyandırıcı. 

Yanlış farketmediysem kitapta kimsenin adı boş yere geçmiyor. Mesela durduk yerde birinden bahsediyor. Defarge diye bir şarapçı mesela. Şarap dükkanı var, karısı var, karısı örgü örüyor. Bunlardan bahsediliyor. Durduk yerde ne alaka, kim ki şimdi bunlar diye düşünürken sonra anlıyoruz neden onlardan bahsedildiğini. 

Ya da bir bölümde bir senyörden bahsediyor mesela. Marki diye de geçiyor. "Senyörün sabah çikolatasını aşçının yanında dört güçlü adamın yardımı olmadan içmesi olanaksızdı...Uşaklardan biri çikolata kasesini onun yüksek huzuruna getirir, bir ikincisi tamamıyla bu iş için yapılmış küçük bir kaşıkla onu köpürte köpürte karıştırır, üçüncü bir uşak çenesinin altına peçete tutar, dördüncüsü de çikolatayı senyörün dudaklarına götürürdü." Buradan anlayın nasıl bir adam olduğunu.

Bu adam kim şimdi, ne alaka, derken ilerleyen sayfalarda onun Darnay'in amcası olduğunu, Darnay her ne kadar ailesinin soyluluğu ile ilgilenmese de devrim mahkemesine göre aristokrat bir soyu olduğu için cezalandırıldığını görüyoruz. 

İşte bu senyörün ve dolayısıyla Darnay'in ailesi, yukarıda bahsettiğim Madam Defarge'in ailesine zarar vermiş meğersem. O da oraya bağlandı.

Bunun gibi. O yüzden okuyacaklara tavsiyem kimseyi boş geçmeyin. Bu kitaptaki herkes önemli. Gerçi ben hikayeyi ve bazı heyecanlı kısımlarını bile yazdıktan sonra okuma hevesiniz kırılabilir ama kırılmasın. Hala heyecanlı noktaları var. 

17 Şubat 2013 Pazar

YÜZBAŞININ KIZI




YÜZBAŞININ KIZI

( Kapitanskaya Docka)

Yazarı: Alexandre Sergeyeviç Puşkin

Türkçesi: Süheyl Güven

Yayınevi: Bahar Yayınevi

Basım Yılı: 2004

Sayfa Sayısı: 184




Rus edebiyatı deyince akla ilkin karmaşık ve bir dolu isim, sayfalar dolusu betimlemeler gelir ya. Bu onlardan değil. Daha konsantre hali onların. 

Problem aslında şurada. Adı mesela Pyotr Andreyiç Grinev olan adama bir Pyotr deniyor, bir Andreyiç deniyor, bir Grinev deniyor, bir Petruşa deniyor. O yüzden üç isimli bu arkadaşların her bir adını ve kısaltmalarını iyice bellemek gerekiyor. İyi bir romanda, ya da daha doğrusu iyi bir çeviride bu çok problem olmuyor. Romanın akışı içine kendini kaptırınca anlayabiliyorsun. Çok korkmamak lazım o yüzden.

Roman, 1700'lü yıllar Rusya'sında geçiyor.

Andreyiç, baba mesleği askerliği sürdürmek için görevlendirildiği bölgeye gitmek üzere yardımcısı/dadısı Savelyiç ile yola çıkar. 

Yolda daha dakika bir gol bir haytalığa başlar.

Kaldıkları handa bilardo oynar, yenilip yüz ruble kaybeder. Parayı, dadısının tüm itirazlarına rağmen öder.

Oradan ayrılıp yola devam ederken, kendilerini götüren arabacı "Birazdan kar bastıracak, tipi olacak, göz gözü görmeyecek" demesine rağmen aldırmaz, yola devam edilmesini ister. Nitekim tipi bastırınca kalakalırlar ortada. Neyse ki onlara yol gösteren biri çıkar. Hep birlikte bir hana giderler. Ancak onlara yol gösteren rehber haydutun tekidir. Buna rağmen Andreyiç, ona yol göstermesinin karşılığı çıkarır kürk yeleğini verir.

Nihayet görev bölgesine varır. Buradaki yüzbaşının (gerçi kitapta yer yer subay, yer yer komutan diye geçiyor, askeri ünvanlardan da anlamıyorum zaten ama kitabın adına sadık kalayım, yüzbaşı diyeyim) kızı Maşa'ya aşık olur. Ancak Şvabrin adındaki ikiyüzlü, kalleş de Maşa'ya aşıktır. Şvabrin'e bu kadar yardırmamın sebebi ilerde saf değiştirip vatani görevi yerine isyankar bir çapulcuya yaltaklanması ve Maşa'ya acımasız davranması.

Andreyiç'in bulunduğu bölge Çar'a ayaklanıp kendisinin çar olduğunu söyleyen Pugaçev ve adamları tarafından zaptedilir. Andreyiç bir bakar ki Pugaçev aslında kar yüzünden yolda mahsur kaldıklarında kendilerine yol gösteren rehber imiş. Pugaçev de onu tanır. Kürk yeleğin hatırına canını bağışlar. Fakat Maşa'nın anne, babası idam edilir. Maşa'yı da peder ve karısı evlerinde saklar. Zaten kızcağız bu olanlar yüzünden hasta olup yataklara düşmüş vaziyettedir.

