17 Ocak 2015 Cumartesi

DEĞİRMEN



DEĞİRMEN

Sabahattin Ali

1935

Yapı Kredi Yayınları

17. Baskı - Mayıs 2014

137 sayfa


Sabahattin Ali, bu kitaba yazdığı önsözde bazı hikayelerinin utanacak kadar kötü olduğunu söylüyor:

"Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların, benim sa'nat hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.

Buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkarmadım. Çünkü, bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum.

İyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim."

Adamın kötü dediği öyküler buysa iyileri varın siz düşünün.

Üç kısma ayrılmış kitapta yer alan öyküler şunlar:

Birinci Kısım: 

Değirmen

Kurtarılamayan Şaheser

Kırlangıçlar

Viyolonsel

Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi

İkinci Kısım:

Bir Delikanlının Hikayesi

Bir Gemici Hikayesi

Bir Orman Hikayesi

Kazlar

Bir Firar

Kanal

Candarma Bekir

Sarhoş

Üçüncü Kısım:

Bir Cinayetin Sebebi

Bir Siyah Fanila İçin

Komik-i Şehir



BİRİNCİ KISIM


DEĞİRMEN

(1929) 

Bir çingenenin aşkı anlatılıyor burada. 

"Atmaca" adında şahane klarnet çalan bu çingene, gittiği her yerde kızların sevgilisi oluyor. Ama o kimseyle ilgilenmiyor.

En sonunda gittiği bir köyde değirmencinin kızına vuruluyor. Kız da ona. 

Kız çok güzel ancak küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmış. 

Çingeneye  aşık dünya güzeli pek çok kız varken değirmencinin sakat kızı, kendisini bu yakışıklı çingeneye layık bulmuyor. 

Çingene bunu mesele etmediğini söylese de kız, çingenenin kendisine sadaka verdiğini düşünüyor. 

"Her sözümden her tavrımdan alınır; kızsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir, kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider.." (sf.20)

Atmaca, bu işe bir çare bulmak niyetindedir. Bir akşam değirmende klarnet çalacağını söyleyip bütün köyü davet eder. Herkes gelir. 

Atmaca klarneti bir köşeye fırlatır, değirmenin çarklarına gider. Bile isteye sağ kolunu değirmene kaptırır. Böylece sevdiği kızla eşitlenmiş olur.

Sabahattin Ali bu hikayeyi "Sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül edemeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir." diye noktalar. (sf.23)

Öykünün girişi de çok romantik ve şiirsel.

Önce bir su değirmenini betimler.

Sonra aşkı.

"Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?..

Çoook desene! Sevgilin güzel miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa...

Yahut sevgilin seni sevmiyordu... O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?.. Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?..

Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir. 

Ha, sonra bir üçüncü, bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor.

Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?..

Çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun?..

Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu?

Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işitecek kadar kuvvetle bağırabilir misin?

Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...

Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye demi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun, bu aptalca bir laftır: Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun...

Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler." (sf.13-14)

Sonra da "Dinle adaşım, sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım..." diyerek yukarıdaki hikayeyi anlatıyor.


KURTARILAMAYAN ŞAHESER

(1929)

Genç şair, sevgilisine öyle bir kitap hazırlamaktadır ki sevgilisi bu eserden daha güzelini okuduğunu iddia edemesin.

Ama sevgilisi her defasında genç şairin yazdıklarını yetersiz bulup daha güzelinin olduğunu söyler.

Şair de ilham bulabilmek için ormanları dolaşır, yeni şiirler yazar. Kız yine yetersiz bulur.

Şair bütün filozoflara, şairlere gider, yeni insanlar görür. Yeni şiirler yazar. Sevgilisi yine etkilenmez.

Çölleri dolaşır,denizleri dolaşır. Yeni ilhamlarla yeni şiirler yazar. Bu gezmeleri esnasında da dünyası genişler, ufku açılır.

Nihayet kızın hayran olduğu bir eser ortaya koymuştur.

Ancak bu defa kız, bu eseri kıskanmaya başlar. Şairin kafasında bu kitabın değil, sadece kendisinin yer etmesini ister. Kitabı ateşe atar. 

Şair kitabı kurtarmak, kız da buna engel olmak isterken ikisi de ölür. 

Şair, kızın boğazını sıkarak öldürür. 

Kitabını ateşten çıkarır ama kitap artık sadece bir kül yığınıdır. 

"Ve bunu gören şair oraya, boylu boyunca yatan ölünün üstüne -bir kadının elinden kurtaramadığı şaheseriyle beraber- cansız yıkılıverdi..." (sf.37)


KIRLANGIÇLAR

(1933)

Çok tatlış bir hikaye bu.

Bir dişi ve bir erkek kırlangıç yan yana durmakta, muhabbet etmekteler. Diğer kuşlar hakkında, kendileri hakkında, 

"Aman yarabbi, neler konuşmuyorlardı!.. Eğer kırlangıçlarda kitap yazmak adet olsaydı, bunların yazacakları kitaplar muhakkak ki üniversitelerde okutulurdu." (sf.40)

Birbirlerinden çok etkileniyorlar ve her gün buluşuyorlar. 

Sonra ayrılık korkusu sarıyor ikisini.

Birbirlerine aşklarını itiraf etmek istiyorlar. Bunun için kafalarında cümleler hazırlıyorlar ama bir türlü söyleyemiyorlar.

Tam söyleyecekler;

"Sabahleyin karşı karşıya gelince dişi söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu sırada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir yaprak koptu, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin önünü kapattı.

Erkek bu bakışı göremedi.

(...)

Erkek ağzını açtı:

-Senden hiç ayrılmak istemiyorum, demek üzereydi ki buvvv diye soğuk bir rüzgar esti...

Dişi, erkeğin sözünü işitemedi." (sf.41)

Böylece birbirlerine aşklarını söyleyemeden ayrıldılar. 

"Ve bir daha birbirlerini görmediler.(...) Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara tepeden baktılar... (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar.)"



VİYOLONSEL 

(1928)

Bir seyyah kafilesi, Afrika'nın bir köyüne gider. 

Köyde bir Avrupalı tarafından yapılması muhtemel bir kulübe görürler. 

Kabile reisine sorarlar. 

Reis, kulübedeki adamın ne zaman geleceğinin belli olmadığını, çalgısını alıp ne zaman isterse o zaman geldiğini söyler.

Seyyahlar, bu esrarengiz adamı ormanda görürler. Adam, ölen karısının mezarının yanında viyolonsel çalmaktadır. Hikayesini anlatmaz kimseye. Ama yazar bizi merakta bırakmayıp "İşte o adamın hikayesi:" diyerek anlatır.

Adamın güzel nişanlısı şehrin en iyi viyolonsel çalanıymış. 

Adam, kızın viyolonselini kıskanmış, kız da bunun üzerine viyolonseli bırakmış. 

Lakin "Elbet bir gün ihtiyarlayacağız ve ölüm bizi alacak. Eğer, o bana senden evvel gelirse, bil ki tek isteğim, gözlerim hayata kapanırken başucumda bir viyolonsel dinlemektir." (sf.46) demiş. Adam da kabul etmiş.

Evlenmişler. Bir gemi seyahatine çıkmışlar. Gemi batmış.  Afrika'nın bir köyüne düşmüşler.

Kadın burada hastalanmış. Ölmek üzereymiş. Adam vaadini yerine getirmek üzere ağaçtan bir viyolonsel yapmış. Ama çalmayı bilmiyor. Kadın ona öğretmeye başlamış.

Ölürken "Sonbahar Şarkısı"nı çalmasını isteyecekmiş adamdan. Ama bu parçanın notalarını son gününün yaklaştığını hissettiği zaman verecekmiş adama.

Kadın en sonunda hastalıktan bayılmış. Ayıldığında adama notaları vermiş. Adam ormanda hızlıca çalışmış. Geri dönüp karısına çalacakken kadın ölmüş. 

Adam sevgilisinin son isteğini yerine getiremediği için karısının mezarı başında hergün viyolonsel çalmaya başlamış.


BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKAYESİ

(1929)

"Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum." (sf.51)

Bu esnada adamımızın dikkatini, mimarisi yağ kandilini andıran bir bina çekiyor. 

Binadan bir adam çıkıyor, "Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini biliyor musunuz?" diye soruyor. 

Adamımız "Hayır" deyince binadan çıkan esrararengiz adam, onu içeri davet ediyor.

Adamımız, nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz diye sordukça, esrarengiz adam "Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini okudunuz mu?", "Siz birdenbire sönen kandilin hikayesini biliyor musunuz?" deyip duruyor.

Sonunda bir odaya giriyorlar. Odada bir kadın iskeleti var. 

İskelet öylece dururken birdenbire sönen kandilin hikayesini okumaya başlıyorlar. Ölen kadının ataları yazmış bu kitabı.

