22 Mart 2014 Cumartesi

PARALEL DEVLETLER SAVAŞI



PARALEL DEVLETLER SAVAŞI

Akp- Cemaat çatışmasının perde arkası

Yazarı: Gökçe Fırat

Yayınevi: İleri Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Ocak 2014

Sayfa Sayısı: 329


Daha Akp-Cemaat çatışmasının, paralel devlet tartışmasının, yolsuzluk soruşturmasının senesi dolmadan basılmış bir kitap.

Böyle sıcağı sıcağına yazılan kitaplar genelde biraz üstünkörü olur.

Gezi'de de mesela öyleydi. Olaylar 2013 Mayıs sonu ve Haziran'da oldu. Daha bir ay dolmadan konuyla ilgili kitaplar çıktı. Biraz piyasa işi oluyor öyle olduğu zaman. Yüzeysel, ayrıntısız.

Olsun, başlangıç için fena sayılmaz.


Akp ve Cemaat'in karşı karşıya gelmesini temelde tabiki bir iktidar savaşına vuruyor yazar.

"Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen'in çatışmasının görünen yüzü, devlet içindeki yapılanmadaki rekabet."


Fethullahçılardan bahsediyor önce kısaca. "Kendilerine Hizmet Hareketi, hatta son açıklamalarında sadece Hizmet diyen bir grup var karşımızda."

demiş ama Mart 2014 itibariyle bildiğimiz son isimleri "Camia"

"Siyaset yapıyor hem de alasını ama asla siyaset elbisesi giymiyor. Dini kullanıyor ama asla dini elbise giymiyor. Devasa bir parasal ağa hükmediyor ama asla tüccar elbisesi giymiyor. Karşımızda siyaseti, ticareti ve dini kullanan, tehlikeli bir örgütlenme var. O kadar etkin bir örgütlenmesi var ki, vatandaşların oyu ile iktidarı alan partinin hükümeti değil, bu cemaatin mensupları devleti yönetiyor."

"Cemaat devlet içinde gizliydi ve bununla iktidarı paylaşmamanın tek yolu da benzeri bir gizli teşkilat kurmaktı. İşte Tayyip Erdoğan da bunu yaptı ve kendi paralel devletini kurdu."

Peki bu paralel devletler karşısında ne öneriyor yazar, biz sade vatandaşlara:

"Bırakın savaşsınlar. Yapılması gereken, onların bölünmesini gerçekten hızlandıracak adımı atmaktır: Birleşmek"

Önemli bulduğum şöyle bir değerlendirme var kitapta:

Akp'nin belediye seçimlerine olağanüstü önem vermesi ile ilgili şunları yazmış mesela. Bu da Tayyip Erdoğan'ın her şehrin belediye başkanlığına neden sanki kendisi de adaymış gibi davrandığını açıklıyor benim için:

"Akp, devleti hem kurumsal, hem ekonomik, hem de psikolojik olarak küçültürken, aynı oranda belediyeyi büyütmüştür.
Bunun altında yatan neden ise Akp'nin Türkiye Cumhuriyetine bir devlet olarak karşı olmasıdır. Devletimiz yaptı fikri Akp için faydalı değildir. Bu nedenle Akp, devletin yapması gereken tüm işleri belediyeye devretmiştir. Büyüyen belediye alternatif bir devlet teşkilatıdır."

Bunu Facebook'ta paylaştığımda bir arkadaşım şöyle cevap verdi:

"Hukukcu olarak boyle bir yazi paylasman beni baya sasirtti. Akp den nefret eden biri olsam da sunu hatirlatmak isterim
Butun gelismis ulkelerde yerel yonetimler guclendirilir. Adem-i merkeziyetcilik 3. Dunya upkelerinin yonetim seklidir."

Kaldım ben bir bunu okuyunca. Çünkü yekten "yanlış" diyemeyeceğim bir cevap. Doğru aslında. 81 tane il var. Hepsinin tek bir elden,tek bir merkezden yönetilmesi sağlıklı değil. Belediyeler bu nedenle güçlü olmalı. Eyvallah, ama karşımızdaki de AKP. Bütün evrensel teorileri alaşağı etmiş, her kuruma hukuksuzluk, kanunsuzluk sokmuş, hadi o jargonda konuşayım, fitne fesat bulaştırmış bir yapılanma var. Akp'ye kadar belediyeler bir kamu hizmeti kurumuyken Akp'den sonra belediye en büyük işveren, en büyük ihale açan, en büyük taşeron çalıştıran dev bir ekonomik kuruluş oldu.Dolayısıyla Akp'nin belediyelere yüklediği misyonu, gelişmiş ülkelerdeki yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ile kıyaslamak biraz safiyane olur.

---

Kitapta, Fethullah Gülen'in Türkiye'ye gelmemesi ile ilgili olarak onun ABD'nin elinde esir olduğu yazıyor. Açmamış ama bu konuyu. Ben de Fethullah Gülen ile ABD (CIA) arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum, ama bu konuyu temellendirecek somut argümanım yok. Kitap yazmaya koyulduysan aç bunları ama değil mi? 

---


Daha ortada tapeler yokken şu öngörülerde bulunmuş yazar:

"ABD'nin elinde Tayyip Erdoğan'ı yakacak tonla kaset vardır. Şimdi onlar servis edilebilir. Anlaşılan Tayyip Erdoğan bunu bekliyor ki böyle bir düzenlemeye gidiyor...