Andreyiç, oradan ayrılır ama tabi aklı Maşa'da. Geri dönüp Maşa'yı kurtarmaya karar verir. Bunun için Pugaçev'e herşeyi anlatır. Tabi Maşa'nın yüzbaşının kızı olduğunu söylemeden.

Pugaçev insafa gelir ve sevenler kavuşur. Maşa'yı alıkoyan Şvabrin de, Pugaçev tarafından cezalandırılır.

Ama Andreyiç en nihayetinde bir asker olduğu ve orduya katılması gerektiğinden Maşa'yı kendi anne babasının yanına gönderir.

Gel zaman git zaman Şvabrin denen alçak burayı basar. Andreyiç, annesi, babası ve Maşa'yı kim kurtarır? Tee bilardo oynarkene yenildiği komutan.

Kıssadan hisse. İyilik yap iyilik bulasın. Kumarda kaybedince paranı ver. Karda sana yol gösterene kürk ver, para ver. Bunlar hep iyilik. 

Pugaçev isyanı da bastırılmış, artık Andreyiç ailesiyle birlikte mutlu mesut yaşayacağını düşünürken, bir celp gelir Çariçe'den. Pugaçev ile işbirliği yaptığı iddiasıyla yargılanır Andreyiç. Durumun böyle olmadığını anlatmasına rağmen, nasıl inandırsın? Sormazlar mı adama Pugaçev herkesin kellesini keserken seni neden serbest bıraktı? Sana neden yardım etti? Onun adamıymışsın demek ki.

Andreyiç sürgünle cezalandırılır. Buna kahrolan Maşa, toplar tası tarağı Çariçe'nin karşısına çıkar. Anlatır tüm olanları. Çariçe de insafa gelir ve Andreyiç kurtulur. İşte şimdi mutlu mesut olabilirler artık.

Roman, böyle bir aşk hikayesi gibi gözükse de arka planında tarihi gerçeklikleri barındırıyor. Pugaçev isyanı, dönemin ruhu...net bir şekilde ortaya seriliyor. Keza o dönem Rusların Türklerle de savaşları olduğu için romanda yer yer Türklerden de bahsediliyor. Tam bahsetmek gibi değil de aslında, örneklem olarak kullanılıyor. İşte "Ne Prusyalı'nın süngüsü, ne de Türk'ün kurşunu değebilmişti sana...", "...tam Türk usulü kılıcımı adamın kafasına vurmaya hazırlanırken...", "Türkle veya İsveçli ise çarpışsan neyse.." gibi.

İnsan imreniyor. Bizim de o dönemlerde yazılıp bugüne kadar gelmiş klasiklerimiz olsa. Bizdekiler 1800'lerden başlıyor, Tanzimat ile. Onlar da güzel eserler ama daha öncesinden başlasaymış. İşte bunlar hep matbaanın geç gelmesi yüzünden.

TANRI DAİMA TEBDİL-İ KIYAFET GEZER




TANRI DAİMA TEBDİL-İ KIYAFET GEZER

( Dieu Voyage Toujours Incognito)

Yazarı: Laurent Gounelle

Fransızcadan Çeviren: Işık Ergüden

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Basım Yılı: 3.Baskı - Temmuz 2012

Sayfa Sayısı: 447



Otobüslerde, vapurlarda bir sürü insanın elinde görünce ilgimi celbetti bu kitap. Neymiş bakalım, diyerek okumaya başladım.

Bir intihar girişimi ile başlıyor hikaye. Kahramanımız Alan tam Eyfel Kulesi'nden kendini boşluğa atacakken yanıbaşında bitiveren bir adam "Dur, yapma!" diye ona müdahale ediyor. Aslında yapma demiyor, "Yap, Yapmazsan en adisin" diyor. Adamımız da intiharının bir emir gibi olmasından rahatsızlık duyduğu için vazgeçiyor.

Tam olarak diyalogları böyle değil tabi, daha nazik, daha ikna edici. 

Alan, kendisini intihar girişiminden kurtaran esrarengiz adam ile bir anlaşma yapıyor. Hayatının karşılığında adamın her söylediğini yapacak.

Adamın verdiği emirler Alan'ın ezikliğini ortadan kaldırmaya yönelik. Alan, işyerinde epey sönük biri. İşini sevmiyor. Sevilecek pek bir yanı da yok zaten işinin. Bir çeşit iş bulma kurumunda çalışıyor. İstihdam eilecek insanlar ve eleman ihtiyacı olan şirketler arasında kontak kuruyor. 

Adamın gazıyla iş arkadaşlarına, patronuna posta koymaya başlıyor. Gerçi posta koymak gibi değil de itiraz edebilmek, fikrini söyleyebilmek gibi kendisi için çok zor şeyler yapıyor.

Adam fahri çalışan bir yaşam koçu değilse, niçin bu kadar iyilik yapıyor bana, diye düşünmeye başlayan Alan esrarengiz şeyler öğreniyor.

En son adam, Alan'dan patronunu ekarte edip şirketin patronu olmasını isteyince ipler kopuyor. Tamam istersek başarırız, inanmak başramanın yarısıdır, falan filan, ama olacak iş var, olmayacak iş var. 

