29 Haziran 2013 Cumartesi

TARÇIN KOKULU KIZ


TARÇIN KOKULU KIZ

( Gabriela, Cravo e Canela)

Yazarı: Jorge Amado

Türkçesi: Ayda Düz

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-Temmuz 2008

Sayfa Sayısı: 498


Ey yayınevleri!

Biliyorum kitap daha çok ilgi çeksin diye kadın çıplaklığından faydalanıyorsunuz.

Ama yolda, otobüste okuyoruz biz bu kitapları. Az daha düşünceli olsanız. 

Hiç değilse adı sanı zaten bilindik yazarların kitaplarında bu oyuna girişmeseniz. 

Jorge Amado'nun kitabını satmak için bu oyuna gerek mi var? Adamın kitapları zaten "55 ülkede 49 dile çevrilmiş" (Kaynak: arka kapak) Böyle çıplak kadınlı kapak resimleri ne ucuz oyunlar.

Bu şekli hususu geçip esasa giriyorum.

Neredeyse kitabı yarısında bırakacaktım. Ramak kalmıştı.

Başlayıp 20-30 sayfa kadar okuduktan sonra araya başka şeyler girdiğinden bırakmak durumunda kalmıştım. Sonra kitaba devam etmeye çalıştığımda toparlamakta güçlük çektim. Bıraksam mı, diye geçirdim zihnimden. Ama neden sonra devam ettim. İyi ki de etmişim. O kadar mutluyum ki devam ettiğime. 

Şahane beğendim. 

Tarçın Kokulu Kız olan Gabriela, aslında kitabın sonlarına kadar baş konu değil bence.

Esas konu müthiş bir siyasi çekişme. 

Yıllardır Ilheus kentini yöneten Albay,  şehre sonradan gelip yatırımlarıyla halka kendini sevdiren Mundinho Falcao ile yarışabilecek mi?

Albay, yılların verdiği özgüvenle seçimlerden başarıyla çıkacağını düşünüyor. Halkın da bu siyasi çekişmede kendisinden yana olacağını sanıyor. Sonuçta onyıllardır bu şehirde, bu şehri yönetiyor. 

Böyle bir gerçeklik varken şehre sonradan gelmiş "dış mihrak"ın kazanacağına ihtimal vermiyor.

Yani bir yanda statüko var, diğer yanda yenilik.

Mundinho'nun etkileyici atakları Albay'ı zora sokuyor.

Albay, seçimleri kazanmak uğruna kan dökmekten, hileli yollara başvurmaktan çekinmiyor.

Önemli detaylar var burada.

Yalnız bu detayları görmek için şehirdeki metres hayatından biraz kafayı kaldırabilmek gerekiyor.

Şehirde her erkeğin bir metresi olması olağan bir durum haline gelmiş. 

Evli kadınların, kocasını aldatması ise kocanın hem karısını, hem adamı öldürme sebebi. Ve böyle bir durumda karısını ve adamı öldüren koca ceza almıyor. Aksine, eğer onları öldürmezse insan içine çıkamayacak hale geliyor.

Ahlaken böyle bir şehir.

Bir yandan da hızlı bir şekilde gelişiyor. Kakao sayesinde gittikçe zenginleşiyor.

Nasip, bu şehrin bar işletmecisi. Bar da şehrin ekabirinin uğrak mekanı.

Nasip, aşçısı işi bırakınca aşçısız kalıyor. Aşçı olarak köle pazarından Gabriela'yı buluyor.

Gabriela süper güzel bir kız. Herkes onu çok güzel buluyor. Birlikte olmak karşılığında evler, tarlalar, bağlar, bahçeler, mağazalarda açık çekler, paralar, neler neler teklif ediyorlar.  Ama o ille de Nasip diyor.

Öyle dediği halde Nasip'i dev üzecek bir şey yapıyor.

Ama insan kızamıyor ona. Böyle bir tuhaf saflığı var Gabriela'nın. Başkası için o şartlarda ölüm sebebi olacak bir şeyi o yapınca nispeten normal karşılanıyor.

1950'lerde yazılan kitabın cinsel içeriği yazarın memleketi Brezilya'da tepkiyle karşılanmış. 

Tepki duyacaklarına bu yazarı bağırlarına basmalılar. Brezilya'da Bahia diye bir yer varmış, bu yerde İlheus diye küçük bir yer varmış... Bunları yazar sayesinde öğreniyoruz. 

1925 yılının İlheus kentini, bu küçük kentin nasıl gelişmekte olduğunu, buradaki insanların yaşamını, dertlerini o kadar sıcak, o kadar renkli yazmış ki sanırsın hepsi bizim yan mahallede. O kadar yakınlar.




Kitap, 1980'lerde beyazperdeye uyarlanmış.

Filmin başrollerini Sonia Braga ve Marcello Mastroianni paylaşmış.

VE GERİ KALAN HER ŞEY

VE GERİ KALAN HER ŞEY

PUCCA GÜNLÜK 2

"hepsini de affettim, zaten hiçbirinin soyadı bana yakışmıyordu."

Yazarı: PuCCa

Yayınevi: O Kitaplar 

Basım Yılı: 1. Baskı - Ekim 2011

Sayfa Sayısı: 422

Pucca Günlük'ün ilk kitabı "Küçük Aptalın Büyük Dünyası"nı okuduktan sonra "Kimmiş bu PuCCa?" diye merak edip internette biraz bakındım.

Twitter adresi: https://twitter.com/PuCCaa

İnstagram adresi: http://instagram.com/puccito

Buralardan görüleceği üzere kendisi hiç de resmettiği gibi çirkin değil. Maaşallah fıstık gibi hatun.  

Zaten hoşlandığı erkeği  Rus kızlardan, sütun bacaklılardan, sarışın bombalardan çekip kendisine bağlayabilmesinden belliydi. Bu erkeklerin ilgisini çekip sevgili olmayı başarması zannettiği kadar çirkin olsa mümkün olmazdı. 

Hoş, gerçi, sevgili oluyorlar, çıkıyorlar, takılıyorlar. Ya sonra?

