26 Ağustos 2013 Pazartesi

BİZİ KİMLERE BIRAKIP GİDİYORSUN TÜRK?


BİZİ KİMLERE BIRAKIP GİDİYORSUN TÜRK?

Suriye ve Filistin Anıları

Yazarı: Selahattin Günay

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - Nisan 2006

Sayfa Sayısı: 146

Selahattin Günay (1890-1956) teğmen olarak 1912'de Şam'a tayin edilmiş. 1918'e kadar Suriye-Filistin bölgesinde görev yapmış.

Bu görevi sırasında gördüklerini, yaşadıklarını, emekliliğinde yazmış.

İşte bu anılarından oluşuyor kitap.

Aşiretler, aşiret reisleri, bedeviler ve Casus Lawrance.

Casus Lawrance, hakkında kitaplar yazılan, filmi bile çekilen bir adam.

Aynı dönemde, aynı yerde bulunuyorlar Selahattin Günay ile. Ama Günay anılarında pek değinmemiş Lawrance'a. Bir yerde kendisine rüşvet teklif ettiği yazıyor o kadar.

Selahattin Günay, son derece dürüst, saygıdeğer bir devlet adamı olmuş. Oralarda bir devlet temsilcisi olduğunun bilincinde olmuş hep. Kimseye şahsi bir kin gütmemiş. Öyle ki kendisine tuzak kurmaya, suikast düzenlemeye kalkanları bile yeri gelmiş, affetmiş.

Onun bu delikanlı duruşu, herkeste saygı uyandırmış. Aşiretler arasındaki kan davasını bile durdurabilecek bir saygınlığa ulaşmış bölge insanları arasında. Düşman aşiretleri barıştırmış. Asi aşiretlerin devlete bağlılığını sağlamış. Zor durumdaki askerler için köylerden yiyecek toplamış, köy halkının rızasını alarak. 

Görevi sonlanıp oraları terkederken genç bir Arap, "Bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz?" diye üzülmüş arkasından. Kitaba adını veren anektod bu.

Kolay bir bölge değil o coğrafya. Yaşadığı yıllar itibariyle de kolay bir dönem değil. Bir asker olarak mesleği de kolay değil. Zorluklarla dolu bir hayat olmuş. Kelle koltukta, hep bir macera.


Anılarda, yazılan olayların doğruluğu  ve objektifliği tartışılır. Ama ben samimiyetinden kuşku duymadım okurken. Yiğitliğine, dürüstlüğüne inandım. 

Keşke daha çok, daha ayrıntılı yazsaydı.

Keşke tüm devlet adamlarında, politikacılarda... anı yazma kültürü olsaydı.


25 Ağustos 2013 Pazar

KARABİBİK


KARABİBİK

Yazarı: Nabizade Nazım

Yayınevi: Turna Yayınları

Sayfa Sayısı: 86


Karabibik, 1891'de yazılmış bir köy romanı. 

Aslında roman demek ne kadar doğru bilemiyorum. Kısa roman ya da uzun hikaye denebilir belki.

Karabibik, köylü bir amcamız. Muhtemelen bu onun lakabı.

Karısını kaybetmiş. Bir gelinlik kızı var. Kız biraz tembel, ahlaken ve zihnen de pek parlak sayılmaz.

Kıt kanaat bir geçimleri var baba kızın.

Karabibik'in en büyük hayali iki öküz sahibi olmak. Böylece tarla işleri kolaylaşmış olacak. 

Ama buna yetecek kadar parası yok.

Yine de borç harç bu öküzleri almak istiyor.

Borç alacağı kişi, acaba borç verecek mi?

Acaba öküzleri alabilecek mi?

Böyle minik bir heyecan bir de sanki işler ters gidecekmiş gibi bir his oluyor okurken. Ama heyecana mahal bırakmadan hoppadanak geçiyor bu faslı yazar.

Öküzler alınmış, işe koyulmuş bile.


Sonra Karabibik'in kızına bir kısmet çıkıyor.

Sanki delikanlı kıza kötü davranacakmış, aslında Karabibik delikanlıyı yanlış anlamış, işler kötü gidecekmiş hissi yine doğuyor bende.

Ama sonra hoppadanak kız istenmiş, düğün de olmuş bile.

Böyle hiçbir heyecana yer bırakmayan bir hikaye.

Mesaj da zaten bu. Köylülerin tekdüze hayatı. Aşağı yukarı birbirinin aynısı olan yaşamlar. Doğumdan ölüme kadar giden bir rutin.


Yazarın duygularını katmadığı, karakterlerin konuşmalarını olduğu gibi, gerçek şiveyle yazdığı bu roman, edebiyatımızın ilk realist romanlarındanmış. Nabizade Nazım da bu realizm ve natüralizmin edebiyatımızdaki ilk temsilcilerindenmiş. Sorarlar bunu sınavda. Kıpss ;)


Kitabın benim okuduğum baskısında (1. Baskı - Ağustos 2009) bunun dışında iki hikaye daha var.

SEVDA

Birkaç arkadaşın aşk ve sevgi hakkındaki beyin fırtınası. "Sevgi neydi? Sevgi emekti" muhabbeti.


HASPA

40 yaşındaki Behzat amcamızın, 12 yaşındaki Şahinde'ye aşık olması. 
Behzat'ın bu durumun çirkinliğinin bilincinde olması fakat bu aşktan kendini alıkoyamaması.

Sonunda Şahinde başkasıyla evleniyor. 
Behzat, kendi karısı ve çocuğuna dönüyor ama aklında Şahinde. Bir ara unutuyor, ancak evleneceği haberini alınca yine aşkı depreşiyor. Yapacak birşey yok. Unutmak zorunda.

Çirkin be.


İSTANBULLULAR



İSTANBULLULAR

Yazarı: Buket Uzuner

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Şubat 2007

Sayfa Sayısı: 519

Bugünlerin klişesi var ya. "Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle..."

Kitapta da bu var. Komple bir İstanbul mozaiği.

Her telden çeşit çeşit insan tahlilleri.