Bu noktadan sonra kitabın temposu ve heyecanı artıyor. Alan gerçekten işinin patronu olabilecek mi, bu adam kimin nesi, neden Alan'a yardım ediyor...Cevaplar son on sayfada birer birer ortaya çıkıyor. Böylece kitabı okuduğunuza değiyor. 

16 Şubat 2013 Cumartesi

SIFIR TOLERANS



Polisin Eline Düşünce

SIFIR TOLERANS

Yazarı: İsmail Saymaz

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - 2012

Sayfa Sayısı: 336



Recep Tayyip Erdoğan'ın "işkenceye sıfır tolerans" söyleminden yola çıkan İsmail Saymaz, polisin eline düşünce durumun hiç de öyle olmadığını gözler önüne seriyor. 

İsmail Saymaz'ı ele aldığı haberlerin fikri takibini yapacak sabrı ve azmi gösterdiği için tebrik etmek istiyorum. En çok da sabrı için.

Zira ben bile, avukat olduğum halde, sinir buhranları içinde okudum yazılanları.

CMK avukatlığı yaptığım dönemde elime gelen dosyalardan da biliyorum. Savcı ve hakimler, dosyada delil namına bulunan polis tutanaklarına adeta bir Kuran hükmü gibi yaklaşmakta, doğruluklarından zerre kuşku duymamakta. Yakın geçmişte avukatlığını yaptığım bir davada sanık, üzerine atfedilen suçu işlemediğini, müşteki ve tanık da suçu işleyenin duruşmadaki sanık olmadığını söylemelerine rağmen, mahkeme heyeti sanığı suçlu buldu. Niye? Eldeki tek veri olan polis tutanağı öyle yazıyor. Halbuki polis tutanağını okuyunca, zorunlu müdafii olmadan ifade alındığı ve kanuna,usule tamamen aykırı yalapşap bir teşhis işlemi yapıldığı hemen göze çarpıyor. Ancak bu hatalar bir tek mahkeme heyetinin gözüne çarpmıyor.

Polisin taraf olduğu davalarda bu yanlı görünüm iyice göze çarpıyor.

Nitekim ÇHD avukatlarından Güray Dağ'ın söylediği gibi:

"...Bağımsız, tarafsız, adil yargılamadan bahsediyoruz ama işin bir ucu polisse, yargı doğrudan kendini taraf hissediyor. O kolluğu korumaya dönük mekanizma arıyor kendi kendine..."

Avukat Güray Dağ, bu açıklamayı Festus Okey davasına müdahil olma taleplerini reddeden ve davanın gereksiz yere uzamasına sebep olan mahkeme için söylemişti. Ancak bu lafın ardından avukat ve muhtemelen böyle düşündüğü için müdahil olma talebinde bulunan diğerleri için mahkeme, bu talepleri reddettiği gibi "mahkemeye ve savcıya hakaret içeren ve mahkemeyi etkileyerek manevi baskı altına almaya yönelik söylemler" iddiasıyla şikayetçi oldu.

Polisin ne yaparsa yapsın neden bu kadar kollandığını anlayamıyorum. Her seferinde "ayağım kaydı, düştüm, silahım böylece ateş almış" deyip deyip maktulü kafasından vurmak nasıl bir ayak kaymasıdır. Nişan alsa ancak bu kadar isabet eder. 

İşin daha komik yanı, polislerin bu insan aklına hakaret savunmalarının itibar görmesi. O kadar itibar görmesi ki, polisin gemi azıya alarak "düğmemi kopardı, boynumu tırnakladı" diyerek şikayet etme cüretini gösterebilmesi.

İçişleri Bakanlığı'nın da bu polislerden yana tutum sergileyemesi en çileden çıkartıcısı. Neden vatandaşın yanında olmayı bir zul addeder ki bu bakanlık. Neden vatandaşa "Zararınız neyse telaffi ederiz, özür dileriz" demek bu kadar zor. Ne kaybedersin? İçindeki çürük elmaları temizlemektense, neden onları ödüllendirirsin? 

Kitapta bu durumlarla ilgili onlarca somut örnek var. Festus Okey, Baran Tursun, Engin Çeber, Şerzan Kurt, Çayan Birben...Olayların nasıl geliştiğini, nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını, o polislere ne olduğunu ya da ne olmadığını görürsünüz okudukça.

İyi ki basın var. Böylece birazcık kamuoyu oluşuyor da farkındalık yaratılıyor. Yoksa hiç haberimiz olmadan sümen altı edilecekler.

Daha çok şey var söylenecek ama gerçekten sinirleniyorum. Sinirlenmemek için haberleri izlemeyen insanım ben. Sinirlerim kaldırmıyor ne yapayım. 

Ben mi çok önyargılıyım acaba, diye düşünmeden de edemedim aslında. Keza kitap hakkında da benzer şüphelerim olmadı değil. Çok mu yanlı? Ama görüyoruz, okuyoruz, tanık oluyoruz. Kamuoyunda oluşan polis ve adalet algısını yansıtıyor sadece.









BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK





BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK

(To Kill A Mockingbird)

Yazarı: Harper Lee

Türkçesi: Özay Süsoy

Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi

Basım Yılı: 6.Basım - Ekim 2012

Sayfa Sayısı:319



"1930'lar Amerika'sı. Güney eyaletlerinden birinde bir zenci, beyaz bir kızın ırzına geçmekle suçlanır. Tecavüz suçunun cezasının idam olduğu bu eyalette, suçlanan delikanlı tümü beyazlardan oluşan bir jürinin karşısına çıkarılacaktır. Ve bu eyalette şimdiye kadar hiçbir jüri bir beyazla bir siyahın karşı karşıya geldiği herhangi bir davada siyahlardan yana karar vermemiştir."