Kitabı yazan adam, hakikati aradığını, insanlara bilmedikleri şeyler söylemek istediğini yazarak başlamış kitaba.

Yine bir gün odasında masanın başındayken, rüzgar olmadığı halde, kandilin sönmüş olduğunu görmüş. Yakmaya çalışmış. Kandil bir türlü yanmamış.

Bu gizi çözebilmek için kandil şeklinde bir bina yaptırmış. 

Birdenbire sönen bu kandilleri hangi kuvvetin kararttığını ve alevlerin nereye gittiğini öğrenmek üzereymiş.

"Onların üstüne doğru uzanan siyah ve büyük bir hayalet görüyorum.(...) Gittikçe kuvveti artan bir ışık, bana yaklaşıyor, yaklaşıyor... Etrafım gittikçe, daha aydınlandı... Ah... İşte... İşte o kandilleri birdenbire söndüren kuvvet..." (sf.60)

Kitap burada bitiyor.

Adamımız, esrarengiz adama soruyor tabi, "Kitap niçin burada bitiverdi? Söyleyiniz, kandilleri birdenbire söndüren hangi kuvvettir?.. Söyleyiniz, bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş?.." (sf.60)

Esrarengiz adam cevap veriyor:

"Bir gün, onu elinde kalemiyle bu masada ve bu kitabın başında ölü bulmuşlar. (...) Fakat,  yağları çok, fitilleri mükemmel, hazneleri kusursuz olan kandilleri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren kuvvet, (...) bu adamın emeklerine acıdı; ancak son dakikada bulduğu, fakat ifade edemediği büyük sırrın kaybolup gitmesini istemeyerek, bu hakikati onun çocuklarında hiç şaşmadan devam ettirdi! (...) İşte o zamandan beri, bu adamın neslinden gelen herkes, hiçbir sebep olmadan, en parlak zamanlarında, böylece sönüverdiler..." (sf.61)

Böylece kadının neden öldüğünü anlamış oluyoruz. Hikayenin sonunda kadın iskeletinden iki damla yaş süzülüyor ve iskelet, yaşları silmek için kolunu kaldırırken odadaki kandil sönüveriyor.


İKİNCİ KISIM

BİR DELİKANLININ HİKAYESİ

(1930)

Kadınlara ve kitaplara aşık bir adam, bir gün yolda bir kıza çarpıyor. Kızı eve götürüyor. 

Adam hemen öpmeye, sarılmaya başlıyor, kız da ağlamaya.

Adam sinirleniyor, kızın kendisini kandırmaya çalıştığını düşünüyor. "Yeni moda mı bunlar? (...) Sen buraya neden geldin kızım? Başka şey mi bekliyordun? (...) Sizin gibi kadınların namuslu rolüne çıkması, bu gayet iyi usul."

Söyleniyor da söyleniyor adam. Evdeki kitaplarını gösteriyor. Bu kitaplarda hep kızınkine benzeyen masallar olduğunu, onları bu kızdan çok daha akıllı insanlar yazdığı halde onlara kanmadığını anlatıp duruyor.

Ancak sonunda kızın samimiyetine inanıyor ve gitmesine müsaade ediyor. 

Kız gidince "Kanepeye gidip oturarak masanın üstünden bir kitap aldım." diyerek bitiyor hikaye.


BİR GEMİCİ HİKAYESİ

(1930)

Kaptan, gemicilere çok az yemek verir. Verdiği yemek de sade suya bakla.

Geminin genç ateşçisi, bu hale dayanamayarak kaçmayı düşünür.

Bu esnada neden kendisinin bu halde olduğunu, kaptan gibi bir aptal ve sarhoşun ise neden daha iyi şartlarda olduğunu sorgular kendi kendine. Tesadüfe yorar bunu. 

"Birçok yerlerde birçok adamların konuşmalarına kulak vermiş, onlardan daha az akıllı olmadığına kanaat getirmişti. Kuvveti de yerindeydi; şu halde sırf bir tesadüf onu böyle, ötekileri öyle yapmıştı ha? O zaman birdenbire farkına vardı ki, kendisini ve arkadaşlarını, hatta bütün kendisine benzeyenleri bir hareketten, bir kabarıştan meneden bu 'tesadüfe inanma'dır. Çünkü öyle anlar olur ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı olmayanlara bile hücum eder; fakat hücum edeceği şeyin yalnız bir fikir, görünmez bir kuvvet, bir 'tesadüf' olması, onu yerinde oturmaya mecbur eder... Halbuki, mademki eninde sonunda hep birdi ve hiçbir zaman şimdi olduklarından daha fena olmaları mümkün değildi, niçin 'tesadüf'e de hücum etmekten çekinmeliydi?" (sf.77)

*

Sabahattin Ali, tesadüf mevzusuna çok kafa yoruyor. 

Kuyucaklı Yusuf'ta da var bu. Orada kaymakam Selahattin Bey'in hayata bakışı da bu minvalde mesela. 

İçimizdeki Şeytan'daki Ömer de hayatı yönlendiren 'tesadüf'ü  içindeki şeytan olarak tanımlıyor. 

Kürk Mantolu Madonna'da ise bu tesadüf 'kader' adını alıyor ve Raif Efendi kendisini bu kaderin akışına bırakıyor.

Yani Sabahattin Ali, hayatımıza yön verenin kendi irademiz mi yoksa müdahale edemediğimiz kader/tesadüf/içimizdeki ses-şeytan gibi bir takım mefhumlar mı olduğunu tartışıyor sık sık.

*

Genç ateşçi, kendi içindeki bu aydınlanmanın ardından kaptana gidip et istemeye karar veriyor.

"Hadi be, ne duruyorsunuz, kaptana gidip et isteyeceğiz. Vermezse zorla alacağız... Kuru baklayla ateş yakamayız biz!.."

"O zamana kadar böyle bir şey yapmayı hiçbirisi aklına bile getirmemişti." (sf.78) 

İş, korktukları kadar zor olmuyor. Kaptan, kilerdeki yarım koyunu gemicilere veriyor. 

Ancak "Yarım koyun bir işe yaramadı: Acele ile yaptıkları pirzolayı sıcaktan yiyemediler ve denize attılar." (sf.79)

Kaptan da isyan edenleri gemiden atıyor.

Fakat olsun. "Kuru baklayla ateş yakamayız, demesini ve kaptanın yarım koyununu almasını öğrenmiştiler..."

Bu hikaye, kendilerine zulmeden yöneticiye karşı başkaldırmayı anlatan ilk hikayesi sanırım Sabahattin Ali'nin. Bu konudaki asıl ve en bilinen hikayesi "Sırça Köşk". Onu bu hikayeden yıllar sonra 1947'de yazıyor.


BİR ORMAN HİKAYESİ

(1930)

"Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız, evimiz..." diyen bir ihtiyar, ormanlarının hükümet güçleri tarafından nasıl talan edildiğini anlatıyor bu hikayede.

Ağaçları bir bir ellerinden giden köylüler, hiçbir şey yapamayarak durumu izlerler. 

Ta ki;

"...beş altı yüz ağaçlık bir parça, bir koru vardı ki, bütün köy, ölse burasını satmamaya, kaptırmamaya karar verdi." (sf.83)

Gerçekten de bu karar uğruna köylüler mücadele ederler. 

Ağaçları kesmekle görevlendirilmiş işçiler köylülerin hışmından korkup kaçarlar. 

Hükümetin bir memuru, köyde bir eve sığınır, bir odaya girip kapıyı kilitler. Köylüler onun bulunduğu odayı taş yağmuruna tutar. "Tıpkı şeytan taşlar gibi."

Ertesi gün candarmalar bütün köy halkını iplerle bağlayıp kasabaya götürür ve memuru kurtarır.

(Sabahattin Ali kitaplarında "jandarma" hep "candarma" olarak geçmekte)


KAZLAR

(1933)

Bu hikaye çok acıklı.

Seyit, düğün yerinde birisini vurduğu için hapse girmiştir. 

Gerçi onun vurup vurmadığı belli değildir aslında, ama diğer şüpheliler hakimi parayla ikna ettiklerinden suç Seyit'in üzerine kalmıştır.

Seyit, köydeki karısı Dudu'ya yazdığı mektupta kendisine iki tane kaz getirmesini, bunları baş gardiyanla müdüre vererek hapisteki kötü koşullarının biraz daha iyi olacağını yazar.

Yalnız bu iki kazı temin etmek Dudu için hiç kolay değildir. Sadece bir tane kazı vardır. Onun da yumurtalarını bakkala bağlamıştır. Yardım isteyecek kimsesi de yoktur. Ayrıca Seyit'in düşmanları tarafından tehdit edilmektedir. 

Dudu, Seyit için başkasının kümesinden kaz çalar.

Dört yaşındaki oğlu Hüsnü'yü ve kazları sırtlanarak şehre, Seyit'i görmeye gider.