...Başbakan elbette kendisinin dinlenebileceğini düşünmüş ve tedbir almak istemiştir. Ama biraz kafası  çalışıyorsa, buna engel olamayacağını da bilmeli. Dinleme ve kaset şantajı üzerine kurulu bir iç siyaseti yaratan Başbakan'ın kendisidir. Dolayısıyla şimdi bunun ceremesini de çekecektir. Kaldı ki günmüz teknolojik gelişmeleri çerçevesinde baktığımızda dinlemeden kaçınmanın neredeyse imkanı kalmamış durumda...

...Tayyip Erdoğan cemaat ile savaşa devam ederse, Tayyip Erdoğan'a kadar tüm AKP kademesinin yolsuzlukları, belgeleriyle, kamera kayıtlarıyla, ses kayıtlarıyla ortaya dökülecektir."


"Siz hırsıza bakmayın komplocuya bakın diyor AKP'liler şimdi.
O paraları da ayakkabı kutularına gizlice Mossad ajanları koydu sanki."


Kitaptaki Akp'nin belediyelere verdiği muazzam önem ile ilgili tespitin ardından en önemli bulduğum ikinci değerlendirme de şu. Hani Tayyip Erdoğan'ın kışkırtıcı, adeta iç savaş çıkartıcı söylemleri var ya:

"Tayyip Erdoğan, tıpkı Mursi gibi iktidardan bir ayaklanma ile veya darbe ile düşürülmek istiyor. Amacı şu: Kaybedeceği seçimlerden önce büyük bir kriz, büyük bir kaos, büyük bir isyan ve büyük bir darbe olacak ve seçimden önce Tayyip Erdoğan mazlum olarak iktidardan indirilecek. Sonra da diyecek ki %50'ye darbe yapıldı. Yani yine aynı mazlum edebiyatı sürecek. Oysa şu anda Tayyip Erdoğan'a bu kozu vermeye gerek yok."



ZULMÜN ARTSIN



ZULMÜN ARTSIN

Yazarı: Yaşar Kemal

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - 1995 - Can Yayınları
YKY'de 1. Baskı - Ocak 2004
4. Baskı - Kasım 2012

Sayfa Sayısı: 279


"Zulmün artsın ki tez zeval bulasın."

Anadolu'da zalimler için kullanılan bir laf.

Yaşar Kemal de özgür düşünceye, farklı fikirlere, yazıya, sanata, insana, ormana, doğaya... zalim davrananlardan yakınıyor kitapta.

1950'lerin sonndan 1990'ların ortalarına kadar çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmış yazıları, yaptığı konuşmaları ve kendisi ile yapılan röportajlardan, çeşitli sanatçılar hakkında kaleme aldıklarından oluşuyor kitap.


Onyıllardır hala aynı dertlerden yakınıyor olmak çok yorucu.


"Seçimlerde milletvekili adaylarını dinleyenler var mı? Onların konuşmalarını dinleyenler kusar"
Yıl: 1962 (sf 13)




"İçmek, güzel yemekler yemek, derin uykular uyumak, güzel düşler görmek, ne bileyim iyi şeyler yapmak, bu çağda, bu korkunç yoksulluğun kıyıcığında gerçekten vicdan olan bir vicdanın harcı olmamalı."
sf 14



"Bizim memleketimizde sizin gibiler var diye ben yirminci yüzyıldan utanıyorum."
sf 15

"İnsan deli olacak. Şu bazı insanlara bakıyor, bakıyor da gözünüz kör, kulağınız sağır mı, diye bağırası geliyor."
sf 21




"Bu tembelliğin, varsa, sebebini bize bilim adamları niçin söylemiyorlar? Besin yetersizliğinden mi, kötü bir gelenekten mi, toprağın yetersizliğinden mi?"
sf 35

"Hitler'e karşı en büyük savaşı Alman ulusunu verdi. Hitler ortadan kalktığından bu yana Hitler'in alçaklıklarının, zulümlerinin, kötülüklerinin üstüne Alman ulusu yürüdü.
Eğer uluslar ayakta kalacaklarsa Almanların yaptıklarını yapmak zorundadırlar. Kendi kötülüklerinin üstüne bütün insanlıktan önce yürümek zorundadırlar."
sf 48


On yıllar sonra da hala böyle dertlerimiz olmasın artık lütfen. 


"İnsanlar Allah'a inanmazlarsa, onları kötülük yapmaktan insanlık duyguları alıkoyar. Ya insanlık duyguları da iflas etmişse..."
sf 139

Bir de özel olarak şu kısmı sevdim.

Yaşar Kemal, çok sevdiği bir şeyi anlatmak/yazmak ile ilgili demiş ki:

"Çok sevdiğim bir şeyi anlatamadım mıydı, yandım. Kemiklerim ağrır. Bütün bedenimde önüne geçilmez bir ağrı. Zamanla bu acı geçer, ama içimde bir boşluk kalır."
sf 121
Aynı ben.

Bir de erken bir tespiti var Yaşar Kemal'in:

"İstanbul artık bir beton çölüdür."
Yıl:1978
sf 139

1978'de beton çölü ise şimdiki manzara için nasıl bir tabir kullanmak lazım bilemedim. 

21 Mart 2014 Cuma

OTUZUNDA KADIN

OTUZUNDA KADIN

Yazarı: Balzac

Türkçesi: Nurettin Bahar

Yayınevi: Kum Saati Yayınları

Basım Yılı: 2004

Sayfa Sayısı: 239


Balzac'ın kadınlarla, özelikle kitaba adını veren 30 yaş kadınlarıyla ilgili muazzam tespitleriyle dolu ve sürükleyici romanı.

Hikayemizdeki kadın Julie.

İyi, hoş, güzel bir genç kız.

Hayatta bir tane babacığı var.