Kimisi yedi göbekten İstanbullu "ama" Ermeni. Kimisi doğudaki bir şehirden göçmüş gelmiş. Kimisi iyi bir insan "ama" Alevi.

Bu "ama"lı ifadeler yazara ait. 

Hatta yazara da değil aslında toplumsal dilimize ait.

İnsanın insani vasıflarından evvel, dinini ve milliyeti öne çıkaran bir dilimiz var. Dini ve milliyeti bizimkinden farklıysa fakat insan olarak iyiyse bu defa da "Alevi ama iyi bir insan", "Kürt ama iyi bir insan", "Ermeni ama iyi bir insan" diyiveriyoruz.

Sanki iyi insan olmak bir dine veya milliyete aitmiş gibi. İnsanın iyi olup olmadığını dini veya milliyetini belirliyormuş gibi.

Kitapta bu türden pek çok insan var.

Bunlar birbirinden bağımsız karakterler mi diye düşündüm ilkin. Çünkü eğer öyleyse, bir ortak noktaları yoksa, gözüme çok manalı bir kitap gibi gözükmeyecekti.

Ama şükür ki bir ortak noktaları var. "İstanbullu" olmanın dışında kitabın ana karakterleri olan Belgin ve/veya Ayhan'ın adı geçiyor hepsinin hikayesinde. Ucundan kıyısından da olsa.

Belgin, bir diplamat kızı. Babası ASALA tarafından öldürülmüş. Annesi de ondan bir süre sonra ölmüş. 

Kocası Mehmet Emin Entek, hayatta sadece kendi çıkarlarını düşünen, müthiş egolu, bencil, çıkarcı, kibirli, ukala bir işadamı.

Belgin ise tam tersi alçakgönüllü, sakin, hırssız bir bilim kadını.

Evlilikleri Entek'in, Belgin'i aldatması ve adamın bu kötü karakteri nedeniyle uzun sürmüyor.

Ayhan, doğudan, küçük bir yerden İstanbul'a gelmiş, taşlara gönül vermiş, başarılı bir heykeltraş. O da boşanmış. Bir tane kızı varmış ama ölmüş.

Kader bu ikisini bir sergide karşılaştırıyor. Aşık oluyorlar. Birbirlerine de çok yakışıyorlar.

Ayhan, İstanbul'da.

Belgin ise İstanbul'u terketmiş ve yurtdışında yaşamaya başlamış.

Tekrar İstanbul'a gelişi Ayhan sayesinde.

Ancak Ayhan'a kavuşması o kadar kolay olmuyor. 

Atatürk Havalimanı'na iniyor uçağı fakat havalimanı teyakkuz halinde. Bomba ihbarı var ve kimse havalimanından dışarı çıkamıyor.

İşte havalimanındaki bu bir sürü "İstanbullu" insanın hikayesini okuyoruz kitap boyu. Lazıyla, Kürdüyle, Alevisiyle, Ermenisiyle, Yahudisiyle, Hristiyanıyla, doğulusuyla, batılısıyla, türbanlısıyla... 

Ama esas karakterlerimiz Ayhan ve Belgin'den çok uzaklaşmadan. 



23 Ağustos 2013 Cuma

MADAM BOVARY




MADAM BOVARY

Yazarı: Gustave Flaubert

Çeviren: Mustafa Bahar

Yayınevi: Kum Saati Yayınları

Sayfa Sayısı: 383



Vuuuvvv, kocasını aldatan kadın. Hem de 1800’lerde.

Toplum ahlakını bozduğu ve dini duygulara hakaret ettiği gerekçesiyle, yayınlandığı dönemde yasaklanmış bu kitap.


Emma Bovary, doktor kocası Charles ile dışarıdan bakıldığında normal bir evli çift gibi.

Ancak, Charles'ın karısını çok sevmesine karşılık Emma aynı duyguları paylaşmıyor.

Emma hayattan sıkılıyor. Kocasını sevmiyor. Ne istediğini de pek bilmiyor. Sebepsiz bir mutsuzluk içinde. O zamanlar "depresyon" daha bilinmiyor tabi ama Emma aslında depresyonda.

Charles’in annesi, gelininin bu huyuna neyin iyi geleceğini şöyle söylüyor oğluna :

Ne gerek senin karına biliyor musun? Zorlu işler, beden işleri. Başka birçokları gibi o da ekmeğini kendisi kazanmak zorunda olsaydı, kafasına doldurduğu yığın yığın düşüncelerden, başıboşluğundan ileri gelen bu keyifsizliğe düşmezdi.

Bak bunu doğru söyledi kaynana.

Benzetmek gibi olmasın ama kendimden örnek vereceğim.

İşim başımdan aşkınken ne mutsuzluğa, ne depresyona vakit kalıyor.

Ne zaman ki boşta kalıyorum, yapacak bir şey bulamıyorum, sevgilime sarıyorum. Sürekli onu arıyorum, neden beni hiç aramıyorsun, sen beni sevmiyorsun triplerine giriyorum. Ne salakça. Ama sevgiliciğim olayı çözdüğü için “Senin hep meşgul olmanı istiyorum. Hiç işlerinden başını kaldırama inşallah” diye kendine dua, bana beddua ediyor.


İçinde bulunduğu boşluk, Emma’yı başka aşk maceralarına sürüklüyor.

Önce Leon ile tanışıyor.

Ama Leon duyarlı davranıp, Emma’dan uzaklaşıyor. Başka şehre gidiyor.

Sonra Rodolphe giriyor Emma’nın hayatına. Emma ona deli gibi aşık oluyor. Leon’u unutuyor.

Gizli gizli Rodolphe ile buluşuyor.

Sonra kaçma planı yapıyorlar. Tam kaçacaklarına yakın, nerdeyse her şey hazır, sen tut Rodolphe vazgeç bu işten. Bir mektupla kadını terk et. “Sorun sende değil, bende” de.

Emma tabi bunun acısı ve gurur kırıklığıyla yataklara düşüyor üzüntüsünden.

