31 Ocak 2016 Pazar

YILANLARIN ÖCÜ




YILANLARIN ÖCÜ

Fakir Baykurt

1959

Literatür Yayınları - 21. Basım - Eylül 2014

275 sayfa


Köy romanları hep üzücü olmak zorunda mı? Hep fakirlik, sefillik, yorgunluk ve adaletsizlik olmak zorunda mı?

Yıldım, yeminle yıldım.

Fakir Baykurt'un "Kaplumbağalar" romanında da böyle. Yolsul köylüler, kendi çabalarıyla çorak toprakları canlandırıyorlar, o güne kadar ortada olmayan devlet birden ortaya çıkıp köylülerin bu emeğini hiç ediyor. Tükürdüğümün devleti.

Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf" romanında (gerçi o köyde değil, kasabada geçiyor ama mesele aynı) zengin ağanın oğlu adam öldürüyor ama ceza almıyor, çünkü satın alınan tanıklar, çünkü zengine bir şey olmaz.

Yılmaz Güney'in "Boynu Bükük Öldüler" romanında ağanın tecavüzüne uğrayan ve bu yüzden dışlanan köylü kız.

Öffffff

*

Bu roman birkaç defa beyazperdeye aktarılmış. Dizi de yapılmıştı, izlemedim, hala devam ediyor mu bilmiyorum.

*

Deli Haceli, oturduğu rutubetli, kötü evden taşınıp kendisine köy meydanında güzel bir ev yapmak istiyor. Parasını da veriyor. 

Fakat evi yapacağı yer Bayram'ların evinin önü. Hem Bayram'ın manzarasını kapatacak hem de evinin atıkları Bayram'ın evinin bahçesine dolacak.

Bayram buna izin vermiyor.

Bayram, karısı Haçça, Bayram'ın annesi Irazca ve çocuklar Deli Haceli'ye düşman kesiliyor.

Haceli evin temelini kazdıkça Bayram ve ailesi temeli dolduruyor.

Haceli'ye köy meydanında ev yapması için izin veren Muhtar, olaylar büyüyünce arayı bulmak istiyor.

Bu arada bu muhtar puştun teki. Bayram'ı susturmak için dövdürüyor, ama "Ben yapmadım" diyor.

Haceli, ev için aldığı kerpiçlerin parçalandığını görünce Bayram'ın evine gidiyor öfkeyle. Evde o sırada Haçça var. Haceli, Haçça'yı dövüyor. Haçça hamile ve çocuğu düşüyor.

Haçça iki büklüm yatıyor. Bayram dayak yemiş yatıyor. Huzur falan kalmıyor evde. 

Köye gelen kaymakama derdini anlatıyor Irazca. Kaymakam eksik olmasın ondan yana oluyor, Muhtar'a ters davranıyor.

Ama kaymakam gidince gene bir başlarına kalakalıyorlar.

İşte burada köylünün adalete ulaşımının zorluğu çok fena vuruyor insanı. Zaten kıt kanaat geçinen insanlar. Üstte yok başta yok. Adliyeye gitmek bir dert. Hadi gittin, bir kere gitmekle çözülecek iş değil, kim bilir kaç defa gitmek gerekecek. Avukat tutması bir dert. Arzuhalciye dilekçe yazdırsan ayrı bir dert. Sonra bu mahkemenin keşfi olacak, bilirkişisi olacak, onların masrafı ayrı. Bu arada bağ bahçe var, ekin var bakmak gereken, mahkemede koştururken bunlarla kim ilgilenecek?

Dayaklar, düşen çocuk yanına kar mı kalsın yapanın, öbür yandan Haceli'ye de yazık. Adamcağız kuru bir evde oturmak istiyor, dünyanın masrafını yapmış. O da parasının peşinde. Halbuki en başta gidip yıkık evlerin yerine yapaydın ya. 

Kitabın adına gelince;

Bayram'ın babası zamanında bir yılan öldürmüş. Bu yılanlar da çok kinci olurmuş. O günden beri Bayram'ın ailesini takip edermiş yılanlar. Bayram'ın oğlu da bir yılan öldürünce yılanlar öc almak için Bayram'ın teyzesi Sultanca'yı sokmuşlar. 

Roman, oğlu ve gelinlerinin bir başına bıraktığı Sultanca'nın evinde yılan tarafından öldürülmesiyle son buluyor.

