7 Eylül 2013 Cumartesi

VATANDAŞ ABUZER


VATANDAŞ ABUZER

Yazarı: Yücel Sarpdere

Yayınevi: Evrensel Basım Yayın

Basım Yılı: 1. Basım - Ağustos 1992 , 7. Basım - Nisan 2001

Sayfa Sayısı: 288

Abuzer abimiz akıllı mı deli mi anlaşılmayan değişik bir abimiz.

Abimizde bir çene var, maaşallah, Allah bir çene vermiş, gerisini koyvermiş. Saçmalıyor zannediyorsunuz başta, sonra aslında saçmalamadığını, gayet de sivri sivri konuştuğunu, laf soktuğunu görüyorsunuz. Ama bunu özellikle mi yapıyor, doğası mı böyle hakikaten anlaşılmıyor.

Onun bu anlaşılmaz tavrı, etrafını saran polisler tarafından da çözülemediğinden görmediği işkence kalmıyor. Hoş, normal düzgün bir adam olsaydı da o polislerin elinde yine aynı muameleyi görürdü.

Bu abimizin polislerle ne işi var derseniz? İşte bu tam bir talihsizlik. Onun talihsizliği yanlış zamanda, yanlış yerde olması.

Yanlışlıkla bir operasyonun kucağına düşüveren Abuzer'i polisler yakalıyor. Ama Abuzer, polislere derdini bir türlü anlatamıyor. Anlatabilmesine de imkan yok. Çünkü karşısında laftan anlayabilecek insanlar yok.  

Kitabın özü de bu. 

Polis merkezlerindeki ve cezaevlerindeki uygulamaları konu alıyor. Ve bunu ti'ye alarak yapıyor.

Dönem 12 Eylül. Cuntanın getirdiği saçmalıklarla, mantıksızlıklarla dolu bir dönem. Vatandaş Abuzer ise bu mantıksızlıklara karşı mantığını koruyor ve karşısındaki polislerle, komutanlarla da akıllı, mantıklı konuşuyor. Ama biraz fazla ve gereksiz konuşuyor. Bir de bir yandan akıllı gibi ama bir yandan da saf gibi. Gerçekten tuhaf bir tip.

Ne konuştuğunun da çok önemi yok aslına bakılırsa. Onu mahkum etmeyi kafasına koymuş kafasızlara ne anlatabilir ki?

Abuzer ve cezaevindeki diğerleri inanılmaz insanlık dışı muamelelere maruz kalıyor. İnsanlık dışı olmasının yanısıra aptalca da.

 İşte Abuzer abimizin bu aptallara cevapları okumaya değer.


2 Eylül 2013 Pazartesi

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER




BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER

Yazarı: Yılmaz Güney

Yayınevi: Güney Yayıncılık

Basım Yılı: 1. Basım – 1971, 6. Basım – 1997

Sayfa Sayısı: 407



Yılmaz Güney’in bir roman yazdığını bilmiyordum. Arkadaşım verdi kitabı sağolsun, böylece öğrenmiş oldum, ve çok ağladım bee.

Ağlattı beni namussuz* kitap.

(“Namussuz” burada dedelerin kullandığı tonlamayla kullanılmıştır. Bir çeşit sevgi sözcüğü, “başımın belası”, “tatlı bela”, “seni hınzır seni” gibi anlamlar içermektedir. Hani “keraneci” gibi. Eğer sizin dedeniz bu ve buna benzer kelimeleri kullanmadıysa ne dediğimi anlamanıza imkan yok, ama bilin ki böyle dedeler var. İnsan torununu “keraneci namussuz” diye sever mi yaa?)


Adana’nın küçük bir köyünde geçiyor roman.

Bir ağanın topraklarını işleyen köylüler var.

Hayatları çok zor bu insancıkların. Öyle böyle değil ama harbi zor. Aç biilaç, sersefil bir hayat. Öyle ki götlerine don alacak paraları yok. Öyle ki bazen yiyecek lokmaları yok. Çok fena çok.

Bu insancıklardan Halil ve Emine, asıl karakterlerimiz ama konuyu sadece bu ikisine indirgemek olmaz.

Beni en çok etkileyen, en çok yaralayan mesela Remzi’cik.