Kocacığı da nasıl deli divane etrafında. Ona iyi gelsin diye yeni eşyalar mı almadı, hava değişikliği iyi gelir diye başka bir eve mi taşınmadı. Hayatta varsa yoksa karısı.

Emma zamanla iyileşiyor. Rodolphe artık geride kalıyor.

Bu arada Leon dönüyor. Emma onu görünce eski aşkı depreşiyor. Leon için de aynı şekilde.

Hop bu defa Leon ile kaçamaklar, otelde buluşmacalar.

Yalnız dev bir sorun daha var. Emma borca battıkça batıyor. Bir tefeciye bulaşmak durumunda kalıyor ister istemez. Bu herif de nasıl anasının gözü. Emma da zaten hesaptan kitaptan anlamıyor. Devasa bir borcun içine giriyor.

Bir yandan bu borcu ödemek için oradan buradan para toparlamaya çalışıyor, öbür yandan da işler Leon ile eskisi gibi gitmiyor. Battıkça batıyor. Para için nesi var nesi yoksa satıyor. Tüm bunları Charles’tan gizlemeye çalışmak da ayrıca yıpratıyor. Ama eninde sonunda Charles bu borçtan haberdar oluyor.

Emma, kendinden küçük gördüğü, aşağıladığı Charles tarafından küçümsenmeyi göze alamadığı ve ondan bundan borç para isterken düştüğü sefil durumlar yüzünden arsenik alıp intihar ediyor.

Kocası tabi yıkılıyor. Bir tane kız çocukları var. Emma zaten pek ilgi göstermiyordu ona ama baba kız perişan oluyorlar.

Charles, bir süre Emma’nın yasını tutuyor. Ta ki Emma’nın Rodolphe ve Leon’la yazıştığı aşk mektuplarını görünceye kadar.

Dev yıkım.

Ölüyor zaten daha fazla dayanamayıp.

Upps, sonunu söyledim.

 

13 Ağustos 2013 Salı

AĞRI'NIN DERİNLİĞİ




AĞRI'NIN DERİNLİĞİ
Yazarı: Ece Temelkuran
Yayınevi: Everest Yayınları
Basım Yılı: 1. Basım - Mart 2012 , Cep Boy 3.Basım - 2012
Sayfa Sayısı: 381

"Bir yolculuk eğer gerçekten bir yolculuk ise yolcunun sorduğu sorulara cevap vermez. İyi bir yolculuk, yolcunun sorularını değiştirir."
diyor Ece Temelkuran ve sorularını değiştirecek bir yolculuğa çıkıyor.
Ermenileri anlamak üzere çıktığı bu yolculukta ilk olarak Erivan'a gitmiş. Sonra Paris ve ABD.

Ermenilerin 1915 konusunda ne kadar ısrarcı olduğu malum. Bunun bir soykırım olarak kabul edilmesi üzerine bir hayat inşa etmişler. Kitabı okuduktan sonra bu kanaatim pekişti.  Bütün hayatlarını soykırımı kabul ettirmek üzerine kurmuşlar.  Ola ki Türkiye soykırımı kabul etse, Ermenilerin yaşama amacı kalmayacakmış gibi bir tablo var.
Kitap, onların bu hassasiyetini anlamamızı sağlayacak bir kapı açıyor. Acılarının derinliği anlamak, empati yapabilmek açısından faydalı bir kitap bu.

Anlamak mümkün ama anlaşabilmek pek mümkün gözükmüyor.
Mesela Ece Temelkuran'a nereden geldiğini soruyor bir Ermeni teyze. "İstanbul" diye cevap verince "Sen bizim Konstantinapol'ümüze nasıl İstanbul dersin!" diye azarlıyor.

Sonra Ağrı Dağı hassasiyetleri. Dağı kökünden söküp kendilerine versek, dünyalar onların olacakmış halleri.
Onların Ararat dediği Ağrı Dağı, onlar için gerçekten çok önemli. Hatta kitapta Ece Temelkuran'ın konuştuğu Ermenilerden biri Ağrı Dağı için "Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi" diye anlatıyor önemini.

Kendilerini evsiz, yurtsuz hissediyorlar. Bu yüzden sanırım öfkeleri.
Fransa'da yaşayan Ermeni bir şair mesela şunları söylüyor:
"Yazar olarak hep sürgünü yazdım. 20 yaşında yazdığım şiirler bile sürgünle ilgili. Oysa Fransa'da doğdum. Ama annemlerin sürgünlüğü benim bilincime işlemiş. Bu yüzden de kendimi Fransız hissetmiyorum. Ermenistan'a gittiğimde orası da benim değil. Bu kalıcı bir duygu. Dünyanın evsizleri gibiyiz hepimiz."

Ece Temelkuran da bu duruma hayret ediyor.
Bizzat görmediğin, bizzat yaşamadığın bir acıyı, on yıllar geçmiş olmasına rağmen nasıl bu kadar içselleştirebilirsin? Nasıl sanki bizzat kendin yaşamışsın gibi bu acıyı bu kadar derinden hissedebilirsin?

1915'ten sonra nar taneleri gibi dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerden Amerika'ya gelenler orada Amerikalı gibi yaşamaya başlamışlar. Ermeniliklerini unutmuşlar. Ama sonraki nesiller, bunu değiştirip Ermeniliklerini hatırlamışlar. Soyadlarını değiştirip sonuna -yan ekini eklemişler. Tarih araştırmaları yapmışlar. Çocuklarını da bu bilinçle yetiştirmişler.
Bu konuda da ilginç bir soru ortaya atıyor Ece Temelkuran. Ne zaman öğreniyoruz bunları? Sen mesela ne zaman öğrendin Ermenileri sevmemen gerektiğini. Ya da bir Ermeni çocuk tam ne zaman öğreniyor Türklerin kötü olduğunu.