O esnada Bayram ve Irazca mahkemeye gidip gitmemeyi düşünüyorlardı. Bayram uzlaşmaya varır gibi oluyor ama Irazca kararlıydı.

*

Bu kitap bir ara "müstehcen kitap" sayılarak yasaklanmış. Müstehcen bulunan kısmı da şu: Haceli'nin karısı var, Fatma. Fatma, Bayram'a aşık, bunu da Irazca'ya söylüyor bir gün. Irazca da Haceli'ye düşman ya, Bayram'a Fatma'nın yanına gitmesini söylüyor. Bayram ile Fatma birlikte oluyorlar. Fatma da zaten istiyor bunu. Fatma, Bayram'ın ikinci karısı, hatta Haçça'nın hizmetçisi olmayı bile kabul edecek durumda. O kadar yılmış Haceli'den. Herhalde müstehcen bulunan kısım Bayram ile Fatma'nın, Haceli'nin kazdırdığı evin temelinde bir gece vakti sevişmeleri. Sonra bu ikisi bu durumu Haçça'dan saklıyorlar tabi. Kendi aralarında bir sır oluyor. Bayram'ın gönlü ufaktan Fatma'ya kayıyor. Haçça da yavrum, tek göz odada, çoluğun çocuğun kaynananın içinde ne kadar sevişilebilirse o kadar sevişiyor. Halbuki istiyor ki sevişirken kocasına bir şeyler söylesin, içinden geldiği gibi sesler çıkarsın.

*

Kitabın başında Fakir Baykurt'un kitap hakkındaki tartışmalara yanıtı da var. Özetle "Manyak mısınız?" diye soruyor. 

BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ




BEYOĞLU'NUN EN GÜZEL ABİSİ

Ahmet Ümit

2013

Everest Yayınları - 29. Basım - Aralık 2015

568 sayfa


Ahmet Ümit okumayı uzun zaman önce bırakmıştım. Çok sıkılıyordum çünkü. Karakterlerin o bitmek tükenmek bilmez iç sesleri şişiriyordu beni.

Bir de zaten ben polisiye sevmem.

Ama ekmek ve süt almak için gittiğim A101'de bu kitabı gördüm. 5,95 TL. Acayip indirime girmiş, dayanamadım, aldım.

Ahmet Ümit'in aslında söyleyecek başka şeyleri var da bunları ancak polisiye gibi aksiyonlu bir kurgunun içinde anlatırsa kendisini dinletebilir gibi bir izlenimi var bende. Diğer kitaplarında da, bunda da temelde başka bir dert var. İstanbul olur, tarihi bir olay olur, esas mesele bu. Polisiye kısmı ise bu bilgileri aktarmanın sosu.

Bu kitapta da aslında İstanbul'un göz bebeği Beyoğlu'nun çürümüşlüğü, kentsel dönüşüm adı altındaki rant, sokak çocukları, Gezi olayları... hakkında yazarın söyleyecekleri var, bunu anlatmanın yolu da cinayet minayet.

Mafyatik adamlardan biri öldürülmüş. Onun izini sürüyor Komiser Nevzat ve yardımcıları Ali ile Zeynep.

- Katili söyleyeceğim, uyarıyorum.-

Öldürülen adamın, birbirine düşman iki mafya adamı ile bağlantısı var. Ortada bir de kadın meselesi var. 

Katilse maktulün kız arkadaşının saz arkadaşı.

Bunu da tesadüfen öğreniyorlar. Komiser Nevzat, Ali ve Zeynep, Zeynep'in ailesinin daveti üzerine beraber yemek yiyorlar. Yemekte Zeynep'in ailesinin kökeni hakkında konuşuyorlar. Katil müzisyen de aynı yörelerden gelme. Maktul, uzaktan atılan bir bıçakla öldürülmüş. Bu müzisyenin de zamanında sirkte bıçakla gösteriler yapan biri olduğu ortaya çıkınca enseliyorlar adamı. 

Kitapta Ahmet Ümit'in kendisi de var. Komiser Nevzat'a, polisiye roman yazarı bir adam musallat oluyor.  Gölge gibi takip ediyor onu. Nevzat dışında herkes de pek seviyor bu yazarı. En sonunda Nevzat da bu yazarın bir kitabını alıyor. Kitabın adı: Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. Bu, komiser Nevzat'ın lakabı. 

