7 Aralık 2014 Pazar

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN


İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

Sabahattin Ali

1940

Yapı Kredi Yayınları - 31. Baskı - Mayıs 2014

254 sayfa

"Öğleden evvel saat on birde Kadıköy'den Köprü'ye hareket eden vapurun güvertesinde iki genç yan yana oturmuş konuşuyorlardı."

Bu gençler Ömer ve Nihat.

Kitabın açılış cümlesinde belirtilen bu konuşma ile Ömer ve Nihat'ı tanımaya başlıyoruz.

Ömer, gayet akıllı bir genç adam, fakat epeyce bezgin.

"Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. (...) Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek iş vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakta kullanmış oluruz. Ben ne diye bu işi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum." (sf.14)

İşte Ömer bu.

Bu minvaldeki düşünce ve konuşmaları kitap boyu devam ediyor. Hep üşengeçlik, hep bezginlik var laflarında. 

Aynı sayfalarda Nihat'ı da para ile ilgili nutuk atarken okuyoruz.

"Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevkaladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tıpkı mekteplerdeki gibi resmi hatti vazifeleri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık... Sonra bir resim. Birkaç satır muhtasar yazı ve bir iki imza...Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kağıt azizim.(...) Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. (...) Cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgarın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur." (sf.16)

Nihat da para, daha genel tabirle güç delisi.

*
Vapurda Ömer, bir kız görüyor. Görür görmez aşık oluyor. Hani bazen biriyle tanışırsınız da onunla sanki çok daha önceden beri tanışıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Ömer daha kızla tanışmadan bu duyguya kapılıyor.

"Şurada gördüğüm genç kız, bana, daha dünyaya gelmeden, daha dünyanın, daha kainatın teşekkül ettiği sıralardan tanıdığım birisi gibi geldi." (sf.18)

Sonra da gidiyor kızın yanına. 

Tam kıza yaklaşıyor, kızın yanındaki kadın Ömer'i görünce "O!..Ömer nasılsın?" diyor. 

Bu, Ömer'in akrabası Emine Teyze.

Ömer, kıza bakmaktan, kızın yanındaki kadına hiç dikkat etmemiş.

Kız da uzaktan akraba çıkıyor. 

Yani evet, gerçekten kızı uzun zamandan beri tanıyormuş gibi hissetmesi normal. Ama bu hissi, söylediği gibi romantik şeylere değil, akrabalığa dayanıyor.

Nitekim Nihat da bu durumla çok güzel dalga geçiyor:

"...Sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor.(...) Demek daha kainatın teşekkülü sıralarında ahbaplık tesis ettiğini söylediğin taze, akrabadan imiş! Çocukluğunuzda ihtimal beraber oynadınız. İhtimal hafızanın bir kösesinde o eski çocuk çehresinin birkaç çizgisi canlandı. Ve senin o daima kırk bir derece hararette çalışan dimağın işi derhal esrarengiz örtülere bürüdü." (sf.23)

Ömer hep böyle. Büyük hayaller kuruyor, büyük laflar ediyor. Ama bunların hayatına yansıması olmuyor. Hayaller Paris, gerçekler Beylikdüzü.

Hayatı boş geçiyor bile denebilir. Günü gününe yaşıyor. Gelecek kaygısı yok. Bir baltaya sap  olma derdi yok. Torpil ile edindiği bir postane memurluğu var, ama işe bile uğradığı yok. Parası yok. Karnını arkadaşlarının ısmarladıkları doyuruyor. 

Macide ile tanışıncaya kadar bu şekilde geçen hayatı, Macide'den sonra değişiyor.

Macide, Ömer'in vapurda gördüğü ve görür görmez vurulduğu akraba kızı.

Balıkesir'de piyano eğitimi almış bir kız.(Ama bir kere bile piyano çaldığını görmedik.)

Ailesi çok zengin değil. Aksine borç içindeler. Ancak bu borçlara rağmen lüks bir yaşam sürüyorlar. Herhangi bir tasarruf yoluna gitmeyi düşünmüyorlar. Zira "elalem ne der?"