2001'de Fransa'da bir yasa tartışması çıkıyor. Ermeni soykırımı yoktur diyenlerin cezalandırılması.
Böyle bir yasa çıkarıp da düşünce ve ifade özgürlüğü olduğundan bahsetmek mümkün değil.
Ermeni lobisi ise genel olarak bu yasadan memnun gözüküyor.
Biz Ermeni lobisinin çok güçlü olduğunu düşünüyoruz ya. Ece Temelkuran ABD'de etkili birkaç Ermeni ile de konuşmuş. Ve onların söylediğine göre Ermeni lobisi bizim zannettiğimiz kadar güçlü değilmiş:
"Diasporanın çok güçlü olduğunu söylemek tipik milliyetçi bir propogandadır Türkiye'de. Eğer Türkiye'deki çoğunluk böyle düşünüyorsa bu, ülkedeki yönetici sınıfının manipülasyonudur."
"Siz orada sanıyorsunuz ki Türk lobisi Ermeni lobisinden daha güçsüz. Öyle değil. Onlar bizim harcadığımızın kaç katı para harcıyorlar."

Biz hep bu konuyla ilgili "Tarihçiler konuşsun" diyoruz ya. Ermeniler buna pek yanaşmıyor. "Siz Kurtuluş Savaşı olmuş mudur diye bir tartışmanın içine girer misiniz?" diye soruyla karşılık veriyor bir tanesi bu konuya. Yani soykırım olmuş mudur, olmamış mıdır gibi bir tartışma onlar için adeta haysiyet kırıcı.

Benim çıkardığım sonuç, Ermenilerin kendilerini kurban olarak gördükleri ve herkesin de bunu kabul etmesi için var güçleriyle çalıştıkları.
Ece Temelkuran'ın konuştuğu Ermeni bir psikolog,
"Türkler sürekli suçlandıkları için travma yaşadılar. Bazen suçluluk, sonraki kuşaklarda hissizlik, sıfır duygu durumu ortaya çıkarabilir"
demiş.
Bizdeki duygu biraz bu sanırım. Hissizlik.

Kitap, Erivan'da, Erivan'daki gözlemlerle ve röportajlarla başlıyor. Ece Temelkuran bu yazı dizisini hazırlarken Hrant Dink'ten de yardım almış. Bağlantıları o kurmuş.
Dolayısıyla Hrant Dink'in ölümü ve sonrasına da bu kitapta yer verilmiş.
Hrant Dink öldürüldüğünde binlerce insan "Hepimiz Hrant Dink'iz.", "Hepimiz Ermeniyiz" diye sokaklara dökülmüştü. Bu durumu Ece Temelkuran şöyle yorumlamış:
"Hrant öldüğünde nasıl Türkler için bir çatlak açıldıysa Ermeni meselesinde, diaspora için de aynı çatlak Hrant için yürüyen ve ağlayan 100 bin Türk'ü gördüklerinde açılmıştı. Bu çatlak Türkiye için tehlikeli ise diaspora için de o kadar tehlikeliydi. Hrant nasıl sokaktaki insan için 'hain Ermeni' imgesini yerle bir ettiyse cenazesi de diaspora için 'korkunç Türk' imgesini parçalıyordu."

Netameli bir konu Türkiye’de Ermenilerden bahsetmek.
Yazar da bunun farkında ve tedirginliğinde. “Soykırım sözcüğünü hiç geçirmeden nasıl yazacağım ben şimdi Ermenistan'ı?” diye düşünüyor tabi.
Soykırım sözcüğünü hep tırnak içinde kullanarak bunu aşmaya çalışıyor. Bizdeki resmi söylem olan “sözde soykırım” ifadesini neden kullanmak istemediğini de şöyle açıklıyor:
"Ama ne yalan söyleyeyim, Türkiye'nin resmi söylemi olan sözde soykırım lafını da hiç etmedim. Çünkü ne soykırım, ne de sözde soykırım demek istiyordum. Derdim, hakikati, siyasi terminolojinin, politik tartışmanın önüne koyan üçüncü bir dil bulmaya çalışmaktı.
Hrant Dink de bu üçüncü dilin arayışındaydı. Onun sözleriyle kapatayım:
"Bir onur görmek lazım. Türklerin reddedişinde bütün o olanları kendilerine yakıştıramadıklarına dair bir onur, Ermenilerin bu acıyı yüzyıllardır taşıyor olmasında bir onur görmek lazım."


11 Ağustos 2013 Pazar

BİZ BURADA DEVRİM YAPIYORUZ SİNYORİTA



BİZ BURADA DEVRİM YAPIYORUZ SİNYORİTA

Yazarı: Ece Temelkuran

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - 2006 , Cep Boy 1.Basım - Haziran 2013

Sayfa Sayısı: 261


Venezüella deyince aklıma bir Hugo Chavez, bir de güzellik yarışmalarında birincilikleri olan bir ülke geliyordu.

Ece Temelkuran, bu algıyı değiştirip Venezüella'yı bambaşka bir boyutuyla anlatmış bu kitapta.

Orada gördüklerini, izlenimlerini yazmış. Ancak bunu turistik bir gezi kitabı sanmak müthiş yanlış olur. Bir devrime ait tespitler var bu kitapta. 

Venezüella, zengin ve fakir arasındaki uçurumun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Yoksul ve zengin arasındaki sınır o kadar keskin ki burada yaşayan bir zengin, hayatında hiç fakir bir Venezüella'lı ile karşılaşmadan yaşayabilirmiş.

Kitapta anlatılan devrime dair gözlemler, her ne kadar devrim demek pek kolay olmasa da, bizdeki Gezi Parkı ve beraberindeki olayları andırıyor. Medyanın tutumu mesela. 

"Chavez taraftarları ve muhalifler şehrin merkezinde birbirine girer. 10 kişi ölür, 110 kişi yaralanır. Ölenler kimin kurşunuyla ölmüştür? Yaralananlar kimin tabancasıyla vurulmuştur? Şehrin merkezinde, burunlarının dibinde şehir yerle bir olurken tek bir haber geçmeyen televizyonların olaylara ilişkin söyledikleri tek şey Chavez taraftarlarının 10 kişiyi şehir merkezinde katlettiği olur."

Tanıdık geldi değil mi? Oradaki medya iktidar karşıtı yalnız. Bu açıdan farklı ama medya tek sesliliği açısından aynı.