Şehirle köyün arası yürüyerek dokuz saattir. Dok-kuz saat

Seyit'in hapishanedeki koşulları gerçekten iyi değildir. Aylardır hastadır. 

Dudu hapishaneye gelir. Kapıdaki gardayana Seyit'i görmek istediğini söyler.

O esnada hapishaneden bir sedye çıkarırlar. İçeridekilerden biri ölmüştür. Üzeri çarşafla kaplı bu ölü, Seyit'tir.

Bunu gardiyan bilir, ancak Dudu'nun elindeki kazlara göz koyarak Seyit'in öldüğünü söylemez:

"İçerde ama, bugün görüşme günü değil. Ver onları da sen haftaya gel! (...) Biz bunları kendisine veririz." (sf.89)

Dudu, şehirde bir hafta nasıl kalsın? Köye döner.

Köye dönünce Dudu'yu candarmalar yakalar. Kaz çaldığı için üç aya mahkum edilir. 

"...cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadı."

Sabahattin Ali'nin Değirmen kitabında biraraya getirdiği bu hikayeler arasında en çarpıcı hikaye bu benim için. O kadar da güzel anlatmış ki. Aslında bu hikayede hiç duygusal bir yoruma yer vermeden, sadece ve yekten olayları "Şu oldu, bu oldu, kaz çaldı, hapse gitti, köye döndü..." gibi direkt anlattığı halde etkileyici olmayı başarıyor. Olayın vehameti başlı başına yeterince sarsıcı olduğundan herhalde, ayrıca durumu eleştiren, kınayan, lanetleyen bir ifadeye başvurmamış.

BİR FİRAR

(1933)

İdris, işlemediği bir suçtan ötürü candarmalar tarafından yakalanıyor. 

"Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.

Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu..." (sf.91)

İdris, yediği dayakların etkisiyle kendisinden istenilen şeyleri söylemişti. 

Bu defa da soyduğu paraları nereye koyduğunu söylemesi gerekiyordu. 

Bunun için de dayak korkusuyla İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'nın adını söyleyiveriyor. 

Halbuki o adamcağızın da hiçbir şeyden haberi yok. Üstelik Süleyman Ağa, İdris'e yardımı dokunan tek kişiydi. 

Candarmalarla beraber İmamköy'e Süleyman Ağa'ya doğru giderler. 

İdris, Süleyman Ağa'nın ismini verdiği için içten içe vicdan yapar. 

Süleyman Ağa ile yüzleşme fikri allak bullak eder zihnini. 

Ve kaçar. 

Candarmalar onu vurur. 

Ölmeden önce son nefesinde candarmalara "Süleyman Ağa'nın bir şeyden haberi yok.(...) Benim de..." der. 

KANAL

(1934)

Yazar, bu hikayede Çumra Kanalı'nın sularının Konya Ovası'nda neden kan renginde olduğunu Konya hapishanesinde tanıştığı Zağar Mehmet'in hikayesiyle anlatır.

Zağar Mehmet ve Dedemköylü Mehmet  yakın arkadaş ve komşudurlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmemiştir. 

Ta ki tarla sulama meselesi çıkıncaya kadar.

Zağar Mehmet, tarlasını sulayamamaktadır. Çünkü biraz yukarıdaki Dedemköylü Mehmet, kendi tarlasını sulamak için suyun aşağıdaki tarlaya akmasını önlemektedir.

Zağar Mehmet'in tarlası cılız kalırken, Dedemköylü Mehmet'in tarlasındaki ekinler diz boyu olmuştur. 

Zağar Mehmet, bu nedenle Dedemköylü Mehmet'i ve kardeşini tabancayla öldürür.

"Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı sulamasını, bundan sonra kanalın 
suyunu kimseye kestirmemelerini, çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını söyledi. 

Karısı kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu zebil etmemesini, ara sıra hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya da hakaret etmemelerini tembih etti.

Sonra tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı, baktı ve uzaktan doğru gelen muhtarla candarmayı bekledi." (sf.98)


CANDARMA BEKİR

(1934)

Yine bir hapishane tanışıklığına dayanır bu hikaye.

Çallı Halil Efe, adam öldürmüş ve yakalanmıştır. 

Karakolda Kara Muradın Bekir'i görür. 

Halil ve Bekir, aynı mahallede yaşamışlar ama küçüklükten beri araları hiç iyi olmamıştır. Ayrıca Halil'in öldürdüğü adam, Bekir'in yakın arkadaşıdır. 

Halil, küçükken iyi davranmadığı Bekir'in büyüyüp candarma olması karşısında korkar. Artık gücü eline geçirmiş olan Bekir'in kendisine işkence edeceğini düşünür. 

Bekir, ona işkence eder ama Halil'in korktuğu gibi dayak atmak şeklinde değil. Daha fenasını yapar. 

İnsanları etrafına toplayıp herkesin içinde Halil'e hakaretler yağdırır. 

Candarma Bekir ve diğer candarmalar, Halil'i eli kelepçeli bir şekilde götürürler. 

Yolda Halil'in kelepçesinin vidası gevşer. 

Bekir, elinde silahı ve altında atı olduğu için Halil'in kelepçesini çıkarmasına izin verir. 

Halil, cebinden tütün tabakasını çıkarıp Bekir'e uzatır, "Sar bir cigara"

Bekir, silahını kontrollü bir şekilde kullanarak Halil'in uzattığı sigarayı alır. Ama sigarayı ıslatıp yapıştırmak için dudaklarına götürdüğünde silah bir an için boşta kalır. Halil hemen bu andan faydalanır ve silahı alır.

Bekir'e ateş eder.

"Ama sana bir şey söyleyeyim mi efendi, sen istersen gene inanma, benim tetiğe dokunmamla, Bekir'in yere düşmesi bir oldu. Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü. Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi." (sf.103)


SARHOŞ

(1933)

Kanuni Kamil, gazinodaki Hanende Muhsine'ye aşıktır. Sık sık gazinoya, onu görmeye gider. Zil zurna sarhoş olur. Gazinocu tarafından iteklenerek kovulur.  

Kamil, kaldığı otele doğru yürür. Otelin en üst penceresinden Kamil'in karısı bağırır. "Gene o Muhsine dedikleri kaltağın peşindeydin değil mi? (...) Gelme buralara alçak. Sokmam seni içeri... Gelme!.."

Kadın, kafasını pencereden içeri çekecekken, pencerenin kenarındaki değnek düşer. Pencerenin çerçevesi ve cam, kadının başına iner.

O sırada içeri girmekte olan Kamil, sadece cam şıngırtılarını duyar. Önem vermez bu sese. Odaya girer, ağlayan çocuğunun yanına gidip onu susturmaya çalışır. 

Bu esnada hala pencereden dışarı sarkan ve hiç sesini çıkarmayan karısı dikkatini çeker. 

"Karısı pencerenin önünde diz çökmüş, başı dışarıda, duruyordu. Kamil kırılan ve aşağı düşen camın farkına varmadı. Fakat yerde biriken kanları gördü. Bu kanlar pencerenin kenarından başlıyor ve duvarda bir nehir gibi kıvrıntılar yaparak iniyordu. Kamil hiç sesini çıkarmadı; yavaş yavaş geri çekildi, içinde kirli çamaşırlar bulunan bir sepetin üstüne oturarak o tarafa doğru uzun uzun baktı... Sabaha kadar öyle oturdu ve baktı..." (sf.106)


ÜÇÜNCÜ KISIM

BİR CİNAYETİN SEBEBİ

Bu hikayede çok saçma bir cinayet sebebi var. "Aşk cinayeti" diyebiliriz. Ya da "dikkat çekme cinayeti". Hayır, buldum, "aşkının dikkatini çekme cinayeti"

Hüsamettin bir kıza aşıktır. Ama kız oralı değildir. 

Kız ve arkadaşları bir gün çok önemli bir davayı izlemek üzere adliyeye giderler. Necmi adındaki bir adamın davasıdır bu. Adam bir cinayet işlemiş. 

"Sokakta görseler başlarını çevirmeyecekleri bir adam katil olunca gözlerinde bir ehemmiyet almıştı." (sf.113)

Hüsamettin, kendisi de adam öldürürse kızın gözünde yükseleceğini, kızın kendisiyle ilgilenmeye başlayacağını düşünür. 

Bu fikir dahilinde hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı bir adamı öldürüverir. 

Mahkeme günü geldiğinde heyecanla mahkeme salonuna bakar. Kızı arar gözleri ama kız gelmemiştir. Hiçbir zaman da gelmez. 

"Aman Allahım, reis bey!.. Ben onun için, yalnız onun için adam öldürmüşken, bu sefer de gelmedi reis bey, bu sefer de gelmedi..." (sf.114)


BİR SİYAH FANİLA İÇİN

(1927)

Harap halde gözüken bir boyacı, önünden geçmekte olan kadına seslenir: "Güzin Hanım!"