Mühim olan sonrası. Sonrası yok pek bu kızda. 

O da zaten bu derdini dökmüş işte kitaplarına. Neden yürümediğini anlamaya çalışmış.

Bu kitapta en son Ceri var. Onla güzel gidiyordu kitabı bırakırken. Devamını okuyacağım 3. kitapta.

Bir kitap daha yazsa onu da okurum.

Sevdim ben.

Ben gerçi benim jenerasyonun ürünlerini seviyorum.

İtiraf dolu satırlar yazacağım şimdi. Bu andan itibaren beni okumayı, takip etmeyi bırakırsanız anlayışla karşılarım. 

Hani Fox Tv'de "Bunu izleyen var mı yaaa?" dediğiniz bir dizi var ya. "Deniz Yıldızı" Hah işte ben onu izliyordum.

Hani "Çok Güzel Hareketler Bunlar" vardı ya bir ara. Loboloboloploplop. Hah işte onu da ben ilgiyle, severek ve beğenerek izliyordum.

Hani "Pis Yedili"... Yok o kadar da değil, bu şaka.

İşte ben bunları izlemeyi seviyordum. Sonra bu Pucca'nın kitabı. 

Düşündüm "Ulan ben bunları niye böyle seviyorum?" diye.

Cevabını da buldum. Kendime soru soracağım da, cevabını bulamayacağım. Hıh. Gülerim  ben buna.

Bunları seviyorum. Çünkü kendi jenerasyonum. Benle yaşıt insanları izlemeyi, okumayı seviyorum. Sıcak buluyorum.  Kendime yakın hissediyorum onları. Ben de olabilirmişim gibi geliyor onların yerinde. Böyle bir hissiyat işte.

Çok saçma işler yapmadıkları sürece seviyorum jenerasyonumu. 

Pucca da bunlardan biri benim nazarımda.


23 Haziran 2013 Pazar

ISLAK İMZA


ISLAK İMZA

Yazarı: Zübeyir Kındıra

Yayınevi: Togan Yayıncılık

Basım Yılı: Nisan-2010

Sayfa Sayısı: 274


12 Haziran 2009 tarihinde Taraf Gazetesi'nde ülkeyi uzunca bir süre sallayacak bir manşet vardı:

"İrtica ile Mücadele Eylem Planı"

Bu başlıklı belgenin yayınlanmasının ardından ne kıyametler koptuğunu hatırlarsınız.

Türkiye'de bir klasiktir. Kıyamet kopar. Bu kıyamet esnasında çeşit çeşit gazetelerden, tv programlarından kopan kıyametin ne olduğunu anlamaya çalışırsınız. Baktığınız basın organının meşrebine göre konu hakkında bilgi sahibi olursunuz. 

Ancak en sağlıklı bilgiye -olayın bizzat içinde değilseniz tabi- yıllar sonra, ortalık sakinleşince yazılacak kitaplardan vakıf olursunuz.

"İrtica ile Mücadele Eylem Planı" başlıklı bu belge Ergenekon Davası'ndan tutuklanan Emekli Gazi Yüzbaşı Avukat Serdar Öztürk'ün bürosunda yapılan aramada ele geçiriliyor. Öztürk, belgenin kendisine ait olmadığını söylüyor.

Belgenin altında Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek ismi ve imzası yer alıyor.

Dursun Çiçek böyle bir belge hazırlamadığını, imzanın kendisine ait olmadığını söylüyor. 

Sonuç olarak bu belge sayesinde AKP şahane bir mağduriyet imkanı kazanmış oluyor. TSK'nın seçimle başa gelmiş meşru bir hükümeti bitirme planları olduğu kamuoyuna inandırılmış oluyor.

Öncelikli olarak Dursun Çiçek'in nerede yargılanacağı problemi ortaya çıkıyor. Asker kişi olduğu için Askeri Savcılık olaya el koyuyor ve soruşturmaya başlıyor. 

Askeri Savcılık, Jandarma'ya, Adli Tıp'a, TÜBİTAK'a imza incelemesi yaptırıyor. Bu kurumlardan gelen cevaba göre belgenin aslı gerekiyor. Fotokopi belge üzerinde sağlıklı bir inceleme yapılamayacağı söyleniyor.

Askeri Savcılık sadece bu inceleme ile kalmıyor. Askeri yazışma teknikleri açısından da belgeyi inceletiyor. Çıkan sonuçta söz konusu belgenin askeri yazım teknikleri ve gelenekleri ile örtüşmediği ortaya koyuluyor.

Son olarak Albay Dursun Çiçek'in başında bulunduğu 3. şubenin, görev alanı itibariyle de bu tür bir belge hazırlayamayacağı belirtiliyor. Çünkü irtica ile ilgili konular 2. şubenin görev alanına giriyor, 3. şube dış konularla ilgileniyor.

Bunun üzerine Askeri Savcılık kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor ve belgenin sahte olduğu ilan ediliyor. 

Belgenin Genelkurmay Başkanlığı Karargahı'nda düzenlenmediği, böyle bir belge ile ilgili gerek elektronik ortamda, gerekse yazılı kayıtlarda herhangi bir bilgi, belge, emir veya emareye rastlanmadığı bildiriliyor.

Askeri Savcılık, belgenin kim tarafından, nerede, hangi amaçla düzenlendiği konularında sivil yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizlik kararı veriyor ve dosyayı Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderiyor.

Askeri Savcılık tarafından hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilen Dursun Çiçek, İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutuklanıyor. "Silahlı terör örgütü üyeliği" suçlamasıyla.

Belgeden dolayı değil, terör örgütü üyesi olmaktan suçlanıyor.

Bu noktada Kafka'nın "Dava" romanı aklıma geliyor. Sürekli suçlanıyorsun, sürekli kendini savunmaya çalışıyorsun, mantıklı izahatlarda bulunuyorsun, ama karşında mantıkla işleyen bir mekanizma olmadığı için boşa kürek sallamış oluyorsun. Çıldırmamak işten değil.