Macide'nin okuması da ailenin eğitime çok önem vermesinden değil. 

"Macide daha ziyade tesadüflerin sevkiyle büyümüş ve okumuştu. Çocukluğunda evi yoklayıp geçen çeşit çeşit hastalıklardan biriyle  ölmediyse bir tesadüf; ilkmektebi bitirdikten sonra evde alıkonmayıp ortamektebe gönderildiyse, bu da bir tesadüftü. Babası kendini çıkmaz işlerin içinde bu kadar kaybetmiş olmasa, kendisine kızını okutmasını tavsiye eden birkaç mektep mualliminin sözüne belki kanmaz ve onu da, ablası gibi on beş yaşında kocaya verirdi." (sf.27)

Macide yalnız bir kız. Pek arkadaşı yok. Zira akranlarının konuştukları muhabbetler ona çekici gelmiyor. Bir de bu akranların aynı zamanda kendi yaptıkları yanlışları, ayıpları görmeyip, başkalarını aynı sebepten kınamalarına, başkalarının hayatlarını bu kadar didik didik etmelerine, dedikodu yapmalarına anlam veremiyor. 

On numara bir kız yani bana sorarsanız. Kızsal triplerden, oyunlardan, entrikalardan uzak. Bunlara kafası basmamak değil, bunlara anlam verememek hali içinde. 

Okulda bir Bedri hocası var. Adı konmayan, gönül macerası demenin de zor olduğu bir durumları oluyor. 

Normal bir öğrenci- öğretmen ilişkisi içindeler ilkin. İkisinin de aklında bunun ötesinden bir duygu yok. 

Bedri Hoca, annesine yazdığı bir mektubu, postane Macide'nin yolu üzerinde diye Macide'den postaya vermesini rica ediyor.

Bedri'nin Macide'ye bir mektup verdiğini gören okul müdürü, olayı hemen yanlış anlıyor. Kendisi yanlış anlamakla kalmıyor, bütün okulun bu olayı duymasına sebep oluyor. Halbuki ne Macide'nin, ne Bedri'nin aklında böyle bir şey vardı. Okul müdürü, bu ikisinin aklına birbirlerine karşı duyguları olabileceği fikrini getiriyor durduk yerde. Ancak, herhangi bir atılım olmuyor ikisinden de. Zaten de sonra Bedri bir daha okula gelmiyor.

İstanbul'dan akrabaları Emine Teyze, bir gün Balıkesir'e geldiğinde Macide'nin İstanbul'da eğitim almasını söylüyor ve aile de bunu kabul ediyor. 

Macide, İstanbul'da Emine Teyze'sinin yanına yerleşiyor. Balıkesir'deki ailesinin Emine Teyze'lere gönderdiği para Macide'nin o evde yaşamasını sağlıyor.

Ne zaman ki Macide'nin babası ölüyor, Macide için gönderilen para duruyor, işte o zaman Emine Teyzeler artık Macide'yi yük olarak görüyor.

O sırada Ömer ile Macide tanışıklıklarını ilerletmişler, beraber dolaşıyorlar, geziyorlar.

Bu gezmelerden sonra Macide'nin eve geç geldiği bir akşam Emine Teyze ve eşi Galip Amca, Macide'yi evden düpedüz kovuyorlar.

Macide, kendisine söylenen ağır laflara karşılık vermiyor. Sessizce odasına gidiyor. Eşyalarını topluyor ve kimse görmeden evi terkediyor.

Nereye gideceğini bilmeden, herhangi bir plan yapmadan evden çıkıyor. 

Balıkesir'deki evine dönmeyi düşünmüyor. Zira babası ölünce annesi, ablasına taşınmış. Ablası ve eniştesinin yanında yaşamak da istemiyor.

Sokakta Ömer'i kendisini beklerken buluyor. Tesadüf. Kitap boyu bu tesadüfler hep karşımızda.

Macide ile Ömer, Ömer'in kaldığı sefil durumdaki pansiyon odasına gidiyorlar. 