Julie, bir adama aşık oluveriyor. Ya da aşık olduğunu zannediyor. Evlenmek istiyor. Babası "Yapma, etme" diyor, "Daha gençsin, pişman olursun."



Julie dinlemiyor, evleniyor.

Nitekim babası haklı çıkıyor. Julie aslında kocasını sevmediğini anlıyor. Kendisini hayatın akışına bırakmış, cansız, heyecansız, mutsuz yaşıyor.

Kocası savaş nedeniyle göreve gitmek zorunda kalınca Julie'yi yaşlı teyzesine bırakıyor. Teyze gençliğinde yere bakan yürek yakanlardan. Julie'yi hemen çözüyor. Ona evliliğini renklendirecek tavsiyelerde bulunacağını söylüyor.

Böylece çok sürprizlerle dolu, acayip olaylar olacak derken teyze ölüveriyor.


Julie yine mutsuz, cansız.

Bir kızları oluyor. Helene.

Evlilikte ve hayatta bir mutluluk yok ama hala.


Sonra bir sevgilisi oluyor. Arthur.

Tabi yasak bir aşk bu. Arthur, çok temiz, namuslu, dürüst bir adam. Julie'den vazgeçemiyor. Ama yanlışın da farkında. 

İntihar ediyor.


Ardından Charles giriyor Julie'nin hayatına. Hatta ondan çocuğu oluyor. En sevdiği çocuğu da bu oluyor. Tabi kimsenin haberi yok çocuğun gerçek babasından.




Gel gör ki, Julie'nin ilk çocuğu Helene, bir itişme sırasında yanlışlıkla bu en sevilen çocuğu dereye düşürüyor ve çocuk hayatını kaybediyor.

Julie artık yaşlanıyor. Sadece Helene kalıyor hayatında. En dışladığı, en sevgisini göstermediği çocuğu.

Helene bir adama aşık oluyor. Yalnız bu ilişkiyi sürdürürse resmen annesinin kaderini yaşayacak. Julie bunu anlayıp engel olmaya çalışıyor ama Helene oralı değil. Zaten annesine pek saygılı olduğu söylenemez.





Julie, Helene'i son kez uyarıyor ve ardından hayata gözlerini yumuyor.




Ben böyle bir çırpıda anlattım ya, kitapta da böyle hızlı.

Şok edici, hazırlıksız yakalayan bir hız hem de.

Mesela ilkin yaşlı teyze ile tanışma var ya. Teyzenin çılgınlığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Ne olaylar olacak şimdi diye heyecanlanırken, birkaç sayfa sonra teyzenin öldüğünü öğreniyoruz.

Sonra daha teyzenin öldüğünün şoku geçmemişken, çocukları oluvermiş.

Arthur gelince romanın gidişatı bir an Madam Bovary'e dönüşecek diye bir heyecanlar, bir aksiyonlar olacağı beklentisine girmişken, intihar haberi geliyor Arthur'un.

Dur bir soluklanalım.



Bu beklentiler ve hayal kırıklıklarının hızlı kurgusunun içinde Balzac bol bol 30'lu yaşlarındaki kadınlara özgüler düzmüş. Bu yaşlarda kadınların daha akıllı, daha olgun olduğu, kendini de erkekleri de tanıdığı, sevginin aşkın ne olduğunu bildiği, gerektiğinde fedakarlık edebilecekleri..gibi gibi. 



UMUT



UMUT

(1928 - 1941)

Hayat Akan Bir Sudur 

Yazarı: Ayşe Kulin

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Aralık 2008

Cep Boyu 14.Basım - Temmuz 2013

Sayfa Sayısı: 492


Serinin ilk kitabı "Veda"

Onun devamı bu.

Bu defa yeni neslin, torunların hayatı ön planda.

Anne, baba, dede ve nineler hala Osmanlı etkisini hissetmekle beraber, sonraki nesilde artık değişim rüzgarları esiyor. Kızlı erkekli takılmalar, danslar, kız çocuklarının eğtimlerini sonuna kadar sürdürme kararlılıkları...

Sevdim ben bu konağı. Kalabalık, curcuna aslında sevmediğim şeyler ama kitapta güzel.

Zaten artık konak ufak ufak boşalıyor. 

Kitabın başında aile şecereleri var. Bu iyi olmuş. Kim kimin nesi oluyordu sorusunu cevaplamak için faydalı. 



Öbür yandan ise spoiler veriyor bu aile şeması. Kimin kiminle evleneceğini anlamış oluyorz hemen.

Mesela Sabahat ile Aram'ın evliliğine aileleri karşı çıkıyor. Aram, Ermeni olduğu için. Onlar da beklemeye karar veriyorlar. Kitapta son durumları böyleydi. Şecereye bakınca anlıyoruz ki ohh ohh kavuşmuşlar da çocukları bile olmuş. Herhalde kavuşma hikayeleri sonraki kitapta anlatılıyordur.

Önceki kitap, Sitare'nin doğumu ile bitmişti. 

Sitare artık büyüdü de evlendi bile. Kendisine deli gibi aşık mühendis kocası Muhittin ile mutlu bir evliliği ve bir de çocukları var, Ayşe.

Bu kitap da Ayşe'nin doğumu ile bitiyor.

DİKKAT VÜCUDUNUZ KONUŞUYOR


DİKKAT VÜCUDUNUZ KONUŞUYOR

Türkiye'de Beden Dili, İş Yaşamı ve Renkler

Yazarı: Ahmet Şerif İzgören

Yayınevi: Elma Yayınevi

Basım Yılı: 1. Basım - Nisan 1998
64-66.Basım - Mayıs 2013

Sayfa Sayısı: 209

Başlıkta bahsedilen beden dili, iş yaşamı ve renkler konusunda çok teknik olmayan ama konu hakkında fikir sahibi olmayı sağlayan bir kitap.