Tutuklanan Dursun Çiçek, koğuştakilerden müjdeli haberi duyuyor. "Komutanım, televizyonlar at yazı geçti, tahliye oldunuz"

TRT Haberciliği o dönem çığır açmış durumda. Ergenekon Operasyonları sırasında daha gözaltı olmadan gözaltını, arama olmadan aramayı, kazı başlamadan toprağa gömülü silahların sayısını bile duyurabilecek kadar güçlü bir haber ağı var TRT'nin.

Dursun Çiçek'in asker olması, isnad edilen suçun askeri suç olması vb konular asker kişilerin yargılanması ile ilgili pürüzler çıkarıyor diye hemen bir yasama desteği hazırlanıyor. 

Asker kişilerin de sivil yargıda yargılanmasını öngören bir düzenleme 26 Haziran gecesi TBMM'den geçiriliveriyor. 

CHP'nin Anayasa Mahkemesine başvurmasıyla bu düzenleme iptal ediliyor.

Belge aşağı, belge yukarı. Bu belgenin aslı nerede?

O da 16 Ekim 2009 tarihinde ortaya çıkıyor. 

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına bir ihbar mektubu geliyor. Yine isimsiz bir ihbar mektubu. 

Yine diyorum, çünkü Erzincan'daki cemaat soruşturması ve sonrasındaki olaylarda da sık sık kimliği belirsiz ihbar mektupları oluyordu. 

Bu ihbar mektubunu yazan kişi TSK içinden biri olduğunu, orduda cuntacılar olduğunu, bunların darbe hazırlığında bulunduğunu, insanlar hakkında fişlemeler yapıldığını vesaire yazıyor. "İrticayla Mücadele Eylem Planı basında yer alır almaz, erken davranarak söz konusu evrakın aslını gizlice dosyalandığı klasörden aldım" diye de belirterek ihbar mektubuyla birlikte belgenin aslını gönderiyor.

Dursun Çiçek'in o dönem stajyer avukat olan kızının "Babamın çift kilitli evrak dolabından, babamın haberi olmadan, şubede olağanüstü anların yaşandığı, her giren çıkanın gözlendiği bir  günde alması mümkün olabilir mi?"

sorularının cevabı yok.

Belgenin aslı ortaya çıktığı için bu defa ıslak imza incelemeye tabi tutuluyor. 

Adli Tıp oy çokluğuyla "imzanın Dursun Çiçek'in eli ürünü olduğunun kabulü gerektiği" yönünde rapor veriyor.

İfadeye dikkat yalnız. Eli ürünü olduğunun kabulünün gerektiği...

Sanki yargıya dayatmada bulunuyor. 

İmza incelemesi raporlarında kesin bir ifade kullanılmaz, kanaatten bahsedilir. Hoş, gerçi o da bana sorarsanız bilimsellikten uzak. 

Kitabın sonunda imza incelemeleriyle ilgili nefis bir analiz var. Olayla imza arasında illiyet bağının kurulması, tek başına imzanın yeterli bir delil sayılmaması gerektiği, bu konuda sıklıkla hatalı kararlara rastlanabildiği gibi. 

Oy çokluğuyla  imzanın Dursun Çiçek'e ait olduğu yönünde bir rapor veren Adli Tıp'ta bu raporu verenlerden üçünün bir haftalık kursla 'Adli Belge Uzmanlığı' sertifikası alması ise ilginç. 

İmzanın kime ait olduğunun tespit edilemeyeceğini söyleyen dört uzman ise 8-15 yıldır bu işi yapan uzmanlar.

Kitapta son olarak belge ile ilgili parmak izi araştırmasına gidileceği bilgisi vardı. Kitap yazıldığı sırada bunun sonucu belli değilmiş.

Bu olaydan bağımsız olarak aklıma takılıyor. Herhangi bir üst emir olmadan, bireysel bir çalışmayla böyle bir belge hazırlanması suç unsuru mu teşkil eder? Organize bir iş değil, tamamen bireysel. O zaman kişisel düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğü kapsamında tartışılamaz mı? 

Neyse bunları tartışabilecek durumdan çok uzağız şu an.

POSTMODERN CİHAD



POSTMODERN CİHAD

Tarikat siyaset adalet üçgeninde Erzincan Davası

Yazarı: İsmail Saymaz

Yayınevi: Kalkedon Yayınları

Basım Yılı: 1.Baskı-Mayıs 2010, 2.Baskı-Haziran 2010

Sayfa Sayısı: 296

Ne güzel bir sırayla okumuşum bu konudaki kitapları.

İlkin İlhan Taşçı'nın "Cüppeli Adalet"ini okudum. O kitapta bu konu gayet yalın, net bir şekilde anlatılıyor. 

Aynı konuda İsmail Saymaz'ın yazdığı bu kitapta ise olay detaylandırılıyor. Telefon konuşmaları kayıtlarıyla, tutanaklarla, tanık ve sanık beyanlarıyla daha ayrıntılı anlatılıyor.

Erzincan'daki cemaat soruşturmasıyla başlayan süreci merak ediyorsanız size de öncelikle İlhan Taşçı'nın Cüppeli Adalet'ini, peşisıra İsmail Saymaz'ın Postmodern Cihad'ını tavsiye ederim.

İsmailağa ve Gülen cemaatlerini soruşturmaya girişen Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ve bu dosyayı ondan almak isteyen Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şanal arasında yaşananları daha önce anlatmışıtm zaten. Bkz: Cüppeli Adalet

Bu kitapta çerçeve daha geniş tutulmuş 

Erzincan ve Erzurum'un yanısıra polis, jandarma, Mit, Adalet Bakanlığı, HSYK'nın da işin içine girmesiyle büyük resmi görmeniz sağlanmış.  

İsmail Saymaz, bu tür olayları enikonu inceleyip kitap yazmasını çok istediğim biri zaten. Daha önce "Sıfır Tolerans" kitabını da okumuş ve takdir etmiştim kendisini. 