Güzin, boyacıya bakar, önce tanıyamaz, sonra çıkarır kim olduğunu. Ömer'dir bu.  En son kaymakam olduğu haberini aldığı Ömer'i şimdi bu şekilde görmek şaşırtıcıdır tabi. 

Beraber yürürlerken Ömer, hikayesini anlatır.

Ömer, okuldan mezun olmuş ve kaymakam olarak küçük bir yere atanmıştır. 

Zorlu bir yolculuğun ardından görev bölgesine ulaşmıştır. Büyük ideallerle geldiği bu şehirde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. 

"Memleketin bende bıraktığı yegane intiba basitlik oldu. Burada tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti.(...) İşte burada halk adi, alelade ve çürük ruhluydu. Anadolu'da işsizliğin doğurduğu yegane iş olan dedikodu almış yürümüştü." (sf.117-118)

Ömer, burada konuşacak bir tane insan evladı bulamamaktan, yalnızlıktan çıldıracak gibi olur.

İstanbul'a dönmeyi geçirir aklından.

Bir sabah uyandığında aynadaki suratı gözüne bambaşka gözükür. 

Üzerindeki siyah fanila dikkatini çeker. 

"Dün bir kutu fanila alarak eve yollamıştım, demek içlerinde bir tane de siyah varmış; ben de gece çamaşır değiştirirken farkında olmadan giymişim." (sf.120)

Aynadaki adam, Ömer'e burada kendisini sıkanın halk değil, kendi mevkisi olduğunu söyler. 

"Sen efendi olmak kabiliyetinde değilsin... Sen nizam, kanun gibi kayıtlara tabi olamayacak kadar serserisin..."

Bundan sonra Ömer, İstanbul'a döner. 

Artık farkındadır ki;

"Benim içinde yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat lügatten silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir. Benim başkalarından farkım, samimiyetim, düşüncelerimi açıkça söyleyip yapmamdır." (sf.121)

Ömer, hikayesini anlattıktan sonra müsaade isteyip Güzin'in yanından ayrılır. Güzin, Ömer'in arkasından mırıldanır: "Kaçık!"


KOMİK-İ ŞEHİR

(1928)

"Kazlar"la beraber kitabın en sarsıcı bir diğer hikayesi de bu.

Şehre bir tiyatro kumpanyası gelir. 

Kumpanyanın başı Rahmi ile oyunculardan Viktor, dört yıldır birliktedirler. 

Bir gün, gösteri esnasında ışıklar birden kapanır. O karanlık ve kargaşada Viktor ve bir başka oyuncu Suzan kaçırılır.

Suzan, kendi imkanlarıyla geri dönmeyi başarır. Kendilerini kaçıranların Çömlekçizade olduğunu, Viktor'u da en son baygın olarak Çömlekcizade'nin kucağında gördüğünü söyler.

Rahmi çıldırır. Şehrin bütün güvenlik güçlerine başvurur. Candarma, kaymakam kimse Çömlekçizade'lere bulaşmak istemez. Hatta bunu son derece iğrenç şekilde dile getirirler. 

En sonunda Rahmi kendi başına aramaya koyulur. 

Bulur da. 

Yolda Çömlekçizade'lerle karşılaşır. Viktor da baygın bir şekilde yanlarındadır. Viktor'u karların üzerine bırakırlar ve giderler.

Rahmi, günler sonra kasabaya varır. Viktor da bu arada biraz iyileşir.

Birkaç gün sonra kaymakam bey, Viktor'u makamına çağırır. Ona bazı şeyler soracakmış.

Kaymakam, meseleyi örtbas ettiği düşünülmesin diye, daha önce ilgilenmediği Viktor'la şimdi ilgilenmeye başlamıştır. 

Bu arada Viktor'un güzelliğinden de epey etkilenmiştir. Dayanamayarak Viktor'u sıkıştırır. 

Kurtulmak isteyen Viktor, kaymakama tokat atar. 

"Aç bir köpek iştahla sarıldığı bir et parçası ağzından kapıldığı zaman, nasıl kızar ve vahşileşirse, kaymakam da öylece kızdı, vahşileşti ve kudurdu."

"Öyle adamlar vardır ki, haysiyet, şeref gibi kayıtlara aşina olmadıkları halde, gurur ve mahiyetlerine dokunurlar, acizleri yüzlerine çarpılırsa kendilerini kaybedecek kadar hiddetlenirler." (sf.134)

Kaymakam, kadın tarafından reddedilip üzerine de tokat yiyince dehşetli sinirlenir ve kadının fahişelik yaptığını iddia ederek umumhaneye götürülmesini emreder.

"Görsün kaymakam tokatlamayı! (...) Hem ne zaman olsa elimizde demektir." (sf.135)

Bu son olay üzerine Rahmi'nin artık aklı başından gider. Meczup gibi dolaşır sokaklarda.

Rahmi, bir gece kaymakamın yolunu kesip "Ya Viktor'u ver, ya seni öldürürüm" der.

Kaymakam, Komik-i Şehir Rahmi Bey kumpanyasını, birçok vukuata sebep olduğu gerekçesiyle Rahmi ve Viktor dahil, bütün tiyatro ekibini bir arabaya doldurarak iki candarma eşliğinde şehir dışına sürer.

Derenin üzerindeki köprüden geçerlerken, arabayı süren atlar, yanlarında giden iki candarmayı da sürükleyerek aşağı yuvarlanırlar. 

Kazayla ilgili rapor kaymakama ulaşmıştır. Raporda Viktor'un kurtulduğu ve hastaneye sevki yazmaktadır. 

Kazadan kurtulabilen diğer kişi de bir candarmadır. Candarma, bu olayın bir kaza olmadığını, arabanın içindeki bir adamın arabanın dizginlerine atılarak, arabayı dereye sürüklediğini anlatır.

"Fakat kaymakam kendisine;

'Herhalde korkuyla hayalet görmüş olduğunu, böyle zırva lafları bırakmasını, sonra elalemin alay edeceğini, hatta mesuliyeti bile olduğunu, hülasa çenesini kapatmasını' söyledi..." (sf.137)


***

Birinci kısımda "Değirmen", "Kurtarılamayan Şaheser", "Kırlangıçlar" gibi romantik;

"Viyolonsel", "Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi" gibi fantastik hikayelere yer vermiş yazar.

Önsözde bahsettiği "yazmış olmaktan utanacak kadar kötü" dediği hikayeler olsa olsa bunlar olmalı.

Ki bana sorarsanız hiç de öyle kötü değil.

"Çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir" demiş olsa da bence gayet de makul bir mazeret bu.

Kendisine karşı fazla acımasız bir eleştiride bulunmuş.

Ama zaten eleştiri konusunda kendisinin biraz acımasız olduğunu söylemek mümkün. Markopaşa, Merhumpaşa, Ali Baba... vb gazetelere ve dergilere yazdığı yazılardan öyle anlaşılıyor.


Kitabın ikinci kısmındaki hikayeler çok çok daha güzel.

Burada artık romantizmden uzaklaşıp, gerçeklere, üstelik memlekete gerçeklerine değiniyor.

"Bir Orman Hikayesi"nde halkın huzurunu hiçe sayan hükümet yetkililerini,

"Kazlar" ve "Bir Firar" hikayelerinde acıması olmayan candarmaları,

"Bir Gemici Hikayesi" ve "Bir Orman Hikayesi"  ile hakettiğimiz şeyleri elde etmek için başkaldırmak gerektiğini okuyoruz.

Bu kısımdaki "Sarhoş" hikayesi aslında tarzı itibariyle birinci kısma alınabilirdi sanki. Zira içinde bulunduğu suya sabuna dokunur gerçekçi ve anlatmak istediği bir meselesi olan hikayelerden oluşan kısımda biraz ayrık otu gibi duruyor.

"Kanal" hikayesinde öldürmenin ne kadar kolay gözüktüğünü gösteriyor. Zaten hikayede geçen bir cümle var: "Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir." (sf.97)

Üçüncü kısımda, ikinci kısımda anlatılan acımasızlar arasına kaymakam da giriyor ve "Komik-i Şehir"de görevini yapmayan, görevini yapmadığı gibi kişisel hınçları için iftira atmaktan çekinmeyen bir kaymakamın mahvettiği hayatları okuyoruz.

Komik-i Şehir ve Kazlar, aynı etkiyi yaptı bende. Kendi halinde insanların, başkalarının kötülüğü nedeniyle nasıl etkilendiklerini göstermesi açısından çok sarsıcı hikayeler bunlar.

Siz trafik kurallarına uyarak arabanızı kullanırken, arkanızdan bir arabanın size güm diye vurması gibi. Siz bir şey yapmadığınız halde hem aracınız, hem canınız zarar görebilir.