Kitabın arka kapağından bu özeti okuyunca bir hukuk kitabı ile karşı karşıya olduğumu sanmıştım. Hukuki bir davanın arka planı anlatılıyor olmalı diye düşünmüştüm. Tam olarak öyle değil ama yaklaşıyor.

Olaylar küçük bir kızın gözünden anlatıldığı için biraz basit. Avukat Atticus'un küçük kızı Scout ve ondan biraz büyük oğlu Jem'in çocukluk oyunları, yaz tatilleri, gizemli komşularına karşı duydukları ilgi...Bu şekilde bir çocuk kitabı, hatta gizemli komşunun işin içine girmesiyle çocuk-korku kitabı gibi başlıyor.

Ancak bu arada bizde "Yemeğini yemezsen çingeneler alır seni" gibi korkutmaların burada "zenci"ler kullanılarak yapıldığını görüyoruz. "Zenciler kötüdür, hırsızdır, şudur, budur..." önyargıları ve aşağılamaları ile ikinci sınıf insan muamelesi yapılması hayatın olağanlarından görülüyor.

Bir zencinin, beyaz bir kadına cinsel saldırıda bulunduğu iddiasıyla açılan davada Atticus, sanığın (zencinin) avukatı olarak görevlendiriliyor. Tüm kasaba halkı bu durumdan hoşnutsuz oluyor. Bir zencinin savunulması hoş karşılanmıyor tabi. 

Davanın sonucu şaşırtıcı olmuyor. Yılın 1935 olduğu gözönünde bulundurulursa zencilerin zincirlerinden kurtulmasının henüz mümkün olmadığını anlıyoruz. Ama en azından jürinin aklına bir "acaba?"nın gelmesini sağladığı için avukat Atticus'u tebrik etmek lazım.

Edebi bir havasını göremediğim kitabın düzgün bir kurgusu var. Sanıyorum bu nedenle de keyifle ve bir solukta okutuyor kendini.

E Holywood bu durur mu? Kitabın filmi 1962'de yapılmış. Altın Küre ve Oscar ödülüne layık görülmüş.

15 Şubat 2013 Cuma

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ




SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Yazarı: Ahmet Hamdi Tanpınar

Yayınevi: Dergah Yayınları

Basım Yılı: 1.Baskı-1961 (Remzi Kitabevi) 18.Baskı-Aralık 2012

Sayfa Sayısı: 395



Mizahına, ironisine bayıldığım, çok keyifli bir kitap.

Kitapta Hayri İrdal'ın ağzından Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün nasıl kurulduğunu okuyoruz. Önce hikayenin sonunu anlatıyor. Şöyle büyük bir enstitü oldu, böyle zengin oldum, saygıdeğer oldum, şimdi ise şöyleyim.

Sonra bir flashback.Hikayeyi epey geriden başlatıyor Hayri Bey. Çocukluğu, gençliği, yanında çalıştığı saat ustası Nuri Bey, Deli Seyit Lütfullah, Avcı Naşit Bey, Doktor Ramiz ve Halit Ayarcı.

Hepsi birbirinden acayip bu adamların Hayri Bey'in hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.

Bu çerçevede  başına gelen bir sürü tuhaf olay. Hele bir elmas hikayesi var ki. Olmayan elmasın davası saç baş yoldurtacak cinsten. 

Yine olmayan bir Ahmet Zamani Efendi var ki...

Halit Ayarcı'nın, Hayri'nin saat tamiri konusundaki uzmanlığını görünce aklına gelen bir fikir bu saat mevzu. Hatta mevzu o kadar büyüyor ki insanların kollarındaki saatlerin ayarının bozuk olması halinde ceza kesilmesine kadar varıyor. Şaka gibi kuruluş büyüyor büyüyor, yabancıların da ilgisini çekiyor, başka ülkelerde de kuruluyor. 

Bütün mesele ne biliyor musunuz? İşini ciddiye almak. Yaptığın iş ne kadar basit, ne kadar önemsiz olursa olsun onun çok büyük, çok önemli bir iş olduğunu düşünmek ve etraftakilerin de böyle düşünmesini sağlamak. İşte Halit Ayarcı'yı, Hayri'den farklı, insanların gözünde daha saygıdeğer kılan bu. Kendini ve yaptığın işi pazarlamayı bileceksin hacı.


14 Şubat 2013 Perşembe

GENÇ PRENS'İN DÖNÜŞÜ





GENÇ PRENS'İN DÖNÜŞÜ

(El Regreso del Joven Principe )

Yazarı: Alejandro Guillerno Roemmers

İspanyolca orijinalinden çeviren: Deniz Torcu

Yayınevi: Timaş Yayınları

Basım Yılı: 1.Baskı - Şubat 2013

Sayfa Sayısı: 127



İnsanlardaki bu "Mutluluk içinde" temalı yayınlara aşırı rağbeti anlayamıyorum. Bunun hicvini Cem Yılmaz gayet güzel ve yeter miktarda yaptığı için fazla söz ekleyemeyeceğim ama buna
Antoine de Saint-Exupery'nin yazdığı   Küçük Prens'in alet edilmesine bir çift lafım olacak.