CÜPPELİ ADALET


CÜPPELİ ADALET

Hükümet - Cemaat Kuşatması

Yazarı: İlhan Taşçı

Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları

Basım Yılı: 8. Baskı - Nisan 2011

Sayfa Sayısı: 208


2009 yılında Erzincan ve Erzurum savcılıkları arasında gelişen olayları basından takip etmiştim ama bir türlü yerine oturtamadığım konular vardı. Millet de bana soruyordu, avukat insanım, ben bilirim diye. Benim bildiğim de gazetelerden okuduğum kadardı halbuki.

O gazetelerin ne mal olduğu ise özellikle Taksim Gezi Parkı olayları ile birlikte iyice gün yüzüne çıktı.

Sorun bende değilmiş meğersem. Yanlı, yanlış, haberler barındıran basın organlarındaymış.

Şimdi aradan zaman da geçip, ortalık en azından bu konuda durulduğu için olayın kitapları çıkmaya başladı. Gerçi çıkmaya başladı diyorum, 2010'da başlamış zaten bu konuda kitaplar çıkmaya da, benim elime yeni geçiyor diyeyim.

Demin Taksim Gezi Parkı dedim ya, aklıma geldi şimdi, birkaç yıl sonra bu olayların da kitapları çıkar. Ve o kitaplarda bugün kim ne demiş, kim nasıl yorumlamış, bir bir okuruz. Kimin ne dediği noktasında bol bol da güleriz herhalde. Çadırda atom bombası planları çıktığı iddiası, müdahale olmayacağının söylenmesinin ardından polisin sert müdahalesinin olması, biz her şeyi sizden daha iyi biliriz'ler, sizden öğrenecek değiliz'ler, oy oy oyy.

Neyse, kitaba dönelim.

2007 yılında Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, Erzincan'da küçük çocuklara yasadışı dini eğitim verilmesi, usulsüz yardım paraları toplanması, toplanan bu paraların nereye gittiğinin belli olmaması, kız çocuklarının okula gönderilmemesi yönünde ailelere baskı yapılması... gibi iddialarla İsmailağa Cemaati hakkında soruşturma başlatıyor.

Bu soruşturma kapsamında cemaatin etkin isimlerinin de bulunduğu pek çok kişi gözaltına alınıyor.

Bunun üzerine Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek, başsavcı İlhan Cihaner'i arıyor. Cezaevlerinin doluluğu ve genel seçimler öncesi kendilerini siyaseten zor durumda bırakacağını söyleyerek şüphelileri salıvermesini istiyor.

Gerekçeye gel. Hadi siyaseten zor durumda kalınabileceğini anlarım da, cezaevlerinin doluluğu nedir Allasen? Cezaevlerinin doluluğunu çok düşünürlermiş gibi.

İlhan Cihaner kelimenin tam anlamıyla buna pabuç bırakmıyor ve işinin gereği neyse yapmaya devam ediyor.

Devam etmesine müsaade edildiği ölçüde tabi.

Fakat müsaade ediliyor mu?

Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şanal, Erzincan'dan bu soruşturma dosyasını istiyor.

Çünkü Erzurum Başsavcılığına gelen kimliği ve adresi belirsiz bir ihbar mektubuna göre bu cemaat cebir ve şiddet kullanıyor, yani silahlı bir örgüt. 

Cemaate yönelik soruşturma yalnızca örgüt kurma suçuyla sınırlı tutulursa Erzincan'da soruşturulması gerekir.

Ama eğer örgüt silahlıysa o zaman özel yetkili savcılığın görev alanına girer.

Erzincan Başsavcısı örgütün silahlı olmadığı, dolayısıyla kendi yetki alanına girdiği konusunda ısrarlı. 

Erzincan ile Erzurum arasında dosyayı verirsin, vermezsin tartışması uzun zaman alıyor.

Bu konudaki yazışmalar kitapta var. Bu yazışmaları okuyunca Osman Şanal'ın amiyane üslubuna karşılık, İlhan Cihaner'in hukuki dili hemen dikkat çekiyor.

En sonunda Osman Şanal, bu yazışmalardan sıkılıp Emniyet ve Jandarma'ya cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yazı yazıyor ve özetle bu soruşturmada Erzincan Başsavcılığı yetkili değildir, onun emirlerini yerine getirmeyin, diyor. Yani bir özel yetkili savcı kendisini, yetki alanı içindeki il savcılarının amiri zannediyor.

Fecaat.

Bir özel yetkili savcının, bir başsavcının yetkisini ortadan kaldırma, kolluğa onun emirlerine uymama talimatı verme hakkı var mı? Yok. Elbette yok.

Ama daha ne "yok"lar, ne hukuk fecaatleri yaşanıyor bu süreçte, bu ne ki?

Bu noktadan sonra Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner için "Erzincan"

Erzurum Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şanal'a ad "Erzurum" diyeceğim. 

Ünvanlarıyla, isimleriyle yazmak uzun oluyor çünkü.

Erzincan, meslek nezaket kurallarını zorlayıcı söz konusu yazıya hukuken katılmadığını belirtmekle birlikte uzayacak sürecin tutukluların adil yargılanma hakkını ihlal edebileceği kaygısıyla dosyayı görevsizlik kararıyla Erzurum'a gönderiyor.

Bu arada Erzincan'ın bir de Fethullah Gülen cemaati ile ilgili yürüttüğü bir soruşturma var. E bu kadarı da fazla değil mi? Bu konulara "dokunan yanar"

Görevsizlikle Erzurum'a gelen dosyaya dönelim. Bu dosyayı almak için Erzurum ne öne sürmüştü? 

Bu örgütün silahlı olduğunu. Peki Erzurum'un hazırladığı iddianamede örgütün silahlı olduğundan bahsediliyor mu? Yok. Bu süreçte bir sürü "yok" olduğunu az evvel söylemiştim.

Erzincan, Erzurum savcısıyla ilgili olarak HSYK'ya ve Adalet Bakanlığı'na görüş soruyor. 

HSYK'da henüz değişiklik yapılmamış o dönem. HSYK, Erzincan'ın yanında yer alıyor. Yargıtay da, Danıştay da, Yarsav da Erzincan Başsavcısının yanında yer alırken, Adalet Bakanlığı ise Erzurum'un doğru yaptığını belirtiyor. Bu arada da yargıdaki bu yetki karmaşası nedeniyle acil bir yargı reformuna ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor. Hobaaa.