Bu andan sonra birbirlerini karı-koca gibi görüyorlar. Herkes de öyle zannediyor.

*

Ömer'in arkadaş çevresi Macide için çok yabancı. 

Nihat'ı anlattık, gözünü para bürümüş, güç delisi biri. 

Onunla beraber, aydın diye geçinen ve fakat her lafları oradan buradan araklama , bütün işleri özentilik olan, yeri geldiğinde çirkinleşmekten, küfretmekten, yalakalık etmekten çekinmeyen İsmet Şerif ve Emin Kamil gibi yazar, şair tayfası var.

*

Ömer, artık kendisini evli bir adam saydığı için sorumluluk sahibi olması gerektiğini, hiç değilse para kazanmasının şart olduğunu anlıyor.

Uzun zamandır uğramadığı postaneye uğruyor. Orada tanıdığı ve sevdiği tek insan olan veznedar Hafız Hüsamettin Bey ile konuşuyor. 

Veznedar, Ömer'e bir sırrını açıyor. Hayatının en büyük sırrı ve derdi. Ondan akıl almak için değil, sadece söyleyip rahatlamak için anlatıyor.

Veznedarın kayınbiraderi fuhuşa aracılık suçu içine karışıp hapse atılıyor. Bunun bir yanlış anlaşılma olduğuna yemin billah edip veznedardan kefaletini ödemesini, borcunu hapisten çıkar çıkmaz ödeyeceğini söylüyor.

Veznedar ikna olup kendi kontrolünde olan kasadan kefalet ücreti kadar miktarı alıyor. Kefaleti ödüyor, kayınbirader hapisten çıkıyor, ancak tahmin edileceği üzere borcu ödemiyor. Mahkeme bittiğinde veznedar, yatırdığı kefaleti alacak ama mahkeme de bitecek gibi değil. 

Veznedarın da durumu zaten iyi değil. Beş çocuğu var, kıt kanaat geçiniyor. Muhasebe defterlerinde bazı oynamalar yapıp, aldığı bu parayı gizlemeye çalışıyor ama artık işler içinden çıkılmaz derecede karışık. Bir denetleme yapılsa mahvolacağından emin.

İşte bu sırrını açıklıyor Ömer'e.

Ömer dangozu da boşboğazlık edip bu durumu Nihat'a anlatıyor. Muhabbet olsun diye anlatıyor, kötü niyetinden değil ama Nihat bu durumu kullanacak daha sonra.

*

Ömer, parasızlıktan kafayı yiyecek noktada. Delice şeyler düşünüyor. 

Hatta çorap çalıyor. Bilinçli olarak, gideyim de çorap çalayım diye değil. Kalabalık bir mağaza ilgisini çekiyor, içeri dalıyor, çoraplara takılıyor gözü, Macide'ye bugüne kadar hiç hediye almadığını düşünüyor. Çoraplara bakarken kendisine acıyor, karısına bir çorap bile alamadığını düşünüyor. Bu düşünceler içindeyken çorabı cebine sıkıştırarak mağazadan çıkarken buluyor kendisini. Bunu nasıl yaptığına kendisi de inanamıyor. Sonra da çorabı fırlatıp atıyor.

Yaptığı bunun gibi kötü şeyleri, içindeki şeytana meylediyor. İçimizde bize istemediğimiz şeyler yaptıran bir şeytan olduğunu düşünüyor.

*

Arkadaşları, Ömer ve Macide'yi dışarıda eğlenmeye davet ediyorlar.

Gittikleri mekanda Bedri ile karşılaşıyorlar. Macide'nin hocası olarak tanıdığımız Bedri.

Ömer'in de uzun süredir görüşmediği eski bir arkadaşıymış meğer.

Bedri, Balıkesir'de öğretmenliği bırakıp İstanbul'a gelmiş. Yaşlı annesi ve hasta ablasına bakmak için.

Bedri, Ömer ile Macide'nin maddi açıdan geçinmekte zorlandıklarını görüyor ve elinden geldiği kadar onlara destek oluyor.

Ömer zaten herkesten borç almaya alışmış, artık yüzü kızarmayan biri. 