Yeni bir yazar bunu yapsa biraz şımarıklık olarak algılanabilirdi ama Ahmet Ümit artık, kaç tane kitap yazmış adam, bu işten emekli olsa yeridir, hakkı var bu şımarıklığı yapmaya. 

Bir de artık "ağabey" demiyor muyuz? Kalktı mı o? Ya da "Aliciğim", "Zeynepciğim"? Artık abi, Alicim, Zeynepcim diye mi kullanıyoruz? Kitapta hep böyle geçiyor bu ifadeler. Kalktıysa bileyim, ben de kullanmayayım.

24 Ocak 2016 Pazar

KREUTZER SONAT




KREUTZER SONAT

L.N.Tolstoy

1889

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 2. Basım - Ocak 2014

140 sayfa

Bu kitabı bana arkadaşım hediye etti. Uyardı da verirken, "Sinirlenebilirsin, Tolstoy biraz kadın düşmanıdır." diye.

Kadın düşmanı olan her erkeğin geçmişinde kadınlardan yüz bulamama hikayesi olduğunu düşünüyorum. Yoksa neden kadınlara kin duysun?

*

Bir trende başlıyor hikaye.

Trende bir hanımefendi, bir tüccar, bir tezgahtar, bir avukat ve anlatıcı var. Mevzu boşanmadan açılıyor. Tüccar, boşanma konusunda müthiş sevimsiz. Kadın diyor ki: "Kadın adamı sevmiyorsa ne olacak?" Tüccar diyor ki:" Yok öyle bir şey, mecburen sevecek." Kadının dizginlerini kısa tutmak lazım, erkek gözünü kadının üzerinden ayırmamalı, kadında koca korkusu olmalı... Fikirleri böyle ağzına sıçtığımın tüccarının. Ha ama ne var ki kendisi bir panayırda kadınlarla eğleniyor ve bunu ballandıra ballandıra da anlatıyor. Ama o başkaymış.

Kadın "Evliliği aşk kutsallaştırır." deyince kulak misafiri olan bir yolcu geliyor. Aşkın ömrünü tartışıyorlar. "Bir aylık mı? İki günlük mü, yarım saatlik mi?" diye. Kadın ömür boyu deyince de adam bunun sadece romanlarda böyle olduğunu söylüyor.



sf.12


Adam, evliliklerin aldatmaca olduğunu, aslında kimsenin tek eşli olmadığını, bunun iğrenç olduğunu ama böyle sürüp gittiğini söylüyor. 

Sonra da itiraf ediyor. Meğer karısını öldürmüş.

Onunla aynı kompartımanda kalan anlatıcıya, aşk yüzünden başına gelenleri anlatmaya başlıyor.

Adı Pozdnışev. En baştan başlıyor anlatmaya. 16 yaşından. Ağabeyi ile geneleve gitmesinden. Geneleve gitmenin yaygın olmasından, büyükler tarafından destek görmesinin yanı sıra devlet tarafından da teşvik edilmesinden, doktorlar tarafından gerekli sağlık koşullarının sağlanmasından. 

Sonra da o doktorların frengiyi tedavi etmek için uğraşmalarının saçmalığına değiniyor. Halbuki frengi hastalığına harcanan çabaların yüzde biri cinsel ahlaksızlığın kökünün kazınmasına harcanmış olsaymış zaten frengi olmazmış.

Adam genelevdeki deneyiminin ardından artık bir şehvet düşkünü olduğunu söylüyor. Kadınlarla basit, saf, kardeşçe ilişki kuramaz hale gelmiş.

30 yaşına kadar böyle yaşadıktan sonra artık saf, temiz bir kızla evlenmeye karar vermiş.

Kriterlerini sağlayan bir kız bulmuş. Kıza geçmişinden bahsetmiş. Kız korkup bırakmak istemiş ama bırakmamış sonra.

Karısına aslında aşık olmamış, aşık olduğunu sanmış. Onu güzel kıyafetler içinde görünce, biçimli vücudunu beğenince aşık olduğu zannetmiş. Bir işi de olmadığından, aylak aylak gezmesi neticesinde aşık olmuş kıza. "Bir yandan sandal gezmeleri, bele oturan o elbiseleri diken terzi kızlar vesaire olmasaydı, karım biçimsiz bir sabahlıkla evde otursaydı, öte yandan ben de normal koşullarda yaşayan, çalışmasına yetecek kadar yemek yiyen bir adam olsaydım ve bir süreliğine tesadüfen kapanmış emniyet supabım açık olsaydı ne ben aşık olurdum, ne de bunlar olurdu." sf.28

Bütün kadınların amacının koca avlamak olduğunuu, erkeğin sadece görünüşte seçen olduğunu, gerçekte ise kadının seçtiğini söylüyor.