Kendi külütürümüze ait çıkarımların bulunması sayesinde daha keyifli okunuyor.

Yazar da bundan bahsetmiş zaten. Beden dili her ülkede, her kültürde farklı anlamlara gelir

Mesela tüm dünyada insanların başlarını yukarıdan aşağı doğru sallaması "evet" anlamına, 
iki yana doğru sallaması "hayır" anlamına gelirken;

hayır'ı başını geriye atarak ve gözlerini arkaya doğru devirerek yapan üç millet varmış:
Türkler
Yunanlılar
Suriyeliler

Aslında beden dilinin en temiz hali küçük bir çocuktan öğrenilebilir.

Küçük bir çocuğa mama uzattığınızda yemeyecekse kafasını iki yana doğru sallar veya yana doğru çevirir. Bu çocuğun verdiği doğal bir "hayır" tepkisidir.

Fakat yaş büyüdükçe öğrenmenin etkisiyle bu tepkiler farklılık gösterir.





Başka yerlerde de okumuştum, bizim için masumane olan bazı işaretler, başka ülkelerde yanlış anlaşılabilir.

Misal;

baş parmağımızın ucunu yukarı doğru diğer parmaklarla birleştirerek yaptığımız "mükemmel" işareti;

İtalya'da: ne zırvalıyorsun?
Suudi Arabistan,
Suriye,
İsrail'de: Yavaşla

anlamına geliyormuş.


Zafer işareti olarak bildiğimiz işaret ve orta parmağın birlikte gösterilerek, diğer parmakların kapanması şekli İngiltere'de küfürmüş.

Fransızlar, savaşta esir aldıkları İngiliz okçuların, kurtuldukları zaman yay kullanamasınlar diye işaret ve orta parmaklarını keserlermiş. Savaşı kazanan İngiliz okçular, savaş meydanından kaçan Fransızlara avuç içleri kendilerine dönük bir şekilde işaret ve orta parmaklarını kaldırırlar ve "Parmaklarımızı kestiniz ama biz kazandık" derlermiş.

Tıpkım bizim Sokullu Mehmet Paşa'nın "Siz bizim İnebahtı Savaşı'nda sakalımızı kestiniz, biz ise Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik" hikayesi gibin. Okçu hikayesini İngiliz arkadaşlara teyit edebilecek varsa sevinirim. 

Hep böyle ıvır zıvır gereksiz bilgilerle doluyor kafam. 

Einstein, evinin telefon numarasını bile bilmezmiş. "Nasıl olur da bilmezsin? O kadar akıllı adamsın, iq'ndan utan" diyenlere "Bir not defterinin tutacağı bilgi için beynimi meşgul etmem" dermiş. 

Vuuuvvv. Kapakkk.


Bunların yanısıra kitapta ellerle, gözlerle, başlarla yapılan hareketler, ofis düzeni, renkler ile ilgili bilgiler var.

Ofisle alakalı olarak aklımda kalan mesela; Liderler masanın başına otururlar ve arkalarını kesinlikle boşluğa, pencere veya kapıya vermezler.







Ve ofiste kahverengi mobilyalar kulanma, eğer çalışanlar uzun süre kalsın istiyorsan. Çünküm kahverenginin böyle bir etkisi varmış. Fast food'çularda bunu bildiklerinden genelde kahverengi dekor kullanırlarmış ki anlamı "bir an önce ye ve git" imiş.

Kırmızı da iştah açarmış. O yüzden gıda firmaları logosunda bu rengi kullanırlarmış. Bir çırpıda akla gelen Coca Cola, Algida, Ülker...

Yeşil de güven verirmiş. Ev için rahatlatıcı bir renkmiş. Yaratıcılığı körüklermiş. Rahatlatıcı ve sakinleştiriciymiş. Tabiatı en çok hatırlatan renk olduğu için yeşil alanlarda insanların daha az mide ağrısı çektikleri tespit edilmiş.

Gerçi bunlar internette de var. Ama kitabın 1998'de yazıldığını gözönünde bulundurursak internette zaten kolaylıkla bulunabilecek bu bilgilere kitapta yer verilmesi o dönem için anlam ifade ediyormuş demek ki.


Ben burada şu işaret şu ülkede şu anlama, bu ülkede bu anlama geliyor, şu rengin anlamı şudur... diye sanki bir çeşit sıralama varmış gibi anlattım ama kitap bunları böyle madde madde şu şudur diye yazmamış. Gayet konuların içine, komikli örneklerle yedirmiş.

Zaten yazarın internette videoları da var, izlediyseniz kendisi komikli şakalı bir insandır. 

Pek çok gerekli gereksiz bilginin yanısıra, şunu öğrendiğime mutluyum.

Aynalama:

Hani evli çiftler zamanla birbirine benzer ya. Ya da "badem bıyık" tabir edilen AKP'li arkadaşların birbirlerine benzemesi. Yaklaştığımız belediye seçimlerinin afişlerinde de farkedebilirsiniz bunu. Akp'li belediye başkan adayının, üyesi olduğu partiyi, logoyu falan görmeseniz bile badem bıyığından tanıyacaksınız.

İşte bunun adı "aynalama" imiş. Sevdiğimiz, çokça vakit geçirdiğimiz insanla zamanla birbirimize benzeme hali. Birbirinin davranışını taklit etme, benzetme.

Atalarımızın "Üzüm üzüme baka baka kararır" diye tabir ettiği olay.


Eveeet, pek çok hareket, pek çok davranış tanıdık.