Erzurum'a yine ismi, cismi belirsiz bir ihbar mektubu geliyor. Bu ihbar mektubunda İlhan Cihaner görevi kötüye kullanmakla, resmi belgede sahtecilikle suçlanıyor. 

Bu suçlama dönüyor dolaşıyor Ergenekon'a da uzanıyor.

Sonra Erzincan Cumhuriyet Başsavcısının makam odası aranıyor, evi aranıyor. Hatta tutuklanıyor.

Kitap işte bu süreci net, yalın bir şekilde anlatmış. 

Merak edenler için tavsiye ederim. 

YAZAMADIĞIM ROMANIN ÖYKÜSÜ


YAZAMADIĞIM ROMANIN ÖYKÜSÜ

Yazarı: Yiğit Okur

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-2011, 3. Basım-Nisan 2011

Sayfa Sayısı: 120


Gazetede bir haber:

"Bale şehrinin hayvanat bahçesindeki eşeğe cinsel tecavüzde bulunan Türk işçi beraat etti. Yargıç, eşekle ilişkiye girmek sanığın örf ve adetinde olduğu gerekçesiyle beraatine karar verdi."

Gülmedim. Hiç komik değil.

Türk örf ve adetinde eşekle cinsel ilişki mi var? Yok. Yani "yok" olmalı bu sorunun cevabı. 

Ama o davada Türk işçinin avukatı artık nasıl bir savunma yaptıysa, hakimi bu konuda ikna etmiş belli ki.

İşte o dava nasıl gelişti acaba, diye merak eden bir avukat yazmış kitabı.

Gazetede bu haberi okuyan avukat, zihninde davanın nasıl gelişmiş olabileceğini, avukatın savunmasını, tanık dinlenmişse tanıkların neler söylemiş olabileceğini kuruyor. Ama sonra tabi hayat gailesi unutuyor gidiyor.

On beş yıl sonra bir gün hiç ummadığı bir şekilde bu haber tekrar karşısına çıkıyor.

Bir resepsiyonda Bale Üniversitesinden bir profesör hanımla tanışıyor. Avukatın da aklına yıllar önce gazetede okuduğu haber geliyor. Bu haberi ve Bale hakiminin verdiği kararı anlatıyor kadına. 

Bunlar gülüşüyor ilkin, sonra kadın; "Ben o olayın tam ortasındaydım" deyince ooooh gel de dinleme/ gel de okuma.

Kadın olayı gerekli gereksiz bir sürü ayrıntıyla anlatıyor. Hiç sevmiyorum böyle gereksiz detayları. Sadede gel bacım, ama yok, bir de serde akademisyenlik olduğu için olsa gerek, uzattıkça uzatıyor. Üniversite hocaları, hele ki Hukuk Fakültesi hocaları böyledir, uzun uzun anlatmayı severler. 

Avukat da kadını dinlerken böyle düşünüyor ve ekliyor:

"Öğretim üyelerinin genetik yapısından mı, içgüdüsel dürtüden mi, konuşma termostatları kırk beş dakikaya ayarlıdır. Kürsüye çıkınca, kırk beş dakika soluk almadan konuşurlar. Zil çalınca, onların son cümleleriyle zilin sesi üst üste gelir."

Kadın bu eşek tecavüzcüsü adamla karşılaştığında Hukuk Fakültesinde öğrenciymiş. Tercümanlık yapıyormuş. Bu vesileyle adamla tanışmış. Sonra adamın çaresizliğine acıyıp yardım etmiş. Kalacak yer ve davasını takip edecek avukat bulmasını sağlamış.

Al bak iki dakikada anlattım işte.

"Avukatlar böyledir. Hemen olaya girilsin isterler."

Kadını dinleyen avukat, bundan şahane roman olacağını söylüyor. Nitekim avukatlığının yanısıra yazarlık titri de var. 

Bunu duyan kadın birden celalleniyor:

"Garibanın tekinin bir gençlik hatasından roman yapacaksınız; onun geçmişiyle alay edeceksiniz, yargıyla, yargıçla alay edeceksiniz. Meslektaşlarınızla alay edeceksiniz...Sizi izleyeceğim; böyle bir roman çıkarsa , hele o adamın adı geçerse, size her türlü ceza davası, manevi tazminat davası açacağım. Kitaplarınızı toplatacağım. Hele bir girişin, görürsünüz gününüzü."

Abooov, neye kızdı ki bu kadar. 

Bir de öğretim görevlisi olacak. Hele öyle bir kitap yaz, "dokunan yanar" diyor. Ne sığ.

Nitekim bizim avukat gerçekten de böyle bir roman yazmıyor. Yazamadığı bu romanın öyküsünü yazıyor. 

İşte avukatlık böyle bir şey. 

KÜÇÜK APTALIN BÜYÜK DÜNYASI


KÜÇÜK APTALIN BÜYÜK DÜNYASI

Pucca Günlük

Yazarı: Pucca

Yayınevi: O Kitaplar

Basım Yılı: 14. Baskı - Nisan 2011

Sayfa Sayısı: 357


Pucca rumuzlu kız, eski sevgilisinden intikam almak için 2007'de bir blog açmış. Bu blog zamanla çok takip edilir olmuş. Nasıl deniyor, "fenomen" olmuş. Sonra gelsin kitap yazmalar, gelsin köşe yazarlığı.

Kitabın basıldığı yılı hatırlıyorum. Küçümseyen küçümseyene. Böyle kitap mı olurmuş, buna da edebiyat mı denirmiş. 

Bir de kimliğini ifşa etmişti kız. Aman o kız bu muymuş, herkese kulp takıyor, önce kendine baksınmış, ne çirkinmiş, ne aptalmış.

Yeter la, vurmayın kıza daha fazla.

Arkadaşım bu kızın kitaplarını almış. Hemi de üç cilt. Küçümseyip alay ettiğiniz kızın üç cilt kitabı var lan. İyi kötü, basılmış, satılmış, üstelik çok satılmış, çok ses getirmiş üç cilt kitap. 