Ece Temelkuran, Venezüella'da;

"Bir halkın televizyonlar ve gazeteler tarafından nasıl düpedüz aldatıldığını, özel sermayenin elindeki medyanın bir halkın kaderini o halkın aleyhine değiştirmek için neler yapabileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini göreceğiz" diyor.

Bu satırları yazdığında yıl 2006. Bu kitabı o zamanlar okusaydım herhalde şaşırırdım. Ancak medyanın aldatıcı ve yanıltıcı haber konusunda ne kadar ileri gidebileceğini 2013 yılı itibariyle ülkemizde gördük. O yüzden artık buna şaşırmıyor, "Ne var ki bunda?" diyebiliyoruz.

Venezüella deyip de Hugo Chavez'i anmadan olmaz. 

ABD'ye kafa tutan Hugo Chavez'in ülkeye yaptıkları, bu yaptıklarının halkı tarafından nasıl değerlendirildiği her kesimin sesi dinlenerek kitaplaştırılmış.

Bir yanda Chavez'i kahraman olarak görenler var, beri yanda onun bir diktatör olduğunu düşünenler.

Kahraman olarak görenler, genellikle Venezüella'nın yoksul kesimi. Bugüne kadar hiçe sayıldıklarını düşünen bu kesim, Chavez ile birlikte ciddiye alındıklarını hissetmişler. Mahallelerine gelen kurslar, okullar, iş imkanları sayesinde kendilerine güven duymaya başlamışlar.

Diktatör olduğunu düşünenlerse Chavez'in kimseye sormadan, kimseye danışmadan kararlar almasından şikayetçi. Bu şikayetçiler genellikle ülkenin kalburüstü sınıfı. 

Chavez taraftarları Chavez'den bahsederken illa ki "Başkan Chavez" diyorlar. 

"...ben kaç kere 'Chavez' diyorsam o da o kadar kez 'Başkan Chavez' diye tekrar ediyor, üzerine basa basa. Liderine tapan bir adamın iktidara biat etme gösterisi değil bu. Yoksulları savunan 'Başkan Chavez'in ülkenin zenginleri, uluslararası finans kuruluşları ve ABD tarafından hala meşru sayılmaması Chavez'in şahsında devrimi savunanların içerlemesine neden oluyor. Siz sadece 'Chavez' dediğinizde bu, sizin yaşanan devrime karşı olduğunuz, devrimin meşruiyetini tanımadığınız anlamına geliyor. Bu gayrimeşruluk şüphesine onlar her seferinde Chavez'in başkan olduğunu tekrar ederek cevap vermeye çalışıyor. "

Yani kullandığınız veya kullanmadığınız bir kelime sizin tarafınızı belli ediyor.

Chavez, basın tarafından "otobüs şoförü" diye aşağılanıyor. Ne demek bu otobüs şoförü?

Chavez'in protokole aykırı tavırları, diplomasiden uzak, kendi tarzında yürüttüğü sarmaş dolaş halleri nedeniyle üst sınıfın yönlendirdiği özel basın onu böyle küçümsüyor.

Bu da tanıdık bize. Bizim de başbakanımız mahalle kabadayısı, kahvehane adamı gibi konuşuyor. Onu küçümsemek tabi ne haddimize, insanın gözünden kan alırlar burada başbakanı küçümsersen. En fazla "Kasımpaşalı" dersin.

Herkes kendisi gibi olanı seviyor işte. Türkiye'de de öyle, Venezüella'da da.

Venezüella'lı bir gazetecinin dediği gibi" Chavez taraftarlarının çoğu eğitimsiz insanlar ve onlar toplumun çoğunu oluşturuyorlar. Chavez de onlara benziyor."

Yine bizim topraklara gelelim.

Enerji Bakanı Taner Yıldız ne demişti: "Eğitim seviyesi arttıkça AKP oyları düşüyor.


Hugo Chavez 5 Mart 2013'te öldü. Ülkedeki son durum nedir, devrim ne durumdadır, Ece Temelkuran bunun için bir daha Venezüella'ya gitse yeridir. Hem bu defa bizde de benzer değişimler ve dönüşümler olduğu için daha farklı bir gözle bakma imkanı bulacaktır. 


10 Ağustos 2013 Cumartesi

SEVDALİNKA


SEVDALİNKA

Yazarı: Ayşe Kulin

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - 1999 (Remzi Kit.) , Cep Boyu 8. Basım - Haziran 2013

Sayfa Sayısı: 430


Sevdalinka, Boşnakça sevda türküleri demekmiş.

Kitap, Boşnak halkının 1992'de yaşadıklarına ışık tutuyor.

Yugoslavya'nın parçalanma dönemi.

Yugoslavya, Hırvatlardan, Sırplardan, Boşnaklardan oluşan kozmopolit bir ülke. Dinleri, dilleri farklı olsa da yıllarca içiçe yaşamayı bilmişler.

Ta ki 1992 yılına kadar.

Kendi ülkelerini kurmak isteyen Sırplar, Boşnaklara akıl almaz işkenceler uygulamışlar. 

Tüm bunlar Avrupa'nın gözü önünde olduğu halde insan hakları havarisi olan Avrupa, bu olanlara sessiz kalmış.

Böyle -mış, -muş'lu anlatıyorum masalmış gibi ama değil. 

Bu tarihsel gerçeklikleri Ayşe Kulin, roman içinde eritmiş. 

Romanda Nimeta Bosna'da yaşayan bir gazeteci. Kocası mühendis. Biri kız, biri erkek iki çocuğu var.

Nimeta, başka bir adama aşık oluyor. Aşık olduğu adam Stefan adında Hırvat bir gazeteci. 

Stefan, Nimeta'yı bir seçim yapmaya zorluyor. Ya kocası ya Stefan.

Nimeta, kocasını ve ailesini seçiyor.

Ancak kocası Burhan, karısının kendisini aldattığını öğreniyor.

Karısından kaçıp vuruyor kendini dağlara. Dağlarda Sırplara ve Hırvatlara karşı savaşan Boşnaklara katılıyor.