Mağazalarda genelikle kadınlar için ve kadınların geçici heveslerini tatmine yönelik şeyler olmasından yola çıkarak her yerde kadın egemenliğinin hüküm sürdüğünü anlatıyor. 

Cinsel ilişkinin korkunç bir kötülük olduğunu söylüyor. (Karakterine bunu söyleten ve kimisine göre bu kitapta kendi evliliğini anlatan Tolstoy'un 13 çocuğu var.)

Adamın evliliğindeki ilk tatsızlık balayında başlıyor. Kadın annesini özlediğinden yakınıyor ama adam bunun cinselliğin artık doyması nedeniyle aşkın tükenmesinin sebep olduğu bir kriz hali olduğunu düşünüyor.


Belki kadın PMS? Olamaz mı?


Ayrıca da adamın bahsettiği bu olay balayının dördüncü gününde olmuş. Dört günde nasıl doyurdunuz acaba cinselliğinizi? 





Bunun ardından bir kavga daha patlak veriyor. O da para yüzünden olmuş. Adamın anlattığına göre kendisi hiçbir zaman parayı sakınmıyormuş ama kavganın boyutunu paraya çeken kadın olmuş. 



Açıkçası bu hikayeyi bir de kadından dinlemek isterim.

Bu kavgaların yalnızca kendi evliliğinde olduğunu sanmış o zamanlar:  

"Beni üzen korkunç bir düşünce daha vardı kafamda: Başkalarının evlilikleri yolunda giderken, karısıyla arasında beklediğine hiç benzemeyen, kötü bir yaşam sürdüren tek kişi bendim. O zamanlar bunun ortak bir kader olduğunu, ama benim gibi herkesin de bunu kendi talihsizliği olarak gördüğünü (...) bilmiyordum." sf.42

Halbuki kavgalarını birine anlatsa hemen "Her evlilikte böyle şeyler olur, takma" diyen olurdu.

O kavgaların ardından sarılmayı da iğrenç buluyormuş.

"Karşılıklı söylenen en sert sözlerden sonra birden suskun bakışlar, gülümsemeler, öpücükler, sarılmalar... Öf, ne iğrenç!" 

Nesi iğrenç be? Kavga sonrası sevişmesi işte ne güzel.

Cinsel ilişkinin sadece üremek amaçlı olmasını, zevk amaçlı olmasının yanlış olduğunu söylüyor. Aksi takdirde kadın isterik, tutaraklı oluyormuş. 

"Karnında bebeğini taşıyan ya da kucağında bebeğini emziren bir kadının ne yüce bir iş yaptığını düşünmek bile yeter. Soyumuzu sürdürecek,yerimizi alacak olanı büyütmektedir. İşte bu kutsal iş bozuluyor, hem de neyle? Düşünmesi bile korkunç!" sf.46

Neyle bozuluyor? Sevişerek mi?

"Erkek için cinsel duygularını tatmin etmek gereklidir, fakat araya bu gereksinimin karşılanmasına engel olan doğum ve emzirme olayları girmiştir. (...) Hayvanlar soylarını yavrularının devam ettireceğini sanki biliyorlar ve bununla ilgili belli bir yasaya uyuyorlar. Bunu bilmek gerektiğini sadece insan bilmiyor ve bilmek de istemiyor. Tek kaygısı olabildiğince çok zevk almak." sf.46

Doğru mu anlamışım? Sevişmek sadece üreme amaçlı olmalı, zevk için yapılan sevişmenin Allah belasını versin. Bunu mu diyor? Bunun çirkin ve kötü olduğunu, kadınlarınsa bunu aşk diye tanımlayıp yücelttiklerini söylüyor. Öyle mi?

Devam ediyor:

"Kadına özgürlüğünü veriyorlar, erkeklerle eşit haklar tanıyorlar, ama ona bir zevk aracı olarak bakmaya devam ediyorlar." sf.49

Tamam bu pek haksız sayılmaz.

Ama;

"...aşağılık doktorların yardımıyla gebe kalmamaya çalışacak, yani hayvan derecesine bile değil, bir eşya derecesine kadar düşen tam bir fahişe ya da çoğu vakadaki gibi manevi gelişim olanağından yoksun, ruhen hasta, isterik, mutsuz bir insan olacaktır." sf.49

Ama bu hayvanlık artık. 