Remzi çok başarılı bir öğrenci. Okumaya da hevesli. Ama köyde 3.sınıftan sonrasını okuyabileceği okul yok. En yakın okul da çok uzakta. 3 saatlik yürüme yoluyla gidiyor. Bunun karı var, kışı var, yağmuru var, soğuğu var.

Remzi’nin anne babası da onu okutmak için canla başla çalışıyor.

Bir gün hava nasıl yağmurlu, nasıl fırtınalı.

Babacığı Remzi’yi merak ediyor tabi. Düşüyor yola. Yolda yavrucağı bir bataklığa saplanmış buluyor. Allah’ııımmm.

Ki bu devede kulak.

Daha ne acılar, ne sefillikler.


Bu insancıkların ağaları nasıl zalim, nasıl düşüncesiz, nasıl aymaz insanlar.

Adamcağız bu ağalara yıllarını vermiş, sonra kazara ayağı sakatlanmış, adamın suratına bakmamışlar. “Bunca yıl bizde hizmeti var” dememişler.


Bir diğer acıklı nokta da, unutamıyorum,

Bu ağalardan bir tanesi horoz dövüşü yapıyor. Her dövüşte de kazanan bir horozu var. Bir tane köylücük, ağası kendisini dövünce köyü terk ediyor. Yıllar sonra geri dönüyor, elinde cılız bir horoz. Ağasının horozuyla kendi horozunu dövüştürecek, horozu yenerse ağadan intikamını almış olacak.

Yalnız ağa bu teklifi kabul etmiyor. Küçük görüyor adamcağızı. Parasına dövüştürmeyi teklif ediyor. Ama adamcağızda o para nerede? Bunu gören köylüler bir oluyorlar, rızklarından kesip, parayı denkleştiriyorlar ve dövüş başlıyor.

Bu kısım çok heyecanlı.

Sonunu söyleyeceğim. Bilmek istemeyenlerle yollarımızı burada ayıralım. Kitap çok güzel, aşırı tavsiye ederim, diyerek vedalaşalım.

Kalanlarla devam edeyim.

Bu dövüşü köylü kardeşimizin kazanması çok önemliydi. Bütün köylüler o cılız horozda kendi yoksulluklarını, kendi sefilliklerini, kendi ezilmişliklerini görüyorlardı. Yazar sonunu söyleyinceye kadar da herhangi bir tahminde bulunmaya da imkan yoktu. Kaybetse şaşırmazdık ama yıkılırdık.

Şükür ki yazar, köylünün kazanmasına müsaade ediyor. Köylümüz kazanıyor. Yüreğimize burada biraz su serpiliyor ama galibiyet coşkusu yaşayamıyoruz, çünkü zalim ağa, kaybeden horozunu tuttuğu gibi duvara çarpıyor, başını taşla eziyor. Onca zaman, onca dövüş kazanmış, kendisine bir sürü para kazandırmış horozunu bir çırpıda, gözünün yaşına bakmadan öldürüveriyor.

Köylüler de burada kazanmışlığın sevincini yaşayamayıp, gözünün yaşına bakılmadan canına kıyılan horozla özdeşleştiriyorlar kendilerini bu defa.

En çok da Halil.

Ağasına kul köle olan Halil’in aklını başına getiriyor bu olay.

Emine’sini de alıp kaçıyor.

Emine ki ağasının tecavüzüne uğramış, on yıllardır değişmeyen bir Türkiye klasiği olarak tecavüze uğramasının suçlusu kendisiymiş gibi davranılmış, orospu muamelesi yapılmaya çalışılmış, Halil’e aşık yavrucak.

Halil, tecavüz olayının ardından Emine’ye nasıl davranacağını bilemiyor. Ah be Halil’im, bağrına bas işte kızcağızı. Sen onu seviyorsun, o seni seviyor. Daha ne.

Yine bir şükür ki, Halil, Emine’yle beraber gidiyor.


Yılmaz Güney, şahane karakterler yaratmış. Bu konuda kitap çok zengin. Karakter bolluğunun yanı sıra bu karakterlerin hepsini kanlı canlı karşınızda görüyormuşçasına tanımanızı sağlayacak analizler var.

Kurgusu da keza övgüye layık. Hep dram, hep umutsuzluk değil. En başta ağladım dediysem o benim kendi iç dünyamla alakalı. Yoksa umut da var, mutluluk da. Yani tam mutluluk değil de, mutlulukçuk.

Kitabın Orhan Kemal roman armağanı alması boşuna değil anlayacağınız.