Kitapçıda gezinirken raflarda "Genç Prens'in Dönüşü"nü görünce meraklanmadım değil. Kitabın kapağında da Küçük Prens'in az büyümüş halinin arkadan görünümü. Kitaba iliştirilmiş bir şeritte "18 Dile Çevrilmiş Uluslararası Bestseller" reklamı. Kitabın arkasını çeviriyorsun, övgü dolu yazılar.

İşte bir kekleme metodu. Aslında neyle karşılacağımı az çok tahmin ettiğim halde bu yeme geldim. Sazan gibi atladım. Çünkü niye? Merak.

Kitabı şöyle bir karıştırınca resimleri de gördüm. Küçük Prens'in resimleri de en az kitabın öyküsü kadar önemli malum. Burada da yazar birkaç resimle buna yaklaşmak istemiş. Ama yememiş olacak ki Genç Prens net bir şekilde resmedilmemiş. Arkadan veya profilden, gizemli bir havayla resmedilmiş.

Küçük Prens'in sonunda yazar şunu diyordu:

"Birgün yolunuz Afrika'ya, çöle düşerse ve bir çocuk size doğru gelirse, gülüyorsa, altın sarısı saçları varsa, hele soru sorduğunuzda yanıt vermiyorsa, o olduğunu hemen anlayacaksınız. O zaman n'olur, böyle kederler içinde bırakmayın beni, geri döndüğünü yazın."

İşte adam bunu yazmış. 

Arabasıyla Patagonya'nın çorak topraklarında ilerlerken yol kenarında sarışın, melek gibi bir genç görüyor. Kılığı, kıyafeti, muhabbet derken onun Küçük Prens olduğunu anlıyor. Sonra da ver ediyor hayat dersini. 

"Mutluluğun sırrı ne biliyor musun? Eğer sever ve affedersen mutlu olursun, çünkü ancak böyle yaparak sen de sevlir ve affedilirsin. Sevmeden affedemezsin, çünkü hiçbir bağışlama, sevginin büyüklüğünü aşamaz..." blablabla....Sos olarak Tanrı, Hristiyanlık, İsa,İncil'i de ekledik mi.

Dostum Küçük Prens'in dönüşü demişsin ama bu bildiğin kişisel gelişim.

İlkokulda Türkçe öğretmeni ders kitabındaki bir okuma parçasının ardından, "Sizce bu öykü nasıl devam eder?" diye ev ödevi verirdi ya. Aynı onun gibi olmuş. 

"Eğer kendini yalnız hissediyorsan, eğer kalbin safiyetini koruyor, eğer gözlerin halen bir çocuğun hayretini muhafaza ediyorsa; belki de bu sayfaları okuduktan sonra yeniden yıldızların tebessümünü hissedebilirsin yüzünde, milyonlarca zil çalıyormuşçasına yakından duyabilirsin onları."

Daha girişte bu satırları okurken anladım kitabın tıyneti de işte ne yaparsın, merak.

KÜÇÜK PRENS




KÜÇÜK PRENS

(Le Petit Prince)

Yazarı: Antoine de Saint-Exupery

Fransızca aslından Türkçeleştiren: Sumru Ağıryürüyen

Yayınevi: Mavibulut Yayıncılık

Basım Yılı: 24.Basım 2012

Sayfa Sayısı: 95



Çocukken okuduğum bu kitabı yeniden okuma ihtiyacı hissetme sebebim, geçen gün raflarda gördüğüm "Genç Prens'in Dönüşü" kitabı. Küçük Prens büyüyünce yeniden dünyamıza gelse ne olurdu, sorusuna cevap arayan bir yazar yazmış. O kitabı anlatacağım. Ama önce hafızamda bunu tazelemek istedim.

Herşey fil yutan boa yılanı resmi ile başlıyor. Kitabın "yazarın kendi suluboya resimleriyle" bezeli olması ile bu resmin nasıl birşey olduğunu biz de görüyoruz. Zaten bu kitap, öyküsüyle olduğu kadar resimleriyle de çok değerli. Böylece hepimizin zihninde Küçük Prens, onun küçük gezegeni, çiçeği, tilkisi... yazarın resmettiği şekilde canlanıyor. 

Yaptığı bu resmin büyükler tarafından şapkaya benzetilmesine içerleyen çocuk, atlar uçağına ve Sahra Çölü üzerinde kaza yapıncaya kadar hayatında içini açabileceği kimse olmadan yaşar.

Şimdi çölde yapayalnızdır. Ta ki başka bir gezegenden gelen Küçük Prens'i görünceye kadar. "İn misin, cin misin?" demesine kalmadan, Küçük Prens ondan bir koyun çizmesini ister. Daha önce çizdiği resmin büyükler tarafından anlaşılmaması nedeniyle resme küsen çocuk, düzgün koyunlar çizemeyince bir kutu içer. "Koyun bunun içinde" der. Bu, Küçük Prens'in de hoşuna gider. Çünkü koyun, gezegenindeki biricik çiçeği yiyebilir. Kutuda olursa yemez. Ya da bir ağızlığı olursa. 