Sonra Nimeta'nın oğlu Fiko da babasının yanına gidiyor.

Fiko, savaşta bacağından yaralanıyor. Bunu öğrenen Nimeta, tek çare olarak Stefan'dan yardım istiyor. Onun imkanlarını kullanarak oğlunu hastaneye ulaştırmaya çalışıyor.

Bu hikayenin aslında bir yem olduğunu düşünüyorum. Ayşe Kulin, böyle bir hikaye anlatmış ki, Yugoslavya parçalanışını, Bosna savaşını, yapılan işkenceleri, insanlık dışı muameleleri, Avrupa'nın çıkarcılığını da okuyabilelim. 

Didaktik bir dil kullansa çok kişiye ulaşamaz, ama bunu edebiyatı kullarak yaparsa pek çok kişi okumuş olur. 

Böylece ilgisiz okuyucu bile Nimeta kocasını mı seçecek, aşkının peşinden mi gidecek diye merak ederken,  aynı zamanda bir tarihsel gerçeklikten de haberdar olmuş olur.


VEDA


VEDA

Esir Şehirde Bir Konak

Yazarı: Ayşe Kulin

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Ekim 2007, Cep Boyu 46. Basım - Aralık 2012

Sayfa Sayısı: 485

"Osmanlı'dan Günümüze İstanbullu Bir Ailenin Hikayesi" adlı dörtlemenin ilk kitabı.

Bu dörtleme şu kitaplardan oluşuyor:

1- Veda
2- Umut
3- Hayat
4- Hüzün

Veda, 1918-1924 yılları arasındaki dönemde maliyeci Ahmet Reşat ve ailesini anlatıyor.

Ahmet Reşat, annesi, karısı, iki kızı ve yeğeni Kemal ile bir konakta yaşıyor. 

Padişah Vahdettin.

İstanbul'un dört bir yanı işgal altnda.

Kemal, Sarıkamış'tan yeni gelmiş. Hasta. Vahdettin yönetimine ateş
püskürüyor. 

Ahmet Reşat, her ne kadar ülkenin içinde bulunduğu durumdan memnun olmasa da en nihayetinde devlet kademesinde çalışan bir memur olduğu ve nesillerdir saraya hizmet eden bir soydan geldiği için padişaha karşı çıkamıyor. Ona yürekten inanıyor.

Bu noktada Kemal ve dayısı Ahmet Reşat'ın çatışmaları oluyor. Kemal mücadele etmek, halkı bilinçlendirmek, işgal kuvvetlerine karşı gelmek gerektiğini düşünürken Ahmet Reşat daha ılımlı bir yol izlenmesi gerektiği kanısında. Ama zamanla o da Kemal gibi düşünmeye
başlayacak.

Kemal'e evde Mehpare bakıyor. Mehpare uzak bir akraba. 

Kemal ve Mehpare birbirine aşık oluyorlar.

Bu dönemi anlatan kitaplarda hizmetçi kadınların "odalık" veya "cariye" diye adlandırılan bir durumları oluyor. Ki bu iğrenç bir şey. İğrenç iğrenç ötesi hatta.

Mehpare'nin de öyle olacağını zannettim ben. Neyse ki Kemal, delikanlı
çıktı. Mehpare ile evlendi.

Ama bu evliliklerinin tadını çıkaramıyorlar. 

Kemal, iyileşir iyileşmez mücadeleye başlıyor.

Ahmet Reşat, engel olmuyor yeğenine. Çünkü artık, sesli bir şekilde dile getirmese de o da artık harekete geçmek gerektiğini düşünüyor.

Kitabın sonunu söylüyorum burada, dikkat:

Kemal ölüyor. Yurdun dört bir yanına, haberleşme imkanı sağlayacak telgrafla donatma görevini yaparken yakalanıp şehit düşüyor.

Vahdettin yurdu terkediyor.

Yeni yönetim, Osmanlı nazırlarını bir bir cezalandırıyor.

Ahmet Reşat da bu nedenle yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor.

Ailesiyle mektuplaşarak iletişim kuruyor.

Ahmet Reşat, yeni doğan kızı Sabahat'in büyüdüğünü göremiyor.

Torunu Sitare'yi de.

Kemal de karısı Mehpare'nin doğumunu ve oğlu Halim'i göremiyor.

Bu isimleri özellikle yazdım ki muhtemelen devam kitaplarda bunlardan bahsediliyor. Torunların ve çocukların hikayesi.

O kitapları da bir an önce okumak istiyorum. 

Seviyorum bu dönem romanlarını.

Bu roman, televizyonda dizi de oldu aslında ama tutmadı. Böyle kitaptan uyarlanan dizileri ilkin merak etmiyorum. Ama sonra kitabı okuyunca dizisinin nasıl olduğunu merak ediyorum. Şimdi de mesela merak ediyorum nasıl bir diziydi acaba? Keşke devam etseydi de izleseydim. Ah ben başımı nerelere vurayım. Ahey ahey. Havar komşular.

Dizisini bilmiyorum ama kitap güzel. 





DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN


DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN

Yazarı: Nihat Behram

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-1976, 34. Basım-Aralık 2006

Sayfa Sayısı: 215


Darağacında Üç Fidan; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın  son günlerinin anlatıldığı bir kitap. 
Nihat Behram, kitabı şiirleriyle ve fotoğraflarla süslemiş, duygusal betimlemeler kullanmış. Böylece kitabı yalnızca belgesel bir anlatı olmaktan çıkarıp, ona edebi de bir hava vermiş.

Darağacında Üç Fidan, Nihat Behram tarafından ilk olarak 1975'te Vatan Gazetesi'nde yazı dizisi olarak yayınlanıyor.

Bu yazı dizisi nedeniyle Nihat Behram hakkında davalar açılıyor. Hatta bununla da sınırlı kalınmıyor, Nihat Behram vatandaşlıktan dahi çıkarılıyor. 

Kitap yasaklanıyor. Sonra ismi değiştirilip "Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar" olarak yeniden basılıyor. 22 yıllık yasağın ardından 1998'de yeniden gerçek adıyla "Darağacında Üç Fidan" basılıyor.