Kendi yapmadığımız şeylerden ötürü hayatımızın altüst olması çok korkunç. Tamamen irademiz dışında gelişen olaylar, nasıl olur da hayatımızı bu denli etkileyebilir?

*

Sabahattin Ali, Değirmen'in 1935'teki baskısının sonuna şu notu koymuş:

"Bir Orman, Kazlar, Bir Firar, Candarma Bekir, Bir Siyah Fanila İçin, Komik-i Şehir adlı hikayelerin Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki Anadolu'yu anlattığı okunduğu zaman anlaşılmakta ise de, bunu burada ayrıca tavzihe lüzum gördüm."

Bu hikayelerin ortak özelliği, halkı önemsemeyen devlet yetkilileri barındırması. Dönemin hükümeti üzerine alınmasın diye bu notu ekleme gereği duymuş olmalı.

16 Ocak 2015 Cuma

KÜRK MANTOLU MADONNA



KÜRK MANTOLU MADONNA

Sabahattin Ali

1943

Yapı Kredi Yayınları - 66. Baskı - Temmuz 2014

160 sayfa


"Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri 

yapmıştır."


Kim olduğunu bilmediğimiz bir anlatıcı, iş yerinde tanıştığı Raif Efendi'yi anlatmaya bu cümleyle 

başlıyor. Onun nezdinde, yanı başımızdaki ilginç hayatları görmediğimize dem vuruyor:


"...Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: 'Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır." (sf.11)


Anlatıcı, işten kovulmuş. Kovulma nedenini bilmiyor. Kendisine tasarruf için olduğu söylenmiş. Ama kovulmasının hemen ardından yerine başkası işe alınmış.

İşsizlikten yakınan, iyi durumdaki arkadaşlarından çekinen, "insanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu" (sf.12) diyen anlatıcı, bir arkadaşına rastlayarak onun ayarladığı bir işte çalışmaya başlıyor. 

Ona iş ayarlayan arkadaşın adı Hamdi. Hali vakti yerinde biri. Anlatıcının onun hakkında düşündükleri şöyle:

"Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar 'siz' diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça 'sen' diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..." (sf.14)

Anlatıcının kim olduğundan bahsedilmiyor ama bana Sabahattin Ali'nin  İçimizdeki Şeytan romanındaki Ömer' i çağrıştırıyor. Hem de o romanın sonunda, artık bir "adam" olmaya karar vermiş Ömer'i. Bu kanaate hem genel olarak üsluptan varıyorum, hem de "evvelce bana yemek yedirmelerini serbestçe rica ettiğim ve sıkılmadan ödünç para aldığım arkadaşlarıma karşı bile değişmiştim" (sf.12) demesi, Hamdi'nin "Sen zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin ama..." (sf.15) gibi laflarından varıyorum.

Ya da Sabahattin Ali'nin bizzat kendisi de olabilir bunları anlatan. Zira kendisinin de parasal açıdan çok sıkıntı çektiği, dost bildiği arkadaşları tarafından en zor günlerinde pek yardım görmediği biliniyor.

Anlatıcı, kendisine gösterilen işi yapmak üzere odasına gidiyor. "Bizim Almanca mütercimi Raif Efendi' nin odasına senin için bir masa koydurdum, kendisi sessiz sedasız, allahlık bir adamdır, kimseyi zararı dokunmaz" (sf.17) demişti Hamdi. 

Odaya giren anlatıcı, Raif Efendi' yi görür görmez tanıyor. Onu daha önceden tanımadığı halde o olduğunu anlıyor. Hem Hamdi'nin tarifinden, hem de;

"Herkese bay, bayan denildiği sıralarda ondan hala efendi diye bahsediyordu. İhtimal bu tariflerin kafamda yarattığı hayal orada gördüğüm kır saçlı, bağa gözlüklü, tıraşı uzamış adama pek benzediği için hiç çekinmeden içeri girmiş, başını kaldırıp dalgın gözlerle bana bakan zata:
-Raif Efendi sizsiniz değil mi? diye sormuştum." (sf.18)

Raif Efendi'nin yaptığı iş çevirmenlik. Almanca-Türkçe çeviriler yapıyor şirkette. Dil bilmesi sayesinde çok daha iyi mevkilerde, çok daha iyi ücretlerle çalışabileceği halde tekdüze yaşamına devam ediyor.

"Şirkette hiç kimse onun bir ecnebi dil bileceğine ihtimal vermiyordu. Belki de hakları vardı, çünkü hal ve tavrında hiç de lisan bilen bir insan kılığı yoktu. Konuşurken ağzından yabancı bir kelime çıktığı, herhangi bir zaman dil bildiğinden bahsettiği duyulmamış; elinde veya cebinde ecnebi gazete ve mecmuaları görülmemişti. Hülasa, bütün varlıklarıyla: 'Biz Frenkçe biliriz!' diye haykıran insanlara benzer bir tarafı yoktu." (sf.19)

Raif Efendi ile anlatıcı günlerce aynı odada karşı karşıya oturdukları halde hiçbir şey konuşmuyorlar. 

Raif Efendi, zaten kimseyle iş gerektirmediği müddetçe konuşmuyor, adeta ölü gibi. Sadece zorunluluktan yaşıyor sanki. 

"(...) Karşımdaki masada canlı olduğundan şüphe ettirecek kadar hareketsiz oturan, tercüme yapan veya çekmecesinin gözündeki 'Almanca romanını' okuyan bu adamın sahiden manasız ve sıkıcı bir mahluk olduğuna kanaat getirmiştim." (sf.21)

Ancak Raif Efendi hakkındaki bu kanaati bozan ilk olay, Raif Efendi'nin kimseye belli etmeden patronu Hamdi' nin resmini çizmesi oluyor. 

Hamdi, diğer çalışanlarına yapamadığı patronluğu, Raif Efendi' ye yapıyor. "Diğer memurlara karşı daima daha ihtiyatlı olan ve her biri bir türlü iltimasa dayanan bu gençlerden fena bir mukabele görmekten çekinen arkadaşımın, kendisine asla mukabeleye cesaret edemeyeceğini bildiği Raif Efendi'yi bu kadar hırpalaması, birkaç saat geciken bir tercüme için kıpkırmızı kesilerek bütün binaya duyuracak şekilde bağırması gayet kolay anlaşılabilirdi: İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve selahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?" (sf.20)

Hamdi'nin, yine böyle Raif Efendi'ye kızdığı bir gün. 

Hamdi gidiyor. 

Raif Efendi, kimsenin görmediğini sanarak Hamdi'nin bir resmini çiziyor. Ancak bu çizimi, anlatıcı görüyor ve  resimdeki incelik ve çizgilerdeki isabetten çok etkileniyor. 

Böylece Raif Efendi hakkında merak doğuyor anlatıcıda. 

Raif Efendi'nin hasta olup işe gelmediği bir gün, anlatıcı Raif Efendi'nin evine gidiyor. Ona tercüme etmesi gereken evrakı götürüyor. 

Böylece Raif Efendi'nin evine giriyoruz her beraber. Bakalım, evdeki durumu neymiş?

Evde de iştekinden farklı değil. Raif Efendi adeta yok hükmünde. Maddi ve fiziki anlamda var. Evin geçimini o sağlıyor. Evde karısı ve iki kızından başka,  bu geçime katkıda bulunması beklenen bir baldız ve kocası ile iki çocukları, iki de kayınbirader var. Bunlar para kazanıyorsa, kazandıkları parayı kendi özel giderleri için harcıyor, evin giderleri Raif Efendi tarafından karşılanıyor. Hatta ekmek almaya bile bu koca adamı gönderiyorlar. Raif Efendi'nin karısı da ev işlerinden, evdekilerin de hizmetine koşmaktan kafası ambale olmuş, kendi evinde hizmetçi gibi yaşamayı benimsemiş bir kadıncağız.

İnsan gerçekten, anlatıcı ile beraber merak ediyor Raif Efendi'nin bu insanlık dışı boşvermişliğinin sebebini. Zira hiç haketmediği bu muamelelere katlanmasının, duygulardan arınmış davranmasının, kendisini daha yaşarken ruhen öldürmesinin bir sebebi olmalı.

Anlatıcı da merak ediyor bunu:

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?" (sf.38)


Raif Efendi, son hastalığını epey ağır geçiriyor. Öyle ağır ki artık ölüm döşeğinde diyebiliriz. 

Anlatıcıdan, iş yerindeki masasının çekmecesinden birtakım eşyalar getirmesini rica ediyor. Bir defter de var bunların arasında. 

Raif Efendi, bu defteri yakmasını istiyor anlatıcıdan. 