Ben ablaya saygı duyuyorum. Bu yüzden beni de küçümsersiniz belki ama saygı duyuyorum hacı, yalan yok. 

Bir de kıza abla diyorum, aynı yaştayız halbuki, işte saygımdan, ablamsın.

Çok kitap okuyan herkesin hayali bir gün kitap yazmaktır herhalde. Gerçi bu hayali kurmak için çok kitap okumaya da gerek yok. Bir kitap yazarı olma hayali herkesin hakkı.

Benim de böyle bir hayalim var ama gerçek olması çok zor.

Pucca'nın kitap yazma ihtimali bile benimkinden daha fazlaymış zaten.

Bir kere kız hayat hikayesiyle kitap yazma konusunda 1-0 önde benden.

Baktığınızda kızın hayatı zaten "yazsam roman olur" cinsinden.

Annesi babası ayrı. Anneden hayır yok. Üvey babası var. Çocukluğu bunların yanında geçmiş. Üvey babadan şiddet görmüş. Bu nedenle sorunlu bir çocukluk geçirmiş. Devamında da yine sorunlu bir ergenlik.  

Aşk hayatı da çalkantılı. Heriflere aşık olup duruyor, ama adamlar bunu terkediyor, aşık olduğu adam kendisine aşık olsun diye türlü çeşitli oyunlar, planlar kuruyor. Sevgililerden biri gidiyor, yerli malı Türk dizileri gibi hemen giden sevgilinin yerine yeni oyuncudan sevgili geliyor.

Yani kız hayatı itibariyle kitap yazmaya müsait.

Bana bak. Anne baba kardeşlerimle düzgün, normal bir ailede yaşadım. Çocukluğumda şiddet namına kıça şaplak, güdümlü anne terliğinden  kafaya darbe gibi travmaya sebep olmayacak şeyler yaşadım. 

Aşk hayatım desen, 6 yıldır çıktığım biri var ve yakında evleneceğiz.

Bu kadar düzgün, normal, sıradan hayattan kitap çıkar mı? Çıkmaz. 

Geriye kala kala hayalgücü kalıyor. O da biraz tırt. 

Dolayısıyla her ne şekilde olursa olsun kitap yazabilen, bunu bastırabilen, bir de üstüne okutabilen insana saygı duyarım hacı.

Ayrıca kız o kadar da kötü yazmamış. Bir kere çapını biliyor. Hayatta en sevdiğim insan türüdür bu. Ne olduğunu bilen insan. Öyle Demet Akalın gibi, müzik ödül töreninde "O ödüllerin hepsini aslında ben hakettim" havasına girenlerden değil.

Bu kızın öyle bir iddiası yok. Ne nobel ödülü hakedecek bir kitap yazdığını düşünüyor, ne de kitabının edebiyat klasikleri arasına girmesi gerektiğini.

Yaşamış, yazmış, birileri de "Bundan kitap olur" demiş, o da bunu değerlendirmiş. Aferin.

Kendisini de övmemiş hiç. Tipinin, şeklinin şemalinin de farkında. Kız zaten "Ben dönyanın en gözel garısıyam" dememiş ki, fotoğrafı ortaya çıkınca "Ay herkese bok atıyordu, kendisi bu muymuş?" diyorsunuz.

Öff ne savundum kızı be. 

Kitabını da okudum çatır çatır. 

Keyifle okudum, fazla zamanımı almadı zaten. Bir çırpıda bitiyor. 

Daha ikinci, üçüncü cildi de var. Onları da okuyacağım. 

13 Haziran 2013 Perşembe

Benim de Okuyacaklarım Var



Benim de Okuyacaklarım Var 


Selam,

Biraz uzun bir yazı döşeyeceğim. 

Önce geçen ay aldığım ve okuduğum kitapları gözden geçireceğim, 
sonra bu ay aldıklarımı göstereceğim,
sonra çok cici bir okul tanıtacağım size.
Nihayetinde de biraz Taksim’e değineceğim.

Hazır mıyız? Eğleniyor muyuz?


 
 Mayıs ayında aldığım bu kitapları üçerli gruplar halinde okudum

Bir “yolda okumalık” kitap

Bu kategoriye sadece romanlar dahil oluyor. Bu türün haricindeki bir kitaba yolda kafam basmıyor. Bassa da altını çizme isteği hasıl oluyor. Altını çizme isteğimi uyandırmayacak, illa uyandıracaksa da sayfa kenarını büzüp, eve gelince altını çizmek suretiyle giderilebilecek bir hissiyatı sağlayan kitapları tercih ediyorum yolda.






İmkansızın Şarkısı’nı bu kategoride değerlendirdim. Çantamda il il dolaştı desem yalan olmaz.

İlkin Karaköy’deki Sebo Börek’te başladım. Bu arada orada çay ne kadar pahalı ya. 3 liraya çay mı olur? Hadi böreğini, kahveni pahalı satarsın da çayın pahalısına kılım arkadaş. Çay dediğin arka arkaya iki, üç, dört, beş kere içilebilen bir içecek olmalı. Ha bunları söyleyen ben de çayı pek severmişim gibi oldu. Olursa içerim, yanımdakine eşlik etmek için, ama yoksa da aramam.



 
Burada başladığım kitaba Mersin’de devam ettim. Böyle de bir insanım. Sebo Börek’te başladığım bir kitabı Mersin’de bitirmezsem o gece gözüme uyku girmez.

Mersin’de saat 11:00 gibi adliyeden çıktım, sabah kahvaltı da etmemiştim. Adliyenin yakınında gözüme çarpan “Akdeniz Lezzet Köşesi” ne çömdüm. Esasında kahvaltı tabağı isteyesim vardı ama çekindim, mekan çünkü döner, kebap, pide resimleriyle dolu, kimse orada kahvaltı tabağı istemezmiş gibi geldi. Hasbelkader ben istesem ortamın yabancısı olduğum anlaşılır, ki bundan da hiç hazetmem, ben her yerde o şehrin yerlisi gibi görünmeyi severim, o yüzden kaşarlı tost istedim. Mersin yerlisi çünkü ille kahvaltılık bir şeyler yiyecekse ve kahvaltısını “Akdeniz Lezzet Köşesi”nde yapacaksa kaşarlı tost ister. 
Kaynak: götüm


İkinci kategorim “evde reklam arasında olur, yemeğin pişmesini beklerken olur, bu tip zamanı değerlendirmelik” kitap

Bunlar fazla kafa yormayı gerektirmeyen, devamlılık şartı aramayan, bugün okudum, 10 gün kitabın yüzüne bakmadım, 11.gün kaldığım yerden devam etsem gene anlayacağım türde kitaplar oluyor.