*

Nihat, Ömer'in çıldırasıya parasız olduğu bu dönemde Ömer'den veznedara şantaj yapmasını istiyor. İstedikleri kadar parayı vermezse onu ihbar edeceklerini söylemesini istiyor.

Ömer tabi ki buna itiraz ediyor. 

Bu kadar yapmaz artık. Yok artık.

Ama yapıyor. Bunu da yapıyor.

Burada aslında veznedarın yaptığı işin iyilik-kötülük çerçevesinde bir tartışması olabilir. Nitekim Ömer, veznedarın yaptığı bu yolsuzluk diyebileceğimiz olayı arkadaşı Hikmet Bey'e ve Nihat'a anlattığında Hikmet Bey, bu işin ne olursa olsun suç olduğunu, veznedarın cezalandırılması gerektiğini savunmuştu. 

Ömer ise on yıllardır düzgün ve namuslu bir şekilde çalışmış olan ve beş çocuklu ailesini geçindirmek zorunda bulunan veznedarın, bu yaptığından ötürü cezalandırılmasının yanlış olacağını savunmuştu.

Ancak parasızlığı o kadar aklını mantığını kör etti ki, Nihat'ın tehdit fikrini gerçekleştirdi. 

Kitabın en can alıcı anlarından biri bence bu. 

Ömer, önce veznedara yapacağı bu kötülük konusunda kendisini ikna ediyor. Bunu da içindeki şeytana bağlıyor. 

Bu tehdit karşısında veznedarın verdiği cevap... Tokat... Çek tetiği vur, insanın canı daha az yanar. O lafların ardından insan aynada yüzüne bakamaz. O denli ağır laflar.

"Aferin evlat, iyi yetişmişsin! (...) Bu sabah kararımı verdim. Kasada epeyce para var, bir miktarını, daha doğrusu yüklenebildiğim kadarını alıp eve çoluk çocuğun nafakası olarak bırakacak, ondan sonra da başımı alıp gidecektim. Şeytan nereye çağırırsa oraya. Bu dünyada başka türlü yaşamak neye yarar? Dünyayı bizim kayınbirader gibi adamlar istila etmiş. Benim gibi bir acizin debelenmesi fayda verir mi? Beş çocukla bir karıyı süründürmeye ne hakkım var... Sen şimdi bu sözlerinle benim kararımı takviye ettin... Sana teşekkür borçluyum evlat... Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat etin. Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı. Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Beni boş hayallerle avunmaktan, yaptığıma pişman olmaktan kurtardın. Ben de kendimi adam tanır bir şey zannederdim. Senin suratına bakınca melanet dolu ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir insan görüyordum. Nah, bunak kafa.(...) Benim gözlerimi açtın, sana bir daha eyvallah... Şimdi arabanı çek... Namussuz insan suratı görmek istemiyorum. Kendim kendime yeterim." (sf.185)

Ömer tabi bu lafların ardından iyice bunalıma giriyor. Zaten iyi değildi.

Ama enteresan bir şekilde bu olayı da unutuyor. 

Düşünce üşengeçi Ömer. Hayatını zora sokan, sıkıntıya sokan olayları kafasında uzun süre tutmuyor. Düşünmemeyi tercih ediyor. Daha genel, felsefi muhabbetlerde var ama iş hayata dokunan somut konulara gelince kaçıyor. 

Bu olayın ardından eve dönen Ömer, evde Macide ve Bedri'yi başbaşa bulunca kıskanıp yanlış anlıyor.

Halbuki daha önce de hep beraber sık sık Bedri ile beraber dolaşmışlar, takılmışlardı. Yani Bedri, aileden biri gibi olmuştu. Ama o gün, veznedarın da söylediklerinin ardından Ömer, iyice kendini kaybettiği için, ortada yanlış anlayacak bir durum olmamasına rağmen, kavga çıkartıp Bedri'yi kovuyor. Çünkü insanların saf, masum, iyi olabileceğine inanmıyor. İyi bir insan zannettiği kendisi bile veznedara böyle bir kötülük yaptıysa, her insanda kötülük yapacak cevher var demektir. 