Bu kitabı okumak çok zor. Çok sevimsiz, çok sinir bozucu.

Nasıl bir evlilik yaşadı acaba Tolstoy? İnsan sormadan edemiyor, "La bu karın sana ne etti kardeşim?"

Kadının matematikten çok anlaması ya da güzel enstrüman çalması hiçbir şeyi değiştirmez,diyor.  Kadın ancak bir erkeği büyülediği zaman mutlu olurmuş ona göre. Bak buna külliyen yalan diyemem. Bir erkeği etkilemek evet güzel bir şey. Ama kadının kendini geliştirmesi tamamen bunun içindir, demek... Yo dostum, yanılıyorsun.

Derken karısı hamile kalmış. Sekiz yılda beş çocuk doğurmuş.

Çocuk sahibi olmakla ilgili fikirlerine katılıyorum. 


Bence de eziyet, bence de gereği yok.





Bugünün annelerini anlatıyor sanki ahaha

Yani Pozdnışev için evlilik özetle şu:

"Biz, birbirinden nefret eden, birbirinin hayatını zehirleyen ve bunu görmemeye çalışan, birbirine prangalanmış iki mahluktuk." sf.61

Ve yavaş yavaş işin civcivli kısmına geliyoruz.

Bir adam çıkageliyor.

Kemancı.

Ve Pozdnışev tam bir gavat gibi bu adamı karısının kucağına atıyor. Evet.

Kemancıyı karısıyla tanıştırıyor. Karısı da piyano çalıyor. Daha tanıştırdığı an ikisi arasında bir şey olacağını hissediyor. Daha ilk anda. Peki ne yapıyor? Kemancıyı evine davet ediyor. "Karım piyano çalar, sen de keman çalarsın, beraber çalarsınız. Kreutzer Sonat çalın hatta, ne güzel Beethoven Beethoven." diyor. 

Bir yandan kıskançlıktan kuduruyor, bir yandan da kendi ağzıyla davet ediyor. Neymiş efem, çağırmazsa korkaklık olurmuş. Çağırman da gavatlık oluyor, kusura bakma da.

Bence adam karısını sevmiyor ya. Karısını öldüresi var. Ama sırf sevmiyor diye öldüremez. Öldürebilmek için istem dışı bir şekilde bu bahaneyi kendisi oluşturuyor. Bence böyle.

Sonra bir gün iş için şehir dışına gidiyor. Ama aklı evde kalıyor. Ya onun yokluğunda karısı ile kemancı...

Bu şüpheye daha fazla tahammül edemiyor ve eve adeta baskın yapıyor.

Şüphelerinde haklı çıkıyor, gecenin bir vakti karısı ve kemancı evde, odada baş başalar.

Sonra da dellenip karısını öldürüyor. Aslında önce kemancıya yelteniyor ama kemancı kaçıyor. Sonra karısı "Yanlış anlıyorsun, zannettiğin gibi değil..." deyince karısını bıçaklıyor.

Burada ben de adamın yerinde olsam, öldürmek değil tabi de dehşetli sinirlenir ve üzülürdüm. Burada Pozdnışev'e hak veriyorum. Gecenin bir vakti neden kadın ve adam odada yalnız? Neden? NEDEN? NE GEREĞİ VAR?

Pozdnışev geldiğinde karısı ve kemancı bir şey yapmıyorlar aslında. Öyle bir yatakta basma ya da samimi bir şekilde yakalanma durumu yok. Ama yine de az evvel dediğim gibi NE GEREĞİ VAR? NEDEN YALNIZSINIZ GECENİN BİR VAKTİ? NEDEN?

Ben de bu durumdan rahatsız olurdum. 

*

Kitabın sonunda Tolstoy'un bu kitabın ardından gelen eleştiri ve sorulara yanıtı var. Kendi dünya görüşünü ve din yorumunu anlatmış. 

Açıkçası Tolstoy'u pek tanımıyorum. Bu kitabı edebi açıdan tartışmayacağım elbette, o kadar hadsiz değilim ama bahsi geçen düşünceler çok çirkin. Haklı/haksız ayrımını yapamayacağım. İlişkilere dair çıkarımlar hep yaşadıklarımızdan, tecrübe ve gözlemlerimizden oluşuyor. Örneğin hayatında hiç aldatılmamış birinin ilişkilerinde sadakat ve güvenle ilgili kafasına takılan şeyler olmayacaktır. Çünkü bunu düşünmesini gerektiren bir durum olmamıştır. Ama bunu deneyimlediğinde artık onun da bu konuda söyleyecekleri olacaktır.