Ama tabi insanlara "Şu hareketi yaptı, o zaman şunu demek istiyor" gibi anlamlar yüklemek ruh hastalığı olur. Ya da kendi hareketlerini bunları düşünerek yapmak. 

Gözönünde olan insanlar, siyasiler falan düşünsün bunları.

Sen kimsen o ol, rahat ol. 

EBEDİ GELİN


EBEDİ GELİN

Dağlar Yıkıldığı Zaman

Yazarı: Cengiz Aytmatov

Tercüme: Prof. Dr. Ahmet Pirverdioğlu

Yayınevi: Elips Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı - Kasım 2007
2. Baskı - Kasım 2007

Sayfa Sayısı: 235


Ebedi Gelin, bir Kırgız efsanesi.

Efsaneye göre köyün yakışıklı, güçlü, yiğit delikanlısı ile güzel kızı evlenecekler. Tam düğün günü gelin, delikanlıyı çekemeyen haset insanlar tarafından kaçırılır. Damat gelini bulmak için yollara düşer. Gelin, kendisini kaçıranların elinden kurtulur. Dağlarda damadı arar durur.


Gazeteci Arsen Samançin, opera sanatçısı sevgilisi Aydana Samarova'nın bu efsaneyi anlatan bir arya söylemesini arzu eder hep.

Ama Aydana, eğlence sektörünün kralı Ertaş Kurçal ile birlikte olur ve pop şarkılarla harcar yeteneğini.


Arsen'in bu konuda bir ezikliği vardır içinde. Sevgilisi elinden alınmış, terkedilmiş.

Onun gibi biri daha var kitapta.

Bir pars.

Adı Jaabars.

Jaabars da artık yaşlanmış, sürüden dışlanmış, dişisi sürünün daha güçlü erkeği tarafından alınmış ve yalnız kalmış bir pars.

Bu ikilinin yolları kesişecek kitapta.

Bir grup Arap zengin, pars avlamak için tura çıkacak. Arsen de onlara rehberlik edecek.

Arsen'in arkadaşlarının fena bir planı var. Gelen bu zenginleri kaçırıp fidye istemek. Bunun için Arsen'in yardımına ihtiyaçları var, çünkü aralarında turistlerle anlaşabilecek, dil bilen tek kişi o.

Arsen tabi bunu kabul etmiyor ama arkadaşları kararlı.

Arsen de kararlı. 

Bu planı bozuyor ve karşılığını da hayatıyla ödüyor.

Jaabars'ın da sonu Arsen'le aynı mağarada ölmek oluyor.





Ebedi Gelin, Cengiz Aytmatov'un son romanı. 

İçinde hem dişisi elinden alınarak sürüden kovulmuş bir kar parsının hikayesi var. Ki bu pars ile Arsen Samançin'in ortak yönleri var ve kader onları biraraya getirecek.

İkinci olarak bir halk efsanesi var, Ebedi Gelin.

Üçüncü olarak, kitabın sonunda Arsen Samançin'in yazdığı savaş karşıtı bir hikaye var.



AYNI YATAKTA ÜÇÜMÜZ


AYNI YATAKTA ÜÇÜMÜZ

Yazarı: İlkim Öz

Yayınevi: Destek Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım – Kasım 2013

Sayfa Sayısı: 254 


İlkim Öz bir psikolog/evlilik ve aile danışmanı.

Danışanlarından üçünün öyküsünü anlatmış kitapta. Üçünün de ortak noktası "metres" tabir edilen "diğer kadın" olmaları.

İsimler farklı, olaylar gerçek.


Birincisinde Sema var. Evli bir adamla beraber. Annesinin bu durumdan haberi yok. Annesi, kızını o adamla evli zannediyor. Fakat Sema annesini kandırıyor.

Metresi olduğu adam Sema’ya iyi bir hayat standartı sağlıyor ama Sema mutlu değil.

Terapide babası yaşındaki ve üstelik evli bir adamla birlikte olmasının çocukluğuna dayanan bir travmaya bağlı olduğu ortaya çıkıyor.

Sema’nın annesi aşırı kıskanç. Babası da aşırı çapkın.

Sema daha çocukken anne ve babasının kavgalarına tanık oluyor.

Annesi Sema’nın kolundan tutuyor, birlikte bir otel odasında babası ve birlikte olduğu kadını basıyorlar. Babasını başka bir kadınla çırılçıplak yakalamak çocuk Sema’da bir travma yaratıyor tabi.

Bunu etkisiyle babası yaşında bir adamla birlikte oluyor. Ondan sevilmek, ilgi ve güven duyguları alıyor. İlkim Öz bunları “üç altın duygu” diye tanımlıyor. 

Terapiler sonunda Sema adamdan ayrılıyor. Kızıyla beraber başka bir şehirde, başka bir hayat kuruyor.


---


İkinci hikaye yürek parçalayıcı.

Remziye.

Yoksul, genç bir kadın.

Evli bir adamla beraber.

Sebep, yine çocukluktaki bir travma. 

Remziye’nin babası kapıcı. Remziye fakirliğinden utanıyor ve sanki zenginmiş gibi sürekli yalanlar söylüyor. Babası ölünce iyice yalnız hissediyor. Çünkü annesi diğer yedi çocuğa mı baksın, evle mi ilgilensin, dağılmış bir kadın.

Apartmanda İnci Hanım var. Çocuğu olmuyor. Remziye’yi kızı gibi seviyor.  Ara sıra Remziye onlara gidiyor. Temizlik, yemek yapıyor.

Bir gün İnci Hanım evde yokken, İnci Hanım’ın kocası Aslan Bey, Remziye’ye tecavüz ediyor. Remziye 15, Aslan Bey 40 yaşlarında.