Sonra Küçük Prens hikayesini anlatmaya başlar. Biri sönmüş üç tane volkanı ve bir tane gülüyle yaşadığı gezegenden ayrılmıştır. Anlaşılıyor ki gezegeni kutu kadar, hap kadar birşey. Burada yazarın Türkiye'ye bir göndermesi var. Hani yabancı filmlerde veya kitaplarda bizden bahsedildiğinde ya da sadece kelime olarak bile Türk, Türkiye denildiğinde heyecanlanırız ya, öyle bir durum. 

"...Dünya, Jüpiter, Mars, Venüs gibi adları konulmuş büyük gezegenlerin dışında, kimileri teleskopla bile görülemeyecek kadar küçük, yüzlerce gezegen olduğunu gayet iyi biliyordum. Bir gökbilimci bunlardan birini keşfettiğinde, isim yerine bir numara verir, 'asteroid 325' der örneğin.

Küçük Prens'in geldiği gezegenin asteroid B612 olduğunu düşünmek için ciddi nedenlerim var. Bu asteroid yalnızca bir kere, o da 1909'da, bir Türk gökblimcinin teleskopuna yakalanmıştır.

Bunun üzerine, gökblimci buluşunu heyecanla bir uluslararası gökbilim kongresinde sunmuş; ama giysileri yüzünden kimse ona inanmamıştı. Büyükler böyledir işte.

Ama, asteroid B612'nin şansına; dediği dedik bir Türk lider, karşı çıkanları ölüm cezasıyla tehdit ederek, halkının Avrupalılar gibi giyinmesini şart koştu. 1920'de aynı gökblimci, aynı bildiriyi, bu kez çok şık giysiler içinde sundu. E, tabii, o zaman cümle alem gökbilimcinin görüşünü kabul etti."

Burada bahsi geçen Türk liderin Atatürk olduğu muhakkak. Hatta bu satırlar yüzünden kimisi bu kitaba ve yazarına "Atatürk'ü diktatör gibi gösteriyor." diyerek tepki göstermişti bir dönem. Halbuki bu satırlarda öne çıkan diktatör zalimliği değil, insanların ikiyüzlülüğü. 

Dünyaya gelinceye kadar çeşitli gezegenlere de uğramış olan Küçük Prens, buralarda gördüklerini anlatır.

İlkinde bir kralla tanışır. Kral, tek başına yaşadığı gezegende emir verecek birini bulduğu için sevinir.

İkinci gezegende kendini beğenmiş bir adamla tanışır. Bu adam da  tek başına yaşadığı gezegende kendisine hayran olacak birini bulduğu için sevinir.

Üçüncü gezegende bir ayyaş, dördüncü gezegende sürekli rakamlarla uğraşan bir iş adamı, beşinci gezegende işine çok sadık bir fenerci, altıncı gezegende bir coğrafyacı ile karşılaşır. Onun tavsiyesiyle de Dünyaya gelir.

Dünyaya geldiğinde bir çiçekle, yılanla, tilkiyle karşılaşır. Derken uçağı kaza yapan bu çocuğa rastlar. İçecek suyu kalmayan çocukla birlikte susuzluklarını giderecek bir kuyu bulurlar. 

Sonra Küçük Prens geldiği yere geri döner.

Arkada kitabı yazan çocuğun şüphelerini bırakarak. Koyun için çizdiği ağızlığın tasma kısmını unuttuğundan koyun acaba Küçük Prens'in gülünü yemiş midir? Ya da koyun bir gece sessizce kaçmış mıdır? 

Ve de çocuğun temennisi."Birgün yolunuz Afrika'ya, çöle düşerse ve bir çocuk size doğru gelirse, gülüyorsa, altın sarısı saçları varsa, hele soru sorduğunuzda yanıt vermiyorsa, o olduğunu hemen anlayacaksınız. O zaman n'olur, böyle kederler içinde bırakmayın beni, geri döndüğünü yazın."

Bu sese bir cevap gelir ve A.G.Roemmers "Genç Prens'in Dönüşü"nü yazar. Küçük Prens ile kıyas kabul edilemeyecek bu kitap olsa olsa ilkokuldaki Türkçe derslerinde "Bu öykünün devamı sizce nasıl olabilir?" tarzı ödevlerden biri olabilir.  

13 Şubat 2013 Çarşamba

KÜÇÜK KARA BALIK



KÜÇÜK KARA BALIK

(Mahi-ye Siyahe Kuchulu)

Yazarı: Samed Behrengi

Çeviren: Haşim Hüsrevşahi

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı:1. Basım 1999 , 30.Basım 2012

Sayfa Sayısı: 52



Yaşım olmuş 25. Okuduğum kitap Küçük Kara Balık.

Çocuk kitabı ama çocukken görmedim. Gerçi çocukken kitaplarla çevrili bir dünyada da yaşamadığım için normaldir. 

Epey geç tanıştığım bu kitabı ilk olarak televizyonda görmüştüm. Yanlış hatırlamıyorsam "Çemberimde Gül Oya" dizisiydi. Çok yanlış da hatırlıyor olabilirim. Kitap yakmalı bir bölümdü. Hani hükümete askeri müdahalenin olduğu, komünist avına çıkıldığı, kitapların yasaklandığı yıllar. Bu kitap da yasaklı olup dizi kahramanları tarafından yakılıyor muydu, saklanıyor muydu, öyle birşey. Uyduruyor da olabilirim ama bu kitapla tanışmam böyle birşey sonucu olmuştu.