Fazıl Say’ın YalnızlıkKederi de bu sınıfta yer aldı.

Evde başladım, sonra Mersin’e giderken bunu da yanıma aldım. Zaten İmkansızın Şarkısı’nda yarıya gelmişim. Birkaç saat içinde bitecek belli. Sonra ne yapacağım? Hop, Fazıl Say’ın kitabı.

Gerçi bu sırayla okumadım. Sabah İstanbul’dan kalkan uçakla Yalnızlık Kederi’ni elime aldım. Zaten yarısını okumuştum. Adana’ya indiğimizde bitti bitecekti. Adana Havaalanı’ndan Mersin otobüsüne bindim, tam orada bitti.







 Planlı programlı, geleceği gören, kendini tanıyan insanım. Bu iki kitabın da gurbet ellerde biteceğini bildiğim için yanıma bir de Satranç’ı aldıydım. Duruşma sıramı beklerken ona başladım.

Satranç oynamayı az buçuk biliyorum. Ama hiç kendimi geliştirme isteğim olmadı. Aslına bakarsanız satranç dahil, tavla,okey… vb hiçbir taş oyunu; hiçbir kağıt oyunu, hiçbir bilgisayar oyunu ilgimi çekmiyor. Sarmıyor.



Böylece verimli bir iş seyahati gerçekleştirmiş oldum. Bir şehir Üç Kitap




Mersin’den Adana’ya trenle geçiyorum. Bugüne kadar istasyonda bilet alırken bana hep öğrenci bileti kesiyorlardı. Ben de bir mutlu oluyordum, bir mutlu oluyordum.

Sonra gidip iade ediyordum, “Ah ben öğrenci değilim, tam’ım” diyerek…

dememi beklerdiniz değil mi? Benden ve duyarlı vatandaşlardan böyle bir davranış beklenir gerçekten. Ama ben “Zuhaha öğrenci bileti kesmişler, hohoho” diye sevinip trene atlıyordum. Trende bilet kontrolüne geldiklerinde, öğrenci kimliği isterlerse ne yaparım diye de kafamda sahneler canlandırıyordum. “Öğrenci mi? Ben öğrenci değilim ki. Kimse bana sormadı ki öğrenci misin diye. Bana öyle bir bilgi gelmedi. Bana öğrenci misin, denmedi. Ben sadece Adana’ya bir bilet istedim. Direkt bunu verdiler. Sorsalar söylerdim öğrenci değilim diye….” bik bik ötmeyi, en sonunda “ Tamam ya neyse farkı öderim, nedir yani, allaallaaa” diye söylenmeyi göze alıyordum.

Bu şekilde 3-4 defa trene binmişliğim var. Fakat en sonunda gişede “Öğrenci misiniz?” diye sordular. Bence de sorsunlar. Sonra bazı istismarcı vatandaşlar çıkabiliyor, görüyorum yani etrafta, öğrenci olmadığı halde öğrenci biletiyle yolculuk yapıyorlar, çok ayıp çok.


Son bir kategorim daha var.

Yatmadan önce okumalık” kitap.

Bunu daha ziyade kalın kitaplar arasından seçiyorum. Çantada taşıması ağırlık yapacak kitapları evde okumayı tercih ediyorum.

 
















Oblomov bu tercihlerimdendi.
Okuyorum, uyuyorum. Ondan sonra bir dünya acayip acayip rüya.
Bu arada Oblomov abimiz tembellikte çığır açmış. Ben bu konuda kendimi “master degree” adderdim ama ı-ıh, abimsin Oblomov.


Gelelim bu ay aldığım kitaplara.

İşte Haziran kitaplarım:





Yakından bakalım kendilerine:
 



Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins

Tayyip’in Voleleri – Deniz Yıldırım

Cüppeli Adalet – İlhan Taşçı

Postmodern Cihad – İsmail Saymaz

Islak İmza - Zübeyir Kındıra

Tertip- Av. Mustafa Hüseyin Buzoğlu

Toplu Yazılar – Mahir Çayan

Belediye İhale Dalavereleri – Harun Gürek

Öcalan’ın İmralı Günleri – Cengiz Kapmaz



Bu ay aldığım kitaplar araştırma-inceleme kitapları.

Bu kitaplar 2012 yılının yasaklı kitapları

Bu kitaplar toplatılma, yasaklama ve yargılamaya maruz kaldı. Yazarları da çeşitli baskılara uğradı.


Bu kitapları okuyup, bilinçlenip, kendisini “Tayyip sevdalısı” diye nitelendiren arkadaşların karşısına belgelerle çıkacağım. 

“Bu da mı gol değil?” diyeceğim.




Araya birkaç da roman serpiştirdim.



 
 D&R dönem dönem şahane bir uygulama yapıyor ve 5 liraya kitap satıyor. İşte onlardan bir kuple:




 


















Yazamadığım Romanın Öyküsü - Yiğit Okur

Savaş Çağı Umut Çağı - Oya Baydar

Satılık Gerçek - Ingvar Ambjörnsen

Başka Dünyalar - Nadine Gordimer

Tarçın Kokulu Kız - Jorge Amado




Bir de birazcık utanarak söylüyorum, ne okuyacağım biliyor musunuz?

Pucca serisi.


 

Arkadaşımdan ödünç aldım bunları. Merak ettim “twitter fenomeni” olan bu arkadaşımız 
 neler yazmış da üç cilt kitap olmuş.


 

 










 
Kitap almak noktasında bu kadar şanslı olmayanlar için bir internet sitesi var: http://kitapagaci.org/

Burada ihtiyacı olan arkadaşlara, kardeşlerimize kitap gönderebiliriz.