"Herkesten sakladığı ruhunu ihtimal ki bu deftere dökmüştü ve şimdi onunla beraber gitmek istiyordu. İnsanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı." (sf.44)

Anlatıcı, defterin sadece bir gün kendisinde kalmasını istiyor. Raif Efendi, nedenini sorduğunda "Dünyada benim için en kıymetli insansınız" diyor. (sf.44) Ne ara "en kıymetli" payesini verdi, anlamadım. Biraz abartıyor mu ne defteri almak için. Ya da yok, abartıyor demek haksızlık olur. Anlatıcı bu sözünde oldukça samimi aslında, benim içim fesat.

Raif Efendi, anlatıcının ricasını kırmıyor. Defteri ona veriyor. Son olarak "Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşmadık evladım...Yazık!" diyor ve gözlerini kapıyor. Bu, anlatıcı ve Raif Efendi'nin vedalaşması oluyor.

Ve işte geçiyoruz Raif Efendi'nin defterine. Ve romanın da esas mevzusuna.

"20 Haziran 1933"

"Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı."

Raif Efendi, asıl meseleye gelmeden, gençliğinden başlıyor anlatmaya. 

"Sıkılmadan yazacağım... Belki manasız tafsilat arasında asıl korkunç tarafları boğmak, onların tesirinden kurtulmak mümkün olur" (sf.47)

Fazlasıyla çekingenmiş çocukken. Öyle ki, "kız gibi" olmakla ithaf edilirmiş. Büyüdüğünde de bu çekingenliği azalmış sayılmaz. 

Yazı yazmaya, resim yapmaya bile engel bir çekingenlik. Çünkü bunları yaptığında içindekiler dışarıya vurmuş olacak. 

Önceleri resim hakkında böyle düşünmüyor. Dışarıyı bir kağıda aksettirmek gibi algılıyor. Fakat zamanla resimlerine kendisinden şeyler katmaya başlayınca resmi de bırakıyor.

Çok kitap okuyor. Okuduğu kitaplardaki dünyayı gerçekte bulamadığı için hayallerinde yaşıyor. 

"Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?" (sf.51)

"Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim." (sf.51)

Babasının maddi durumu iyi. Sabun işi yapıyorlar. Sabunculuk öğrensin diye babası onu Almanya'ya gönderiyor.

Büyük bir heyecanla Almanya'ya gidiyor. Ama heyecanı kısa sürede geçiyor. Hayallerindeki Avrupa'yı bulamıyor orada. Gözünde fala büyüttüğünü düşünüyor. 

Almanya'da da sık sık kitap okuyor. Müzeleri, sergileri geziyor.

Gazetede yeni ressamların açtığı bir resim sergisi olduğu haberine denk geliyor. Yenilerden bir şey anlamadığı için ilgisini çekmiyor haber. Fakat rastgele sokakta dolaşırken tam da o serginin bulunduğu binanın önünde olduğunu farkediyor.  Yapacak bir işi olmadığından da giriyor.

Sergideki bir resim aşırı derecede ilgisini çekiyor. Mıhlanıyor resmin önünde. Kürk mantolu bir kadın portresi bu. Uzun uzun tasviri var kitapta. Elindeki katalogdan, bu eserin Maria Puder adlı sanatçıya ait olduğunu okuyor. Ressamın sergideki tek resmi bu. Kendi portresini resmetmiş. 

Raif, uzun uzun bakıyor bu tabloya. Ressamın kendi portresi olduğuna göre, dünyada gerçekten bu resimdeki kadının var olduğunu bilmek onu heyecanlandırıyor, mutlu ediyor.

Kaldığı pansiyona geri dönüyor. Odasına geçtiğinde, ceketinin cebinden sabahki gazeteyi düşürüyor.

İlkin ilgilenmediği o sergi haberini arıyor fellik fellik. Maria Puder hakkında yazılmış bir makaleye rastlıyor. Makalede, Maria Puder'in tablosunun, Andreas del Sarto'nun Madonna delle Arpie adlı tablosundaki Meryemana tasvirine benzediğinden yola çıkarak "Kürk Mantolu Madonna" deniyor yarı şakayla.

Bundan sonra her gün bu sergiye gidip bu tablonun önünde saatlerce duruyor. Bakmaya doyamıyor.

Bir gün sergide, bu tabloya bakarken, bir kadın yanaşıyor yanına. Resmi çok mu beğendiniz, gibi sorular soruyor. Raif de zaten çekingen adam. Kadının yüzüne bile bakamadan, konuyu da uzatmak istemediği için "Evet, güzel bir resim, anneme benziyor." gibi cevaplar veriyor. Biraz da gülünç duruma düşüyor. Bir daha da sergiye gitmiyor.

Kaldığı pansiyondaki Frau Tiedamann ile Raif bir gece dışarı çıkıyorlar. İçkiyi fazla kaçırınca Frau Tiedamann'ın sokak ortasında kendisine fazlaca sokulmasını engelleyemiyor Raif. 

Tam da bu esnada Maria Puder'i görüyor. Sonra kadını gözden kaybediyor.

Önce emin olamıyor. Sarhoşlukla hayal görmüş olabileceğini sanıyor. Fakat unutamıyor da.

Ertesi akşam, aynı saatte, yine oraya gidiyor. Bir umut, belki tekrar göreceğini düşünüp.

Nitekim görüyor da. Takip ediyor. Atlantis diye bir bara giriyor kadın. Raif de arkasından.

Maria Puder orada şarkı söylüyor. Pek nezih bir ortam değil.

Maria, Raif'i tanıyıp yanına gidiyor. Raif, şaşırıyor kendisini tanımasına. 

Meğer, Frau Tiedamann ile Maria akrabaymış, ama görüşmezlermiş. 

Ayrıca sergide, Raif'in yanına gelen kadın da Maria Puder'miş. Raif tabloya o kadar dalmıştı ki, tablodaki kadının gerçeğinin yanıbaşında olduğunu algılayamadı.

Bu tanışmanın ardından Raif ve Maria ilişkilerini ilerletiyorlar. Ancak daha en başta Maria, Raif'i uyarıyor. 

"Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz.(...) Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını görmek için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle, bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok." (sf.82)

Böylece dost oluyorlar. 

Birbirlerini, kadın-erkek olmanın dışında bir sevgiyle seviyorlar.

Raif bu sevgiyi şöyle tarif ediyor:

"O zamana kadar bütün insanlardan esirgediğim alaka, hiç kimseye karşı tam manasıyla duymadığım sevgi sanki hep birikmiş ve muazzam bir kütle halinde şimdi bu kadına karşı meydana çıkmıştı." (sf.85)

İkisi şahane vakit geçiriyorlar. Hem gezerek, hem muhabbet ederek birbirlerine iyi geliyorlar. 

Hayatın anlamı, kadın-erkek ilişkileri, yalnızlık, merhamet, hayaller, aşk, sevgi...ve bunun gibi pek çok konu hakkında düşündüklerini okuyoruz buralarda.

Tüm bu esnada arkadaşlar. Hatta Maria, Raif'e "Seni sevmiyorum" bile diyor. Bunu söyleme sebebi de, bu gezmeler, beraber vakit geçirmeler neticesinde Raif'in boş umutlara kapılmaması, sonrası için kendisine bir talepte bulunmaması. 

Raif, tamamen Maria'ya tabi. Maria nasıl isterse öyle olur.

Yalnız bu arkadaşlığın şeklinin değişeceği, kitabı okuyan herkesin aklından geçmiştir herhalde. Bir yerde olacaktı bu ve oldu.

Bir yılbaşı kutlaması ardından Raif, Maria'yı eve bırakıyor. O geceyi beraber geçiriyorlar. Esasen Maria'nın isteğiyle oluyor. "Başımı kendisine doğru çekti ve bütün yüzümü ateş gibi buselere boğdu." (sf.116) 

Biraz sarhoşluk da var ama bunu tamamen sarhoşluğa meyletmek yanlış olur. 

Sabah Raif uyanınca ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyor. 

Maria ise üzgün. Üzgünlüğü, Raif'e aşık olmamasından. Yine içindeki boşluğu dolduramadığını, yalnızlığını gideremediğini farketmiş olmaktan. 

"Birbirimize her zamandan daha uzağız! Çünkü artık ümidim yok. Bu sondu... Bir defa da bunu tecrübe edeyim dedim. Belki bu noksandı, diye düşündüm. Ama değil... İçimde hep o boşluk var... Daha da büyümüş olarak... Ne yapalım? Kabahat sende değil... Sana aşık değilim. Halbuki dünyada sana aşık olmam icap ettiğini, sana da aşık olmadıktan sonra hiç kimseyi sevemeyeceğimi, bütün ümitlerimi terk etmek lazım geleceğini gayet iyi biliyorum." (sf.119)

Raif, kafası karmakarışık çıkıyor.

"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey." (sf.122)

Bu ayrılığın ardından Raif, gene lüzumsuz olduğuna inanmaya başlıyor. 

"Bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. Ben neydim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu?.. Dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerleği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. Muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. Hayet beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti." (sf.124)

Bir yerde okumuştum, doğruluğundan emin değilim, Sabahattin Ali, bu kitabın adını "Lüzumsuz Adam" koymayı düşünmüş bir ara. Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam"ı, Sabahattin Ali'nin "Lüzumsuz Adam"ı ve muhakkak başka bir sürü daha böyle adamlı hikaye-roman vardır. O yüzden iyi ki bu fikirden vazgeçip, Kürk Mantolu Madonna'da karar kılmış.

Raif, ayrılığa dayanamayıp Maria'yı görmeye bara gidiyor ama onun işe gelmediğini öğreniyor. 

Evine gidiyor. Evde de yok. Komşudan öğreniyor, Maria hastanedeymiş.

Raif, hemen hastaneye gidiyor tabi. Yılbaşı gecesi Maria üşütmüştü. Onun etkisiyle olsa gerek hasta olmuş.

Maria, annesiyle yaşıyor ama annesi bir akraba ziyaretine gitmişti. .

Raif, Maria'yı hastanede hiç yalnız bırakmıyor, diyemeyeceğim, ara sıra işe gidiyor ama genel olarak Maria ile ilgileniyor. Yirmi beş gün kalıyor Maria hastanede. Sonra artık evine dönüyor. Hala tam anlamıyla iyileşmiş sayılmaz ama hastanede duracak kadar da kötü değil.

Raif'in bu yakınlığı ve ilgisi Maria'yı etkiliyor. En sonunda aşka geliyor be kadın ohh:

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. .. Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... Seni istiyorum..." (sf.136)

Üzerinde çok düşünülebilir bir konu.

Öncelikle, "Aşık mıyım?" "Seviyor muyum?" sorusu çok kafa yorucu. Bu sorunun "Evet" ya da "Hayır" gibi bir cevabı olabiliyor mu? Bu sorunun cevabı "evet" olacaksa zaten "Aşık mıyım?" diye sorar mı insan kendine? Karnın acıktığında direkt yemeğe gidersin değil mi? "Aç mıyım?" diye sormazsın kendine. Bunu sormadan, dile getirmeye lüzum da görmeden yemek yersin. Aşk da böyle kendiliğinden oluvermez mi? Kafanı hep aynı kişi meşgul eder, kalbin hep onu görmek isteğiyle atar, görünce dizlerinin bağı çözülür. Aşık olduğun kişiye koşarsın işte. Açın yemeğe gitmesi gibi, aşkına gidersin. 

Peki ya Maria'nın "Senin beni sevdiğine inanmıyordum, o yüzden ben de seni sevmediğimi düşünüyordum" demesi? Seveceksek, illa karşılığı mı olmalı? Karşılıksız olacaksa, karşılıksız olacağını bile bile sevemez mi bir insan? Sever. Hem de ne güzel sever. Acı verir, ama sever. O seni sevmiyor diye, kendi duygularını kendinden mi saklayacaksın? Kendini mi kandıracaksın? Ben de sevmiyorum ki zaten hıh, diye kendi kendinin gururunu mu okşayacaksın? Ne zaman ki onun seni sevdiğinden emin oldun, ancak o zaman mı "Tamam ya ben de seviyordum ki zaten aslında" mı diyeceksin?

Ama Maria'yı kınıyor değilim. Çok yaralanmış belli ki. Bir çeşit savunma mekanizması geliştirmiş. Kendi sevgisinden emin olmadan önce, karşısındakinin sevgisinden emin olmak gerektiği sonucuna varmış. Böylece aldatılmaya, incitilmeye, kırılmaya karşı bir önlem almış. 

*

Ne güzel, gençler birbirini sevmiş, burada bitse. Sonsuza kadar mutlu yaşasalar.

*

Raif, pansiyona geldiğinde kendisine gelen bir mektup olduğunu öğreniyor. Mektup eniştesinden. 

Babasının öldüğünü haber veren kısa bir yazı.

Raif, sanki bu mektubun ardından bir babası ve bir ailesi olduğunu hatırlıyor. Afallıyor. Çok da üzülmüyor. Çünkü babasını çok da tanımış değil. 

"Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti." (sf.138)

Artık Almanya'da kalması da sıkıntıya giriyor. Çünkü memleketten gelecek bir para olmayacak bundan sonra. 

Raif, memlekete dönmeyi, işleri yoluna koyunca da Maria'yı yanına çağırmayı düşünüyor.

Ne yanlış, ne gereksiz bir fikir. Kal orada. Zaten anne, babanla bir gönül bağın yoktu. Ne onların sana, ne de senin onlara derin bir bağlılığın var. E neye kasıyorsun o zaman? Tamam git, aileni gör, hayatına Almanya'da devam edeceğini söyle. İlla ki geçinmenin bir yolunu bulurdun. Bulurdunuz.

Raif, Maria'ya olanları anlatınca, Maria Raif'in gitmesi gerektiğini söylüyor. Ama üzülüyor tabi.

O da annesinin yanına, Prag'a gitmeye karar veriyor. Madem Raif yok. Prag'da kır hayatının sağlığına iyi geleceğini söylüyor.

Raif'ten önce yola çıkıyor. Ayrılmadan önce son olarak "Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim. Nereye çağırırsan gelirim!" diyor. (sf.140)

Raif, memlekete döndüğünde, babasının zenginliğinden pek pay alamadığını görüyor. Enişteleri aslan payını bir şekilde kapmış, Raif'e pek bir şey bırakılmamış. 

Burada içinden sitem ediyor babasına. "Babamın, nedense en çorak, en yolsuz, en güdük yerleri bana bırakmış olduğunu hayretle görüyordum. Buna mukabil, ovada, sulak ve kasabaya yakın yerlerde bulunan ve her bir ağacı yarım çuvaldan fazla mahsul veren zeytinlikler ablalarıma, yani eniştelerime bırakılmıştı." (sf.144)

Muhtemelen eniştelerin çevirdiği dümenler var ortada. Ama velev ki babası, kendi arzusuyla böyle bir dağılım yapmış olsa bile nasıl sitem edebilir ki? Sırf oğlusun diye baban en değerli malları sana mı bırakmalıydı? Sen baban için "Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi." derken, baban da senin için benzer şeyler düşünmüş olamaz mı? Nasıl ki baban senin için bir yabancı idiyse, sen de baban için öyleydin belki, ha?

*

Bu dönemde Maria ile sık sık mektuplaşıyorlar. Maria, çok güzel bir haberi olduğunu ama bunu ancak geldiği zaman ve bizzat söyleyeceğini yazıyor mektuplarında.

Ama Raif, bir türlü Maria'yı çağıramıyor. Evin işleri, bağ bahçe işleri, daha genel tabiriyle parasal işleri bir türlü yoluna koyamıyor. Tam yoluna koydum derken mektuplar kesiliyor. Son gönderdiği mektuplar da kendisine geri dönüyor.

Bundan sonra Raif için hissiz, ölü günler başlıyor.

"Bana hareket etmek, görmek, duymak, hissetmek, düşünmek, hülasa yaşamak kabiliyetini veren bir şey içimden çekilip alınmış gibi, posa haline geldiğimi fark ettim." (sf.145)

Maria'nın kendisini terk ettiğini, unuttuğunu, sevmediğini, başkasıyla beraber olduğunu... neler neler kuruyor kafasında. 

Diğer insanlara karşı da güvenini ve inancını yitiriyor. Bir insanı sevecek, ona bağlanacak gibi olsa aklına Maria geliyor. O bile kendisini bıraktıktan sonra, diğer insanlar neler yapmaz diye düşünüp insanlardan uzaklaşıyor.

"Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: 'Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı... Aramızda artık mesafe bile kalmamıştı... Fakat işte sonu!' diyordum. İnanmamak, inanamamak...Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. Bu histen kurtulmak için yaptığım bütün hamleler boşa çıktı... Evlendim... Daha o gün karımın bana herkesten uzak olduğunu anladım. Çocuklarım oldu... Onları sevdim, fakat hayatta kaybetmiş olduğum şeyi bana asla veremeyeceklerini bile bile..." (sf.148)

"İnanmamak, inanamamak" diyor Raif. Maria'nın da derdi buydu hatırlarsınız. O da "Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. .. Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın" diyordu ya.

Maria da Raif ile tanışıncaya kadar insanlara inanmıyor, sevse bile bunu açığa vurmuyor ve sevmediğine ikna ediyordu kendisini. 

İşte şimdi Raif, Maria'nın o hali gibi oldu. Belli ki Maria, Raif'in yaşadığı bu hali defalarca yaşadı ve o yüzden daha güçlü oldu.

Raif ise ilk defa ediniyor bu tecrübeyi. 

İnsanlara inanmamak, zaten lüzumsuz bulduğu yaşamını, iyice öldürüyor.