Yıllar sonra da "Leyla ile Mecnun" dizisinin 2.sezonunun Leyla'larından birinin favori kitabıydı bu.

Ve artık kitabı alıp okumanın zamanı gelmişti. 

Bu kadar önemli bir çocuk kitabı ile bu kadar geç ve üstelik de televizyon dizileri sayesinde tanışmam da benim ayıbım olarak kayıtlara geçsin.

Gelelim kitaba.

Bu kitap benim çocukken elime geçecekti. Ah ah...Ne hayallere dalardım. Defalarca okur, her satırını ezberlerdim. Geç oldu biraz.

Küçük Kara Balık, kendi küçük yaşam alanında annesi ve diğer binlerce balıkla yaşarken artık bulunduğu yer ona dar gelmeye başlıyor. Dünyayı keşfetmek istiyor. Başka yerler, başka hayatlar tanımak için yola çıkmaya karar veriyor. Ancak annesi ve çevresindeki herkes onu engellemeye çalışıyor. "Ne başka dünyası, ne başka hayatı. Dünya bu işte. Burası neyine yetmiyor? Gidip de ne yapacaksın? Otur oturduğun yerde..." gibi bilindik itirazlar. İstekleri sık sık büyükler tarafından itirazla karşılanan çocukların kendilerini yalnız hissetmeyeceği bir nokta burası. 

Küçük Kara Balık bu itirazlara boyun eğmiyor ve keşif macerasına atılıyor. Bu yolculukta düşünüyor, soruyor, sorguluyor. Tam da bu noktada kitabın 12 Eylül döneminde neden yasaklandığı anlaşılıyor. Çünkü Küçük Kara Balık tam bir anarşist. Düzene, alışılmışa karşı. Sorgulamak haa. Hem de daha küçücük çocuklara bu anarşik fikirleri aşılamak haa. 

Okuduğum ilk kitap bu olsa ne güzel olurdu. Özgürlüğün tadını, aklını ve anlayışını geniş tutmak gerekliliğini, kararlılığın ve vazgeçmemenin önemini Küçük Kara Balık ile öğrenseydim, benim de çocukluk kahramanım olsaydı ne güzel olurdu. Ben çocukken okuyamadım, başka çocuklar okusun. Şu an oturuyorum ve ağlıyorum.


TUTUNAMAYANLAR





TUTUNAMAYANLAR

Yazarı: Oğuz Atay

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - 1984, 42.Baskı - 2008

Sayfa Sayısı: 724



Uzun yıllar "Tutunamayanlar'ı Bitiremeyenler"den iken nihayet bunu kırdım.

Bugüne kadar neden bu kitabı okumaya başlayıp başlayıp devamını getiremediğimi de anladım. Zamanı gelmemiş. Kendimi hazır hissetmemişim. Yeterince tutunamayan olamamışım.

Kitabın konusu şu, diyebilecek bir konu yok esasında. Çok kabaca "Selim Işık" diyebilirim. "Hayatı ve eserleri" ya da. Selim intihar ettikten sonra, arkadaşı Turgut Özben'in "Selim'i nasıl bilirdiniz?" konulu araştırması.

Ama daha geniş anlamda, kitabın arka kapağından güzel bir cümleyi alacağım buraya, "küçük burjuva dünyasının ve değerlerinin zekice alaya alınması."

Geçenlerde bir köşe yazısında okumuştum. "Oğuz Atay sonrası oğlan çocukları" diye bir tabir vardı. Emrah Serbes olsun, Murat Menteş olsun, sinemada Onur Ünlü olsun... Bunların bir de internet sitesi var. afillifilintilar.com diye. Oğuz Atay'ın dili, üslubu, mizahını benimsemiş bir ekip. Kitabı ve bu isimlerin eserlerini okuyunca aradaki paralellik anlaşılıyor. Bu arada bahsettiğim köşe yazısını da buldum: işte o köşe yazısı

Bir kere okumanın yeterli olmayacağı bu kitaba, bir kere kendini kaptırınca içindeki derin mizaha dalıp büyük keyif alınabiliyor. Ama zamanı gelince. Birkaç sene önce bu hazzı yaşamamıştım. Kendini bu kitaba hazırlamak gerekiyor belki de.

11 Şubat 2013 Pazartesi

MEZOPOTAMYA EKSPRESİ




MEZOPOTAMYA EKSPRESİ

Bir Tarih Yolculuğu

Yazarı: Cengiz Çandar

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - 2012

Sayfa Sayısı: 640


"İlhama inanmıyorum. Ne olduğunu bile bilmiyorum...Yazmanın ilk şartı oturmaktır. Oturduktan sonra yazarsınız."

Cengiz Çandar Nobel ödüllü Portekiz yazar Jose Saramago'nun bu sözüyle açıklıyor bu kitabı yazmaktaki gecikmesini.

Gerçekten öyle böyle bir gecikme değil ama. Ta Turgut Özal döneminden bugüne bir süre zarfını yazmaya kalkınca, araya Osmanlı dönem politikalarını da serpiştirince konu bütünlüğünü sağlamanın kolay olmadığı yoğunlukta bir kitap çıkmış.