Tolstoy da anladığım kadarıyla bu minvalde bir şeyler yaşamış. Bir ağız yanma durumu olduğunu sanıyorum. 

Bir gün diğer kitaplarını ve hayatını da okursam daha iyi anlarım. 


*

Altını Çizdiklerim:

(Altını çizdim ama onayladığımdan, hmm ne güzel söylemiş, dediğimden değil, kimisi "Oha hayvan" dediğim laflar:

"Çoğu kadının sahip olduğu bir alışkanlıkla, yani konuştuğu kişinin söylediği sözlere değil de o insanın ne söyleyeceği üzerine kendi kafasında yarattığı sözlere yanıt veren bir alışkanlıkla ekledi." sf.6

"Herhangi bir bedensel ilişkide ahlaksızlık söz konusu değildir, hiçbir fiziksel çirkinlik de ahlaksızlık değildir; ahlaksızlık, yani gerçek ahlaksızlık, bedensel ilişkiye girdiğin kadına karşı ahlaki ilişkilerden kendini bağışık tutmaktır." sf.16

"Kısa süreliğine fahişelik eden kadınların genellikle küçümsendiklerini, uzun süreli fahişelerin ise saygı gördüklerini söylememiz gerekir." sf.26

"Zaten tam bir fiziksel avarelik içindeyken tahrik edici şeyler tıkınıp durmamız, şehvetin sistemli olarak kışkırtılmasından başka bir şey değildir." sf. 27

"Kadınlar da 'Madem bizim sadece şehvet aracı olmamızı istiyorsunuz, o zaman biz de şehvet aracı olur, sizi köleleştiririz.' diyorlar." sf.31

"Mutsuz insanların kentte yaşamaları daha iyidir. İnsan kentte yüz yıl yaşar da çoktan öldüğünün ve çürüdüğünün farkında bile olmaz. Bunu kendiliğinden anlayacak zamanı yoktur, hep meşguldür." sf.63

17 Ocak 2016 Pazar

SAİT FAİK ABASIYANIK




SAİT FAİK ABASIYANIK

Devrim Altay

Alter Yayıncılık - 1.Basım - Aralık 2010

135 sayfa


Çocuklar için mi yazılmış bu kitap anlamadım. 

Sait Faik'in hayatını anlatan bir kitap almak üzere internette bakındığımda bir sürü kitabı ya tükenmiş, ya baskısı yok, ya satışı yok diye gördüm. Bir tane eli yüzü düzgün buldum, sepete ekledim, son anda temin edememişler, iptal oldu. Bu geçti elime sadece.

O kadar basit ve yavan bir kitap ki. İlkokul çocukları için yazılmış olmalı. 

Neyse ben Sait Faik'i okuduklarımdan tanıdığım kadarıyla anlatayım. 

*

Doğum tarihi kasım 1906. Kasımın kaçı belli değil. 18-24 kasım arasında bir gün. 

Adapazarı'nda doğmuş.

Babası Mehmet Faik, memur. Baskıcı bir adam olduğunu yazmış bu kitap. Memuriyetten ayrıldıktan sonra ticarete atılıyor. Oğlu Sait'in de tüccar olmasını istiyor ama Sait ticareti beceremiyor.

Öğretmen oluyor. Onu da beceremiyor. Derse geç kalmaları ve öğrencileri üzerinde disiplin kuramaması nedeniyle istifa ediyor.

İstanbul Üniversite'sinde edebiyat okuyor. Tahsilinin devamı için Fransa'ya gidiyor. 

Yurda döndüğünde hikayeler yazıp gazetelere, dergilere gönderiyor.

Babası İstanbul'da Burgazada'dan ev alınca oraya yerleşiyor. 

Bu kitaptan öğrendiğim kadarıyla Fatma diye bir kızdan hoşlanmış, evlenmek istemiş. Ama Sait'in annesi ve babası bu evliliğe razı olmamış. Sonra Sait'i başkasıyla evlendirmek istediklerinde de Sait istememiş. Ömrünün sonuna kadar evlenmemiş,  ailesiyle yaşayan bir adam olmuş. Babası ölünce, annesi Makbule Hanım ile yaşamış.