Aslan Bey, Remziye’yi saç tokasıyla, ayakkabıyla, elbiseyle kandırıyor. 

Remziye hiç kimseye söyleyemiyor. İnci Teyzesine ihanet ettiğini düşünüyor, kahroluyor.

Aslan, yanında çalışan güvenlik görevlisiyle Remziye’yi evlendiriyor ama ikilinin ilişkisi hala devam ediyor.

Remziye bu durumdan dolayı bitmiş, tükenmiş. Aslan, ona bir iyilik olsun bu terapiye gönderiyor. Terapiler iyi geliyor, Remziye rahatlıyor. Ama sonraları terapiyi bırakıyor. İlkim Öz, merak edip Remziye’yi arıyor ve acı haber. Remziye intihar etmiş.

---


Üçüncü hikayedeki Arzu.

Erkeklerle flört etmeyi seviyor. 

Patronu, Arzu’ya bir teklifte bulunuyor. “Benimle hayat boyu beraber ol. Evlenmeden. Sana her istediğini alırım, sen de benim her istediğimi yapacaksın.”

Anlaşma Arzu’nun canına minnet. Çünkü o da zaten evlenmek istemiyor.

Fakat adamın Arzu’dan isteği üç kişilik yatak ilişkisi. Üçüncü kişi de adamın karısı.

Arzu bu durumdan kurtulmak, neden bu duruma katlandığını anlayabilmek için terapiye gidiyor. Yine çocukluk travması. Başkalarının çocuklarına bakan bir anne ve ondan paraları alan dayakçı bir baba. Bildiği evlilik kurumu, kadının dayak yediği, erkeğin baskın çıktığı bir müessese. Evliliği böyle gördüğü ve yorumladığı için evlilikten kaçıyor.



Kitaptaki tüm hikayelerde aslında aynı yatakta üç kişi var. 3. kişi fiziken orada olmasa bile, zihinde var oluyor. 

Anlayacağınız üzere kitap ilişkilere metreslerin gözünden bakıyor. Özellikle kendilerinden yaşça çok büyük evli adamlarla birlikte olan bu zavallı kadınların çocukken bir travma yaşamış olmalarının çarpık ilişkilerde payı büyük.

Anne ve babalara büyük görev düşüyor. Kız çocuklarının kendi başlarına ayakta durabilen, kimseye muhtaç olmadan yetişmeleri  hayati önemde. Bir asalak gibi değil, onurlu, gururlu ve dimdik yaşayabilmek lazım.






18 Mart 2014 Salı

BENİ SUSTURABİLECEK TEK ŞEY...



BENİ SUSTURABİLECEK TEK ŞEY…


Yazarı: Emine Ülker Tarhan



Yayınevi: ka Kitap



Basım Yılı: 1. Basım – Mart 2014-03-19



Sayfa Sayısı: 167


"Beni susturabilecek tek şey bilgidir, o da sizde yok."

Emine Ülker Tarhan, meclis kürsüsünde konuşmasını yaparken kendisine laf atılması üzerine bu cevabı veriyor.


Kitap da ismini buradan alıyor.

Meclis kürsüsünde ne zaman bir vekil konuşmaya kalksa, konuşan vekil AKP'li değilse, AKP sıralarında hep bir homur homur homurdanma, hep bir sataşma. Homurdananlardan kürsüye çıkanlar da, aleyhlerinde söylenen her sözü provokasyon, kışkırtma... vb olarak değerlendiriyor zaten. 


Aklıma kazınmış bir sahne var hatta. İsimleri hatırlamıyorum. CHP'li vekil kürsüde yoksulluktan, gençlerin işsizliğinden, hükümetin bu meselelerle ilgilenmediğinden bahsediyordu.

Sonra AKP'li bir vekil çıkıp, az önce konuşan vekil için "Meydanlara, mitinglere gitmiyorsunuz, canınız sıkılıyor, burada konuşuyorsunuz. Provoke ediyorsunuz. Boş boş konuşuyorsunuz" demişti.


İmam osurursa cemaat sıçar hesabı. Başbakan da kendisine sorulan sorulara, soruyla alakasız cevaplar vermekte pek bir mahir malumunuz. Berkin Elvan'ı sorarsınız, "Borsa etkilenmedi" der, hırsızlık suçlamasını sorarsınız, "Sen de genel müdürsün" der.

Böyle düşününce Bilal Erdoğan'ı anlıyorum. Başbakan'ı televizyonda seyretmek bile beni manyağa çevirirken, Bilal oğlanın bu halde olması normal.

İşte Emine Ülker Tarhan, böyle boş ve çamur bir dilin hakim olduğu siyasi arenamızda bilgisi, kültürü ve üslubu ile çöldeki vaha.

Kitap, bir söyleşi. 



Emrah Akkurt sormuş, Emine Ülker Tarhan yanıtlamış.



Kısa bir hayat hikayesi ile başlıyor kitap.



4 çocuklu bir aile. Baba ayakkabıcı. Tarsus'ta geçen çocukluk, Ankara Hukuk, YARSAV...



Çok kitap okuyan biri Emine Ülker Tarhan. “Kitapları koyacak yer bulamayınca kutulara koyardık, manidardır, ayakkabı kutuları gibi kutular.



Kitap daha yeni. Sıcak sıcak. Dolayısıyla mevcut gündeme dair pek çok yorum, analiz, değerlendirme, gönderme var.



Başbakanın “Çok okuyanlar şimdi Sefiller’i oynuyor.” diyerek okumayı önemsizleştirip cahilliğe övgü düzmesinden sonra Emine Ülker Tarhan, nefes alacak alan açıyor.