Kitabın ve yazarının bu naceralı yolculuğuna sebep olan üç fidana gelince;

Bunlar:

Deniz Gezmiş(25)

Hüseyin İnan(25)  

Yusuf Aslan (23)

Kitap, bu üç gencin yargılanma ve idam süreçlerini anlatıyor.

Bu süreci okurken yapılan hukuksuzlara bakınca, daha geçenlerde benzeri hukuksuzluklara yakından tanık olduğumuz için fazla şaşırmıyoruz. Bakınız: 5 Ağustos 2013 Ergenekon davası

Bu benzerliği boşuna kurmuyorum.

O dönemde de mesela mahkeme haberlerine sansür uygulanıyor, 

kamuoyonu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon iktidarın emrine veriliyor, 

onlarca sayfa tutan iddianameler radyodan günlerce okunuyor, ancak yargılananların sorgu ve savunmalarından söz edilmiyor, 

gazeteler kapatılma tehdidi altında kalıyor, tarafsız haber yapmaları engelleniyor, 

duruşmaların açık olması gerekirken duruşma salonuna sadece sınırlı sayıda sanık yakını, üstelik adeta eziyet teşkil eden usullerle alınıyor, 

avukatlara da sanık gözüyle bakılıyor, bazı avukatlar hakkında ordunun manevi şahsiyetine ve askeri savcıya hakaret suçlarından dava açılıp mahkum ediliyor, savunma dokunulmazlığı zedeleniyor, sanık müdafiilerinin üstü, başı, çantası, her yeri aranıyor, 

idam kararını veren hakim "Ben bu mahkeme başkanlığını komünizmin kökünü kazımak için üzerime aldım" diyerek tarafsız olması gereken yargılamada tarafgirliğini alenen ilan ediyor  ve verdiği idam kararı milletvekilliği ile ödüllendiriliyor, 

gençlerin idam edildiği haberini ilk veren spiker, sesinin titremesi nedeniyle işinden ediliyor, 

mezarlığa giden ilk genç tutuklanıyor, 

sokakta ilk bağıran kadın, yakalanıp götürülüyor.

Çok uzak bir geçmişten bahsediyormuşum gibi gözükmüyor değil mi?

Bu hukuktan, tarafsızlıktan, hakkaniyetten ve adaletten yoksun tavır ne yazık ki 1972'de yaşanıp orada kalmadı. Bugün 2013 yılında yine aynı tavır varlığını sürdürüyor. Taraflar farklı fakat bakış açıcı ne yazık ki aynı.

Bu kitabı ilk defa 2008'de okumuştum. O zaman bütün bu saçmalıkları aklım almıyordu. Ama sağolsun AKP iktidarı sayesinde tahayyül dünyamız epey genişledi. Böylece "Yok artık!" dediğimiz şeylere canlı canlı tanık olabiliyoruz.

Kitaba konu bu davayı biraz açalım.

Bu gençler hangi suçtan yargılandı?

TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmekten. 

Ne yaptılar da TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga ettiler?

Banka soygunu ve dört Amerikalı askerin kaçırılması.

Peki bu suçların TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmekle ne ilgisi var?

İşte bu sorunun cevabını aramış yazar. Kitabın sonunda bu konuyu sorduğu hukukçuların yorumları var. Hepsi de aynı şeyi söylüyor. 

Bir bankanın soyulmasının, dört Amerikalı erin kaçırılmasının, TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmek suçunu ilgilendiren bir vasıf ve mahiyeti yok. Banka soygununun ayrı, adam kaçırmanın ayrı ve beş-on senelik hapsi gerektiren cezaları var. Bu suçların cezası idam değil. 

Ama tanrılar kurban istiyor. 

Bu gençler de farkında tüm bunların.

Bunu, gençlerin ifadelerinden anlıyoruz. 

Mesela Hüseyin İnan, sorgusunda şunları söylüyor:

"...Elli yılın bütün hesabını yirmi gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler bizim üzerimize toplanıp, biz, bu yirmi genç topun ağzına sürülüyoruz. İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm...

...Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum...

...Erim iktidarı üç aylık politikasıyla, sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç, Türkiye halkını açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için yirmi genci topun ağzına sürmek yetmeyecektir... Vatanı Amerika'ya satanların ve gericilerin sonu gelene kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir..."

Bu gençlerin öldürülmesi dahi yeterli olmuyor dönemin iktidarı için. Mezarlarından bile korkuluyor.

Gençlerin babası oğullarının yan yana gömülmesini istiyor. Mezarlıklar müdürü "Aynı mezarlıkta olsun, fakat ayrı ayrı bölgelerde yer vereceğiz." diyor. Niçin? "Çünkü emir böyle" Birlikte gömülmelerine bile müsaade etmeyecek kadar neden korkuluyor, anlayan beri gelsin.

İnfazdan önce gençler mektup yazıyorlar yakınlarına. Babaları infaz savcısının yanına gidiyor mektupları almak için. Savcı, mektupları vermemek için bin dereden su getiriyor. "Ben mektupları sıkıyönetime verdim." diyor. Oraya gidiyorlar. Sonra da sıkıyönetim savcısı, infaz savcısını çağırtıp gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların bulunmadığını söyleyen savcıdan mektupları alıyorlar.

Fakat Yusuf'un akrabalarına yazdığı mektubu savcı vermiyor. Üstelik, infaz öncesi Yusuf bu tereddütünü dile getirince savcı "Bana güvenmiyor musun?" bile diyor. Ölüm öncesi, bir insanın yazdığı veda mektubunun hangi kanun maddesince yasaklandığı belli değil.

Böyle bir mahkemeye ve bu mahkemenin kararlarına güvenmek mümkün olur mu?

Nitekim kitabın son bölümünde yer verilen hukukçu görüşleri kısmında Orhan Apaydın;

"Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını geçersiz kılmakta, mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin suçlanmasına yol açmaktadır." 

diyerek durumu özetleyen bir görüş beyan etmiş.