Aslında sözleri ve düşündükleri ağır olsa da çok da haksız sayılmaz. 

Evet, Bedri ile Macide arasında sözlü ya da fiziksel hiçbir şey olmadı. Ama içten içe ikisi de birbirini seviyor. Bu çok net. Kendilerine bile itiraf etmiyorlar ama gerçek bu. Hal böyle olunca aslında gerçekten çok da masum olduklarını söyleyemeyiz.

Ama bunu kabul etmek zor tabi. 

Macide de Ömer'in bu yaptığı karşısında çok öfkeleniyor ve Ömer'in Bedri'den özür dilemesini istiyor. Ömer, kabul ediyor, gidip özrünü diliyor.

Ama o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

Artık ilişkileri adeta diken üstünde. Bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Fazla konuşmuyorlar. Her şey yolundaymış gibi yaşıyorlar.

Bir gün yine dışarıya çıkıyorlar hep birlikte. Bir müsamere var. Herkes davetli. Ömer'in aydın geçinen tayfası da, Bedri de.

Ömer, burada Macide'nin varlığını adeta unutuyor. Üniversiteden tanıdığı Ümit adındaki kızla muhabbete dalıyor. Ve o muhabbetten başını hiç kaldıramıyor.

Ömer'in zaman zaman Macide'yi unuttuğu, daha doğru bir ifadeyle bir karısı olduğunu unuttuğu çok oluyor zaten.

Evlendiğinin(!) ilk günü veznedarı kıramayıp iş çıkışı onunla meyhaneye gittiğinde muhabbete dalıp karısını unutuyor.

Karısı ile bir akşam yemeği yiyecekken, Nihat'ın gelmesi ve kendisini çağırması üzerine çıkıp, evde sofra başında bekleyen karısını unutuyor.

O kadar atıp tutuyor Ömer ama insanlara hayır demeyi beceremiyor.

Ve son olarak bu müsamerede unutuyor.

Burada Bedri'nin harikulade tespitlerini okuyoruz. 

Kendisini akıllı zanneden, ülkenin tanınmış ve aydın olan simalarının, ne kadar boş olduklarına dair son derece yerinde değerlendirmeler yapıyor.

"İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır." (sf.200)

"...Hepsi çocukluklarından beri mahrum oldukları kuvvete hasret çekerek ve kendilerini yiyerek bu hale gelmişler. Hakikaten kuvvet sahibi olanlara haset ve imkansızlıkla baka baka nihayet kuvveti en büyük, en tapılmaya layık bir mevcudiyet olarak kabul etmişler." (sf.201)


sf. 246

sf. 247

*
Korkunç sıkıcı geçen, vasatın alkışlandığı, gerçekten iyinin ise anlaşılmadığı bu müsamereden sonra geceye başka mekanlarda devam ediyorlar.

Ömer'in arkadaşları burada yer yer Macide'ye sözlü ve hatta fiziksele varacak noktada taciz ediyorlar. 

Hikmet mesela, Macide'ye laf atıyor. Ömer, Macide'ye bu tacize katlanmasını söylüyor. "Hikmet'e borcumuz var" diye.

Ömer gerçekten artık bir öküz.

Macide de yavaş yavaş bunu farkediyor.

En son bir gün Macide, sokakta gördüğü bir adamı Ömer'e benzetip, yanındaki kadınla kendisini aldattığını düşünüyor.

Bunun üzerine uzun bir ayrılık mektubu yazıyor.

Mektupta hem Ömer'in hem kendisinin uzun uzun ruh halinin tahlilini yapıyor. Onu hala sevdiğini ama artık birlikte olamayacaklarını anlatıyor üsturuplu bir şekilde.

Yine, daha evvel yaptığı gibi evi terkedecek. Yine nereye gittiğini bilmeden. Daha öncekinde kendisini kurtaran bir Ömer vardı. Şimdi yine kendisini kurtaran biri olacak mı?