Şu kadının Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı olduğunu düşünsenize. Ki bunu tek düşünen ben değilim. Kitapta bununla ilgili de konuşuluyor.



Ülkedeki kaliteyi düşünün öyle bir durumda.



Kadının olduğu yer kalitelidir zaten. Bir mekanda kadın varsa orası daha güvenilirdir. Hatta mekanların kalitesi bile “kızla gidilir” standartına sahip olup olmadığına göre değerlendirilir.



Küfür kıyamet bir ortama kadın girdiğinde “oğlum bayan var lan” diye ortamdaki öküzler bir anda evrilir, küfretmemeye dikkat eder.



Bunlar, kadın hiçbir şey yapmasa bile sadece ortamdaki varlığının dahi yeterli olduğu örnekler.



Bir de bu kadın, örnekteki gibi güzel bir insansa.



Eğitimli, kültürlü, bilgili, alçakgönüllü, edepli…



Ülkemizin siyasi arenasına ne kadar uzak gözüküyor değil mi? 



Zaten Emine Hanım’ın öyle ön plana çıkmak gibi bir hırsı yok. Maksat ülkeye bir şey olmasın.



Gezi, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmaları, tapeler… vb konularda çok ayrıntılı değil ama hiç yoktan da iyidir diyebileceğim bir söyleşi olmuş. Yer yer Emine Hanımın çeşitli konuşmalarını da içeriyor.



Demin de yazdım ama yine yazacağım, çöldeki vaha bu kadın.  



Boyun damarları patlarcasına höykürerek, insanları birbirine düşürmeye ant içmiş bir siyasi dilin ardından Emine Ülker Tarhan resmen huzur, resmen mutluluk gözyaşı.

İKNA




İKNA

(Persuasion)

Yazarı: Jane Austen

Çeviren: Meral Gaspıralı

Yayınevi: Turkuvaz Kitap

Basım Yılı: 1. Basım – Eylül 2007
3. Basım – Haziran 2011

Sayfa Sayısı: 240



Anne Elliot.

Ne güzel, ne asil, ne zarif bir kız.

Ailesi tarafından dışlanmış biraz. Ablası Elizabeth havalı, kendini beğenmiş, burnu kaf dağında. Kardeşi Mary de ne oldum delisi, kıskanç, ilgi budalası. Baba da Elizabeth’den başka kızı yokmuş gibi davranan ilgisiz bir baba.

Bunlar aslında çok zengin olmadığı halde zengin yaşamı sürdürmeye çalışan ve hayat standartlarından hiçbir şekilde feragat etmek istemeyen bir aile.

Halbuki Elliot öyle mi?

Biraz Yaprak Dökümü’nün Fikret’ine benzeteceğim Anne’i. Akıllı, uysal, anaç, fedakar…

Anne, İlk gençlik yıllarında Yüzbaşı Wentwort’e aşık oluyor. Ama yakınları, özellikle aile dostu Lady Russell, bu ilişkiyi doğru bulmuyor. Gelir seviyesi olarak uygun bir evlilik olmayacağını söylüyor.

Anne de uysal kız. Zorlamıyor. Birbirini seven iki gencin yolu böylece ayrılıyor.

Aradan yıllar geçiyor.

8 yıl sonra Anne ve Yüzbaşı Wentwort yeniden karşılaşıyor. İkisi de hala bekar, hala yalnız.

Anne hala ona aşık. Ama Yüzbaşı Wentwort da ona aşık mı Anne emin olamıyor. Başka kızlar da var çünkü ortada. Yüzbaşı sanki onlara meylediyormuş gibi görünüyor ama tam da anlaşılamıyor.

Neyse ama sonuç olarak, uzun, karmaşık, dolambaçlı yolların ardından duygular itiraf ediliyor ve mutlu son.

Jane Austen için en güzel aşk, zor olan. Sevenleri eninde sonunda kavuşturuyor ama kanırtıyor bunu yaparken.

Aynı kitabın bir de "İnanç" adıyla çevrilmiş bir versiyonu var. İkisi aynı kitap aslında. Duyuyorum, bazıları ikisini farklı kitap sanıp alıyormuş. Hatta önce İkna'yı alıp okumuş. Sonra bir gün İnanç'a denk gelmiş, "Aaaa, Jane Austen'in okumadığım bir kitabı" diyip almış. Okumaya başlayınca bir de ne görsün, ayol bu ikisi aynı. Var yani böyle insanlar.


3 Mart 2014 Pazartesi

HIRÇIN KIZ








HIRÇIN KIZ



( The Taming of the Shrew)



Yazarı: William Shakespeare



İngilizce Aslından Çeviren: Özdemir Nutku



Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları



Basım Yılı: 1. Basım – Haziran 2012



Sayfa Sayısı: 125




İnatçı, dik kafalı bir kızın evlilikle uysallaşmasını konu alıyor kitap. Burada evliliğin hikmeti, kocanın da benzer bir inatçılık ve dik kafalılık sergilemesinde. “Çivi çiviyi söker” hesabı.



Baptista’nın iki kızı var. Bianca ve Katherina



Bianca’nın bir sürü talibi var. Talipleri, Bianca’ya daha yakın olabilmek, onu etkileyebilmek için kılık bile değiştiriyorlar.



Petruchio ise kimsenin bakmadığı Katherina’ya talip oluyor. Çünkü onun için önemli olan kadının huyu suyu, güzelliği değil, parası. Katherina da zengin bir kız olunca kuruyor planı kafasında.