Avukat Ersen Sansal'a göre de:

"Bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa, o dava kapanmamıştır."

4 Ağustos 2013 Pazar

Benim de Okuyacaklarım Var


Benim de Okuyacaklarım Var

Ağustos 2013


Selamlar, sevgiler.

11 ayın sultanı Ramazan'ın son günlerinde 11 ayın bir diğer sultanı adli tatil de geldi.

Ağustos demek duruşma olmaması demek. Avukat arkadaşların birer ikişer tatile çıkması demek.

Ancak ben tatilimi Eylül ayında kullanacağım.

21 Eylül'de evleneceğim Allah'ın izniyle. O yüzden izin hakkımı evlilik sonrası için saklıyorum.

Müstakbel eşimle birlikte yaşayacağımız eve taşınmak biraz zahmetli olacak benim için. Çeyiz namına sadece kitapları olan bir gelinim.

Kitaplarımı yavaş yavaş toplamaya başladım.






















O kadar yavaşım ki

bu satırları yazdığım günün sabahı bir şevkle başladım,

 iki kocaman poşet dolusu yaptım,

kenara koydum.

 "Bugünlük bu kadar yeter" dedim.




Bunlar poşede koymalıklar.

Bir de poşedin taşıyamayacağı ağırlıkta olanlar var. Hukuk kitaplarım mesela. Koca koca ciltler. Onları kutulara koyacağım.

O kutuları taşımak da ayrı bir dert olacak.

Amaaannn sonra onları yeni evceğizimin kitaplıkcağızına yerleştirmek bütün yorgunluğumu alır. Tozlarını ala ala, sayfalarını koklaya koklaya yerleştiririm yavrularımı.

Oyyy kuzucuklarım benim.







Taşınma telaşesi yüzünden bu aralar fazla kitap almıyorum.

Geçen ay aldıklarım da henüz bitmiş sayılmaz zaten.

Geçen ay aldıklarım şunlardı:




Bunlardan;






SICAK YAZ - Uwe Timm

Yine klasik bir adliyede duruşma beklerkenki okumam.













ACIMAK - Reşat Nuri Güntekin

Klasik dışı bir okuma oldu.

Nişanlımın bir iş görüşmesi vardı. Teee Çekmeköy'de. Ben de onunla gittim. O içerde görüşmedeyken ben onu dışarda bekleyecektim. Çıktığında İkea'da ev için bir şeyler bakacaktık.

Yalnız atladığımız bir husus vardı. Oruç.

Malumunuz birini beklemek için girdiğiniz mekanda illa ki birşey yiyip içmeniz beklenir. O masada oturmanın bir karşılığı vardır yani.

O civarda Burger King vardı. Girdim ben buraya. Bomboş. Bir iki masa dolu sadece. Orada kenara ilişsem kimse de bir şey demez aslında. Ama öyle rahat edemezdim. Sanki haksız yere işgal ediyormuşum gibi.

O yüzden bir milkshake aldım. Önüme koydum.

Önüme koydum ama dokunamıyorum.

Ben de vurdum kendimi kitaba. Nasıl okuyorum, nasıl okuyorum. Zaten de ince bir kitap. Konu da akıyor gidiyor yağ gibi.

Kendimi kaptırdım, milkshake falan görmedi gözüm. Hiç içmeden, hatta hiç dokunmadan kalktım oradan.

Çalışanlar garipsemiş midir acaba sonra? Arkamdan "Salak, yemin ediyorum gerizekalı bu" demişler midir?

Derseniz deyin oğlum, çok da tın. Zenginim belki ne belli? Müsrif bir zenginim. Alıyorum alıyorum içmiyorum. Ne olacak?

Hastayım belki de. Garip fantezilerim var. Böyle yiyecek, içeçek ısmarlıyorum hiç dokunmadan kalkıyorum, psikolojik bir vakayım belki, ne biliyorsunuz?

İnsanların arkasından konuşmayın ayrıca da, çok ayıp bir davranış.

Bence o gün tuttuğum oruç için bonus sevap yazılmalı haneme. Önemli bir nefis mücadelesiydi. Boş geçmeyelim rica edeceğim bunu Allah'ım.

Dinimiz Amin.


Oruçlu olunca hele bir de yaz mevsimine denk gelen oruçsa,  insanın dışarı çıkası pek gelmiyor.

O yüzden haftasonları pek dışarı çıkmadım. Vurdum kendim kitaba.

Bunlar haftasonu okumalarım:




Birini alıyorum, birini bırakıyorum. Her çiçekten bal alıyorum.



Ağustos ayı için bu çiçekleri aldım:





Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita - Ece Temelkuran

Ağrı'nın Derinliği - Ece Temelkuran

İstanbullular - Buket Uzuner

Sevdalinka - Ayşe Kulin

Veda - Ayşe Kulin




Ankara Havaalanı'ndaki D&R'lardan almıştım bunları.

Bir ilk girişte D&R var.

Bir de bilet kontrolünden geçtikten sonra.

İkisine de girdim. İkisinden de elim boş çıkmadım.  Birinde olan diğerinde yok muydu, neydiyse artık.


Tam yaz kitapları.

Plajda kuma batsın, ıslansın, bir şey olmaz. Ayrıca da okuması kolaydır. Fazla kafa yormaz. Bunlara "plaj kitabı" denir.

"İstanbullular" dışındakiler cep boy. Cep boy kitapları aslında pek sevmiyorum ama fiyatları iyi oluyor.



Bu ayın bir de şöyle mahsulleri var:

Geçen Mephisto'dayım.

Girer girmez gözün gördüğü ilk yere gezi mecmualarını koymuşlar. Arşivlik olsun dedim, aldım hepsinden.
Bunlar, Gezi direnişini konu edinen dergiler:




Bu dergilerden Redaksiyon, şahane de bir poster hazırlamış Direnişin sokaklardaki yansımalarını derlemiş. Çerçeveletip yeni evimin çalışma odasına asacağım.



Her Yer Taksim, Her Yer Direniş

Bir de İyi Bayramlar