Ahh Macide, evet olacak, biliyorsun. O an Bedri'yi düşündüğünü ikimiz de biliyoruz. Bunun için sana kızmıyorum. Ömer gibi aklı bir karış havada, çocuk gibi bir adamla tabi ki ömür geçmez. Neden kendine eziyet edesin?

Macide evden ayrılamadan Bedri geliyor. Ömer'in tutuklandığını haberini veriyor.

*

Nihat, milliyetçi-ırkçı söylevlerle etrafına bir sürü genç toplamıştı. Bu gençler çeşitli yazılar yazıyor, Türk milliyetçiliği ekseninde propogandalar yapıyordu.

Ancak bu yaptıkları ile farkında olmadan bazı dış güçlere hizmet etmişler. 

Bu nedenle yakalanmışlar.

Ömer de arada kaynamış. Ama konuyla bir ilgisi olmadığının ortaya çıkacağından emin.

*

Ömer, hapiste epey düşünüyor belli ki. 

Macide'nin, tutuklanma hadisesi nedeniyle veremediği ama yanında taşıdığı mektuptaki gibi Ömer de kendi içinde hem kendisinin, hem Macide'nin tahlilini yapıyor. Ve ayrılığın en doğru çözüm olduğuna kanaat getiriyor. Macide'yi Bedri'ye emanet ediyor. "İster kardeş olarak, ister eş olarak"

"Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar 'Fena bir şey yapmıyorum ya!' der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş.(...) Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğini söyleyeceğim.(...)" (sf.249)

Ömer, hayatı hakkındaki bu analizin ardından içindeki şeytanı da öldürüyor.

"(...)İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İÇimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var... Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz." (sf.250)

Bu itirafların ardından Ömer, samimi bir şekilde bir daha Macide ile Bedri'nin hayatına girmeyeceğini söylüyor. 

"Beni dünyada mevcut farz etmeyin.(...) Ben bir molozdan bir adam yapmaya çalışacağım." (sf.251)

Bedri, Macide'ye bunları anlatıyor.

Macide oldukça soğukkanlı karşılıyor bunu.

Ömer de bu arada hapisten çıkıp onları seyrediyor arkalarından. Macide,"ensesinden çekilir gibi olduğunu" sanıp arkasına bakıyor. Daha önce de bir yerde Ömer, arkasından bakarken aynen böyle "ensesinden çekilir gibi olduğunu" sanmıştı. Ama arkasına baktığında kimseyi göremiyor.

Bedri, Macide'nin Ömer'i unutamayacağını, ondan ayrılamayacağını düşünüyor.

Ancak Macide, Ömer'e yazdığı mektubu gösteriyor Bedri'ye. Ömer'den ayrılmaya daha evvel karar verdiğini söylüyor.

"Fakat beklemek lazım... Uzun zaman!" (sf.254) diyor ve kitap, Macide'nin bu sözüyle sonlanıyor.

*
Kitapta adı geçen aydın kisvesindeki insanların gerçek yaşamdan insanlar olduğuna dair zamanında epey curcuna kopmuş.

Mesela Nihat'ın aslında Nihal Atsız olduğu gibi. Bu salt bir curcuna değil, mahkemeye kadar taşınan ciddi bir mesele olmuş. Nihal Atsız, bu romanda Sabahattin Ali'nin kendisine hakaret ettiğini, ayrıca milliyetçi insanların, dış güçlerin oyuncağı olmakla suçlandığını iddia etmiş.

Sabahattin Ali, Nihat karakterinin Nihal Atsız olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiş.

Velev ki Nihal Atsız, bence burada hakaret yok. Zira romanda Ömer karakteri, Nihat karakterinden ayrılamıyor, onunla dostluğunu koparamıyor. Eleştirse de ona değer veriyor.

Ömer demişken, Ömer'in de Sabahattin Ali'nin kendisi olduğu söyleniyor.

Ben en çok Bedri'yi merak ediyorum. Karakterlerin gerçek yaşamdan izdüşümleri varsa, Bedri kimdir? Zira kendisi kitaptaki tek adam gibi adam.