Katherina’nın hırçınlığını öğrenen Petruchio, onu yola getirebilmek için ondan daha deli olmak gerektiği sonucuna varıyor. Karşısında kendisinden daha dik kafalı birini bulan Katherina, babasının da kendisini umursamaması karşısında bir oldu bitti ile evleniyor.



Sonunda da nasıl uysallaştığını görüyoruz.



O dönemin erkekleri için etkileyici bir hikaye olmalı. Hoş, bu dönemde de öyle. Kendi fikirleri olan, doğru bulmadığına karşı çıkabilen, dik durabilen, güçlü kadın figürü ne zaman beğenildi de 1500’lerde beğenilsin. Hastalıklı muamelesi yapılan bu kadınlar bir an önce tedavi amaçlı olarak uysallaştırılmalı değil mi?






NORTHANGER MANASTIRI




NORTHANGER MANASTIRI

(Northanger Abbey)

Yazarı: Jane Austen

İngilizce Aslından Çeviren: Hamdi Koç

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım – Ağustos 2012

Sayfa Sayısı: 252


Catherina Morland.

10 çocuklu bir ailenin kızı.

Aile dostları Mr ve Mrs. Allen bir gün Catherina’yı yanlarına çağırıyorlar. Ailesinden ilk uzaklaşışı oluyor bu.

Mrs. Allen iyi hoş kadın ama çok boş kadın. En büyük meselesi elbiseleri. Kafası başka bir şeye basmıyor. Basmasını gerektiren bir durumu da yok gerçi.

Böyle tipleri Jane Austen çok ustalıkla anlatıyor. Ben mesela kadını gayet yüzeysel bir şekilde “kafası bir şeye basmıyor.” diye açıkladım ya. Jane Austen onu “kadınların onu da beğenip evlenen erkekler olmasına hayret ettiği bir kadın.” diye tanımlıyor. Çok incelikli.

Catherina (Cathy diyoruz biz kendi aramızda ona) Isabella diye bir kızla kanka oluyor. Isabella'nın ağabeyi John, Cathy’e yazıyor. Cathy'nin ağabeyi James de Isabelle’ya.

Ama Cathy, John’dan hoşlanmıyor. Cathy’nin gözü Mr. Tilney’de.

Jane Austen bu eşleştirmeleri güzel yapıyor. Esas kızları gerçekten onlara layık olabilecek düzgün erkeklerle eşleştiriyor. Diğerlerini de öyle aslında. Yani herkes layığını buluyor onun romanlarında.

Isabella ile James evlenme aşamasına kadar geliyorlar. Ama Isabella, James’i aldatıyor. Hem de Mr. Tilney’in ağabeyi ile.

James bunu öğrenince evlilikten vazgeçiyor ve ayrılıyorlar tabi.

Cathy ise Mr. Tilney’e nasıl davranacağını şaşırıyor. Ama Mr. Tilney çok güzel bir adam olduğu için bu durum ilişkilerini olumsuz etkilemiyor.

Ve mutlu son.

Cathy ile Mr. Tilney evleniyor.

Northanger Manastırı, Jane Austen'in yayınlanmak üzere tamamladığı ilk romanmış. Ama enteresan bir şekilde ölümünden sonra -1817'de- yayınlanmış.

KERR




KERR

Yazarı: Tayfun Pirselimoğlu

Yayınevi: İthaki Yyaınları

Basım Yılı: 1. Baskı- Ocak 2014

Sayfa Sayısı: 256


Cezmi Kara.

Bir cinayete tanık oluyor. Ondan sonra da hayatı boka sarıyor.

Sonu gelmez bir soruşturma içinde buluyor kendisini. Esrarengiz bir ortam içinde kalıyor. Tuhaf tuhaf insanlarla karşılaşıyor, acayip acayip sorulara muhatap oluyor. Afallıyor bu da. Kim nereye sürüklerse oraya gidiyor. Hiç bir durup sormak yok “Ne oluyoruz? Sen kimsin? Niye beni burada alıkoyuyorsun?” diye. Saçma sapan işlerin içinde.

Bu belirsizliği ile bana Melih Cevdet Anday'ın “İsa’nınGüncesi” ve Kafka’nın “Dava”sını anımsattı. Onlarda da bu belirsizliğin yarattığı sıkıntıyı yaşamıştım okurken.

KIRMIZI KÜPELER




KIRMIZI KÜPELER

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 3. Basım – 1996

Sayfa Sayısı: 325


Aslında ben hikaye sevmiyorum. Yani öyle olduğunu zannediyordum. Ama bu hikayeleri sevdim.

Birkaç Orhan Kemal romanının ardından bu hikayelerde de tipik Orhan Kemal dilini ve karakterlerini görmek mümkün. Aynı iç karartıcı dramlar, kötü, dolandırıcı, yalancı insanlar.

Psikolojik olarak kötü etkiliyor beni Orhan Kemal. Bunu anladım. Kitabı okurken, okuduktan sonra da bir süre mutsuzluk hakim oluyor içime. İçim kararıyor.

Kitaba adını veren hikaye, evin acımasız hanımı saçını kesecek diye evden kaçan Elmas adında bir hizmetçiyi ya da daha doğru bir ifadeyle beslemeyi evin küçük çocuğunun gözünden anlatıyor.

Al işte dakika bir gol bir.

Mutsuz olmayayım da ne yapayım.

Diğer hikayeler de bu ayarda. Kimisi komikli, ama trajikomikli. Genelindeki dramdan, komedisine gülmek mümkün olmuyor.

Hastane anıları var bir de. Orhan Kemal’in “Hastaneden Çizgiler 1-2-3-4” diye adlandırdığı. Hastanede karşılaştığı tiplemeler ve anılar keyifliydi.