Bu çerçevede Siirt’te bulunan Tepecik İlkokulu’nun öğretmeni okulunun kitap ihtiyacından bahsetmiş. Çam sakızı çoban armağanı şunları gönderdim. 




1 liraya, 1,5 liraya satılan kitaplar bunlar. Gerçi okumadım da içeriğini. Böyle tarihi olayları anlatan çocuk kitapları genelde gerçeklerden uzak hamaset yığını olur ama.


 Okulun internet sitesini inceledim:



Soldaki sekmelere baktım. “Öğrencilerimiz” sekmesi ilgimi çekti. “Bütün öğrencilerin tek tek fotoğrafını mı koymuşlar?” diye şaşakaldım ilkin. Okul deyince aklıma yüzlerce öğrenci geldiği için.

Tıkladım. 

1-A sınıfında 2 öğrenci,
2-A sınıfında 2 öğrenci,
3-A sınıfında 6 öğrenci var.

Toplamda 10 kişilik bir okul. Öğrencilerin soyadları da hep ya Emir ya Deniz.

Sonra “Kadromuz”a baktım. Bir tane öğretmen var. Kendisi aynı zamanda okulun müdürü. Okuluna kitap rica eden de o.

Bu ricaya karşılıksız kalamadım. Siz de kalmayın.

Tepecik İlkokulu
Tütün Köyü
Tepecik Mezrası
Kurtalan/Siirt

adresine bu yavrular için siz de birkaç kitap gönderin.



 Bu kitapları paketleyince ufacık birşey çıktı ortaya.
PTT Kargo ile birkaç günde ulaşıyor.




















Okul müdürü o kadar nazik biri ki kitaplar okuluna ulaştığında kitaplarla öğrencilerin fotoğraflarını çekip bana iletebileceğini, hatta bana hitaben bir de teşekkür mektubu yazdırabileceğini söyledi.

Hepi topu 6 kitap için böyle bir şey istemeye çekindim ben. Ama “Gönderdiğiniz kitabın miktarı önemli değil. Öğrencilerimi düşünüp elinizdeki kitapları yollamanız bizi mutlu etti.” dedi. Asıl ben bu incelik karşısında mutlu oldum.


Bu şirin okul, bu güzel öğretmene sahip olduğu için çok şanslı.



26 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında “İstiklal’e okumaya çıkıyoruz” diye bir sergi oldu.





Bu çerçevede hayatın içinde kitap okuyan insan fotoğrafları sergilendi.




 



 





Traş olurken, ekmek yaparken, döner keserken kitap okuyan insan görüntüsü çok sahte tabi ama olsun, gülümsetiyor.

 




Ve laf Taksim’den açılmışken Gezi Parkı olaylarına değinmezsek olmaz.



Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış Taksim Gezi Parkı fotoğraflarıyla karşınızdayım. 

Dur doğruyu söyleyeyim, daha önce facebook, twitter, instagram hesaplarımda yayınladım. Bende yalan yok. 


Her şey Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine AVM yapılmasına direnilmesiyle başladı. Sadece küçük bir gruptu bu. Gezi Parkı’na çadırlar kurup eylemlerini sürdürüyorlardı. Küçük çapta ve zararsız bir eylemdi bu.

Sonra polisler buraya sabaha karşı bir baskın düzenleyip çadırları yıkmaya, yakmaya başladılar.

Bu durumdan ilkin twitter, facebook… vb kanallarla insanlar haberdar oldu. Zira televizyon ya da gazetelerde bu hususa hiç değinilmedi.





 Polisin bu sert tutumu karşısında insanlar birer ikişer Gezi Parkı’na gelmeye başladı. Işığı gören geldi.

 Üstelik şehrin göbeğinde polis fütursuzca gaz bombaları atıp, eylem yapan yapmayan ayrımı bile gözetmeden, sadece oradan geçmekte olan insanlara bile zarar verince olaylardan bihaber insanlar da polis şiddetinden rahatsız oldu.




 Tüm bunların üstüne Taksim’de günlerdir eylem yapılırken ve polis orantısız güç kullanmanın dibine vurmuşken televizyondaki haber kanallarında salak salak programlar olması ayrıca çıldırtıcı oldu. (Gerçi programlar salak salak değildi de, Taksim’de polis insanları yaralarken, öldürürken haber kanalıyım diye geçinen kanalların bunlardan hiç bahsetmemesi dehşetti)

Bu olaylar başbakanın “başbelası” dediği sosyal medya aracılığıyla yayıldı da yayıldı.








Olay artık sadece Gezi Parkı değil, polis şiddetine karşı, hükümetin anti demokratik uygulamalarına karşı bir başkaldırış oldu. İnsanlar bugüne kadarki suskunluklarının, sessizliklerinin, tepkisizliklerinin acısını çıkardılar.

Polis, Taksim’de bu vahşeti sergilerken Türkiye’nin diğer şehirlerinde de Taksim'e destek için yürüyüşler, eylemler oldu.









Polis bu şehirlerde de zaman zaman orantısız güç kullanmaya devam etti.

Polis şiddeti arttırdıkça, insanların da tepkisi arttı, kalabalıklar çoğaldı.





Türkiye bu haldeyken başbakan, yurtdışı gezisine çıktı. Başbakanın yurtdışına çıkmasıyla medya ufak ufak bu olayların haberlerini yapmaya başladı. Basının 10 gün sonra anca haberi olduysa demek ki.












Polisin olmadığı noktalarda insanlar güven içinde bir araya geldi. Bu kapsamda Taksim Gezi Parkı’nda bambaşka bir yaşam oluştu.


 İşte bu eylemler 15 günü geçti. Polis müdahale etmediği zaman sorunsuz geçen eylemlerde polisin müdahalesi ile olaylar çıkıyor. İnsanlar can güvenlikleri için polisten uzak duruyor. Böyle bir garabet

Siyasetçilerimiz ise tansiyonu daha da yükselten açıklamalarıyla yangına körükle gidiyor.

 Sonumuz hayrolsun bakalım.