Kitabın ana konusu "Türkiye - Kürtler - Ortadoğu - Batı"

Bu minvalde ilkin Turgut Özal'ın Kürt sorununa yaklaşımını ele alıyor.

PKK 1993'te bir aylık ateşkes ilan edince cumhurbaşkanı Turgut Özal bu dönemi verimli değerlendirmeye gayret edip çeşitli çözüm önerileri sunar, örneğin af gibi, ama Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükümetin bunu kabul etmesine imkan yoktur. Zira Süleyman Demirel, Turgut Özal'ın ak dediğine kara demeye yeminlidir. (Bu ifade kitapta da böyle geçiyordu şimdi yanlış hatırlamıyorsam)

O dönemde cumhurbaşkanı danışmanı olan Cengiz Çandar da Özal'a şöyle bir öneri getirir: Süleyman Demirel askerden korkmaktadır. Turgut Özal bu af fikrini Türk Silahlı Kuvvetlerine anlatsın, asker de Süleyman Demirel'e bunu sanki kendi fikirleriymiş gibi anlatsın. Böylce askerden çekinen Demirel bunu kabul eder.

Fakat planlar gerçekleşmiyor. Çünkü Turgut Özal ölüyor. 

Son günlerde Turgut Özal'ın ölümünün şaibeli olduğu haberlerine de değinen Cengiz Çandar, Özal'ın ölümünün arkasında bir suikast olabileceğini düşünmediğini ifade ediyor. Normal bir kalp rahatsızlığı nedeniyle, doğal bir şekilde öldüğünü düşünüyor.

İşte Turgut Özal'dan tutunuz, Recep Tayyip Erdoğan'a kadar Kürt sorunu ile ilgili etkili bir adım atılmıyor, ta ki 2005'te Diyarbakır'da Erdoğan'ın yaptığı konuşmaya kadar. Erdoğan burada resmi ağızdan "Kürt sorunu" diye açıkça sorunun adını dile getiriyor.

Bunu bir umut ışığı olarak gören Cengiz Çandar, daha sonra Erdoğan ile yaptığı bir görüşmede hayal kırıklığına uğradığını söylüyor. Çünkü bu görüşmede Erdoğan'ın bu sözün çektiği tepki nedeniyle pişman olduğunu görüyor. 

"...Ortaya çıkan tepkilerden gördüm ki Kürt sorunu demiş olmam rahatsızlık yarattı. Daha başka birşey bulmalıydım. Ne bileyim; Kürt kökenli vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunları gibi birşey..."

"...Sayın Başbakan, işte Kürt sorunu tam da budur...Sorunun adını koyamamak. Kürt sorunu diyememek."

Nitekim daha sonra "Kürt sorunu" zamanla "Kürt açılımı"na, o da zamanla "Demokratik açılım"a dönüşüyor. Cengiz Çandar'ın ifadesiyle "Tayyip Edoğan geri basmaya başlamıştı. Anlaşılan yine gereksiz ve pahalıya ödenecek bir vakit kaybı yaşanacaktı." sf 31

Kürt sorununa yakın ilgisi nedeniyle bir dönem TSK tarafından sevilmediğini belirten Cengiz Çandar, yıllar sonra sorunun halli için Genelkurmay İlker Başbuğ tarafından davet edilmiş. Yaptıkları görüşmede İlker Başbuğ sorunla ilgili şöyle bir özeleştiri getirmiş:

"...PKK konusunda hata yaptık. Ezeceğiz, bitireceğiz filan gibi konuşarak, halkta gereksiz beklentiler yarattık. Oysa bu tür örgütler tümüyle bitmez. Önemli olan PKK'yı kabul edebileceğimiz seviyeye indirmektir." sf 40


Peki Cengiz Çandar'ın bu konulara ilgisi nasıl başlıyor. 1971'de Türkiye'deki askeri müdahaleden ötürü aranırken " Filistin kurtuluş mücadelesine katılmak, Suriye'de Filistinli örgütlerle temas kurmak, orada gerekli askeri eğitimi aldıktan sonra, Türkiye'ye dönüp kendi sol fraksiyonumuzun ilk askeri birimlerini oluşturmak" amacıyla Suriye'nin yolunu tutuyor. Kürt meselesine ilgisi de böylece ortaya çıkıyor. 

Sonra yaklaşık 40 yıl süren bir serüven.


Kitabın başdöndürücü bir hızı ve kalabalığı var. Sorunun ne kadar çetrefilli olduğu buradan bile anlaşılabilir. Özeleştiri bağlamında da faydalı bir kitap. Dün şiddetle karşılanan Kürtçe yayın meselesinin bugün devlet kanalında mümkün olabilmesi gibi mesela. Ya da daha önce Kürt kelimesinin bile dile getirilmesi yasakken şimdi dilinden, eğitiminden bahsedilmesi gibi.

Yazarın tavsiyesi ve temennisiyle bitirelim:

"Türkiye'nin Kürt sorununu çözmesinin olmazsa olmaz şartı, Türk-Kürt eşitliğini hem zihni hem de idari yapısında gerçekleştirmesidir. Zihniyet sınırlarını aşabilen bir Türkiye, Batı'nın bölgeyi bölerek Birinci Dünya Savaşı sonunda çizdiği tüm sınırları da aşacak, anlamsız bırakacaktır." sf 630