"Bir nebat gibi, şikayetsiz, şuursuz, iradesiz yaşayıp gidiyordum. Yavaş yavaş hislerim kütleşmişti. Hiçbir şeyden müteessir olmuyor, hiçbir şeye sevinmiyordum." (sf.150)

Raif, Maria'nın kendisini unuttuğunu, aldattığını, terkettiğini sanıyor ya. Nasıl oluyor da aklına ölmüş olabileceği fikri gelmiyor, hayret. Bu kadar yakınlaştığını, iyice tanıdığını söylediğin bir insanın, birden bütün iletişimini koparması halinde "Öldü mü la yoksa?" diye düşünmez mi insan?

Ciğerini bildiğim arkadaşım kendisinden beklemediğim şekilde davrandığında bile "Noldu lan, içine şeytan mı kaçtı, uzaylılar gerçek seni kaçırıp, yerine bunu mu bıraktı?" gibi şeyler gelmez mi akla? Tamam bu kadar gelmese bile, aslında başka bir şeye kızdığını, ama o sinirle  size çattığını düşünürsünüz, değil mi? Hemen "Demek beni sevmiyormuş"a bağlamak nedir?

28 yaşındaki Maria, zaten Raif'e "Sen daha çocuksun" diyor bir yerde. Hakikaten öyle. 25 yaşında bir çocuk Raif.

*

Günlerden bir gün, Raif yolda kendisine seslenildiğini duyuyor. "Herr Raif!" diye. Bu seslenen, Almanya'daki pansiyondan Frau Tiedemann.Yanında bir kız çocuğu ile gelmiş. Kocasının işleri yüzünden Ankara'da imiş. 

Raif, ilk şaşkınlığını üzerinden atınca Frau Tiedemann, Maria ile akraba olduğundan Maria'yı soruyor çaktırmadan. Çaktırmadan, çünkü Raif ile Maria'nın ilişkisini kimse bilmiyordu.

Ve işte bomba haberler. Korkunçlu gerçekler.

Maria ölmüş.

Hem de teee ne zaman. Yani Raif'in Maria beni terketti, unuttu diye kendini yediği ve ardından on yıl boyunca kendisini yaşayan bir ölüye çevirip hayatını zindan ettiği süre boyunca Maria aslında yaşamıyormuş bile. 

Raif, dönerken Maria zaten hastaydı. Ayrıldıklarında hastalıkları ilerlemiş. Bir de o sırada hamileymiş. Çocuğun babasını kimseye söylememiş. Sonra öğreneceksiniz, diyormuş. 

Annesi, kızının sık sık bir Türkten bahsettiğini söylüyormuş, fakat ne ismini biliyormuş, ne yüzünü görmüş. 

Yanındaki kız da Maria'nın kızıymış. 

Frau Tiedemann trene yetişmesi gerektiğinden daha fazla konuşmaya zaman kalmıyor, ayrılıyorlar.

Raif'in ne durumda olduğu tahmin edilebilir. 

"Demek on sene evvel ölmüştü! Ben onu beklerken, evimi onu kabule hazırlarken ölmüştü. Hiç kimseye bir şey söylemeden, beni imkansızlıklar içinde kıvrandırmamak, beni sıkıntıya sokmamak için, bütün sırrını beraber alarak ölmüştü." (sf.158)

Maria, o kadar biliyor ki Raif'in çocukluğunu, mektuplarında hamile olduğundan bahsetse Raif'in eli ayağı birbirine dolanır, kendine güvensizliğinden ve korkusundan yığılıp kalırdı herhalde.

Frau Tiedemann'ın yanındaki kızın kendi öz kızı olduğunu öğreniyor da, hiçbir şey yapmadan gitmesine seyirci kalıyor. Hadi şaşkınlıktan diyelim. Şaşkınlığı geçecek kadar zaman olsa bile, yine de kızın karşısına çıkıp "Ben senin babanım" diyemez, kızı evine götürüp "Bu, benim kızım" diyemezdi. 

Ah zavallı Raif. 

"Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde 'Bu böyle olmayabilirdi!' düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır." (sf.149) 

Bu şok edici gerçeğin ardından defter bitiyor: 

"On seneden beri belki boşuna yere herkesten kaçmışım, insanlara inanmamakta haksızlık etmişim.(...) Senin hakkında verdiğim yanlış bir hükme dayanarak bütün insanları suçlu tuttum; onlardan kaçtım. Bugün hakikati anlıyorum; fakat nefsimi ebedi bir yalnızlığa mahkum etmeye mecburum. Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim.(...) Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana, dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.(...) Bana hakikaten yaşamak imkanını verdiğin birkaç ay için sana teşekkür ederim. Böyle birkaç ay, birkaç ömür kıymetinde değil midir?(...) Kızımız yeryüzünde bir babası olduğundan habersiz, uzak yerlerde dolaşıp duracak.(...) Kafamda ona bir hayat seyri icat edip yanında yürüyeceğim. (...) Dışarıda gürültüler oluyor. Herhalde bizimkiler döndüler. Hep yazmak istiyorum. Ama ne lüzumu var? Bu kadar yazdım da ne oldu? Bizim kıza yarın başka bir defter almalı ve bunu kaldırıp saklamalı.Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı..." (sf.160)

Defter bu şekilde bitiyor.

Anlatıcı da, söz verdiği şekilde defteri Raif Efendi'ye götürüyor. Ama eve girdiğinde evdeki telaştan Raif Efendi'nin ölmüş olduğunu anlıyor. 

Burada anlatıcı Raif Efendi'nin kendisine son sözünü hatırlıyor. 

"Dün akşam bana: 'Seninle şöyle oturup konuşamadık!' demişti. Ben artık öyle düşünmüyordum. Dün akşam onunla uzun uzun konuşmuştum. 

"O bu dünyadan ayrılırken, benim hayatıma, başka hiçbir insana nasip olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu. Bundan sonra onu daima yanımda bulacaktım.

"Şirkette Raif Efendi'nin boş masasına oturdum ve siyah kaplı defterini önüme koyarak bir kere daha okumaya başladım." (sf.160)

*

Buraya yazarken kitabı bir daha okumuş gibi oluyorum. 

Raif Efendi'nin defterine geçince iyice onun hayatına kendimi kaptırdım. Ne zaman ki defter bitti, defterin bir anlatıcının elinde olduğunu hatırladım, o zaman soluklandım.

Sabahattin Ali de bir dönem Almanya'da kalıyor. Dil öğrenmeleri için yurtdışına gönderilecek öğrenciler için yapılan sınavı kazanıyor ve Almanya'ya gönderiliyor. Döndüğünde Türkiye'de Almanca öğretmenliği yapıyor bir süre.

Romanın geçtiği yerler de Sabahattin Ali'nin öğrencilik döneminde yaşadığı Berlin/Almanya. 

Sabahattin Ali hakkındaki anılarda, Maria karakterinde Almanya'da takıldıkları  bir gazinodaki kadından esinlendiği söyleniyor. Kadınla bir gönül ilişkileri olmamış, Sabahattin Ali hayallerinde kurgulamış.

Kitapta bölümler arasında ayrım olmaması ilgimi çekti. Zaten roman değil de "uzun hikaye" diye bahsediliyor bu kitaptan genelde.

Salt aşk hikayesi mi bu? Sabahattin Ali'nin diğer romanlarında da ("Kuyucaklı Yusuf" ve "İçimizdeki Şeytan") aşk var ama onları aşk romanı diye değerlendirmek çok yanlış ve yetersiz olur. 

Derinlemesine psikolojik tahliller içeriyor roman. Raif de, Maria da hislerini çok sorguluyor. 

Sıkmıyor ama bu durum, aksine keyifle okuyorum ben. Sadece hislerin bu kadar sorgulanmasının doğru olup olmadığını düşünüyorum.

Toplumsal rollerle ilgili de değerlendirmeler var kitapta. Erkek rolü ve kadın rolü. Güçlü, sağlam erkek motifi yerine, Raif gibi kırılgan, hassas bir erkeği merkeze alıyor. Kırılgan, hassas olması beklenen kadının yerine de ne istediğini bilen, kendinden emin, güçlü Maria karakteri var. 

Sonra birinin Türk, birinin Alman olması, üstelik birinin müslüman Türk, diğerinin yahudi Alman olması ne kadar teferruat kalıyor. Ne güzel. O kadar önemsiz ki bu bilgi, yazar niye veriyor ki bu bilgiyi diye düşünürken, belki de gerçekten önemsizliğini görmemiz için yapmıştır. Yani kitap, bir Türk erkekle ile bir Yahudi Alman kadının aşkı diye anılamaz. Keza, aslında Raif ile Maria'nın Almanca konuşuyor olduğunu da düşünmüyoruz. Dini, dili, milliyeti ortadan kaldıran, hatta cinsiyetleri bile düşündürtmeyen bir aşk.