Alkol nedeniyle siroz olmuş Sait Faik. Ruhen de pek iyi durumda değilmiş. Genel olarak karamsar ve küskün bir ruh haline bürünmüş hastalığının ardından.

11 Mayıs 1954'te ölmüş. Sait Faik'in telif haklarını Darüşşafaka'ya devretmiş anne Makbule Hanım. Ayrıca da her yıl Sait Faik Abasıyanık adına bir hikaye yarışması düzenlenmesini sağlamış.

Burgazada'da Sait Faik Müzesi varmış. En kısa zamanda görmem lazım.

*

Kabaca hayat hikayesi anladığım kadarıyla böyle.

Eserlerinden yola çıkarsak da şunları anlıyorum;

İnsanları çok seviyor. Onlarla muhabbet etmekten, onları gözlemlemekten keyif alıyor. 

İnsanları genel olarak sevdiğini söylüyor ama aslında bu biraz teorik bir sevgi. Yoksa onun da sevmediği insanlar var:

"Öyle insanlar var ki kafasından tutup koparmak aklımdan geçmese bile, başka bir insanın aklından geçebilirse ve bunu yaparsa, ben nihayet bir yazıcıdan başka bir şey olmadığım için mazur görürüm." (Sevgiliye Mektup)

Denize, balığa ve balıkçılara hayran. Bu konular üzerine yazdığı bir sürü hikaye var zaten. 

Yazmaya delicesine tutkun. Zaten meşhur lafı: "Yazmasam deli olacaktım" (Haritada Bir Nokta)

Tanışmasa, konuşmasa bile bir insanı görüp onun hakkında bir hikaye yazabilir. 

"Sokakta, bir dükkanda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikaye etmek mümkündür, hülyasına kapıldım." diyor "Birahanadeki Adam" hikayesinde. Ve başlıyor birahanedeki herhangi bir adama bakarak, ona yakışan bir hikaye uydurmaya. O adamın kaşından, gözünden, kılığından, kıyafetinden, halinden, tavrından anlamlar çıkarıp ona bir hikaye uyduruyor. Mesela göz kenarlarında çizgi olmadığını farkediyor, bir kadın yüzünden sevda acısı çekmemiş olduğu sonucuna varıyor. Adamın traşının yalapşap olduğunu görüyor, oradan kendi işinin sahibi olmadığı, başkasının yanında çalışıp acele yetişmesi gereken bir işi olduğu kanaatini çıkarıyor.

Hatta salt insana değil, insana dair herhangi bir şeye bakması bile yetiyor hikaye yazması için. 

Örneğin, mezarlık. Mezar taşına bakıyor, o mezarda yatanın hayattaki halini tasvir ediyor kendince. 

"Kameriyeli Mezar" hikayesinde böyle. Karı kocanın mezarını görüyor. Ama kadın daha ölmemiş, mezar yeri boş. Bunu gören yazar, başlıyor hikaye uydurmaya. Karın evlendi de seni unuttu diye  sesleniyor ölen adama.

Vapurdan inen insanlara dik dik bakıp ilginç bir tip arıyor gözleri yazmaya değer. "Hallaç" adlı hikayesinde bunu söylüyor.  (Tabii bu dik dik bakmayı öküzce değil, Sait Faikçe algılayın lütfen.) 

Gerçi kendisine sorsan "İnsanların yüzüne, halü etvarına bakıp hikayeler mi düzüyorum? Ne münasebet!" diyor "Bilmem Neden Böyle Yapıyorum?" adlı hikayesinde. 

Ama kendisiyle çelişiyor çünkü daha bu satırları yazdığı aynı hikayede kahvede gördüğü bir ihtiyarı gözüne kestiriyor ve ondan bahsediyor.

Dağarcığında yüzlerce insan olmasına, insanları dinlemeyi, onları incelemeyi, onlar üzerine düşünmeyi seven bir adam olmasına rağmen  Sait Faik bile yalnızlığı keşfetmiş, tatmış, yaşamış ve bundan yakınmış.

"Milyonluk şehirlerde de yaşasa, insanoğlunun içinde yalnızlık, kendi içine çekilme,s inme günleri doludur. Bitişik doğmadığımıza göre içimizdeki sevinçleri, kederleribaşkalarıyla her an paylaşmamıza imkan mı vardır? En yakınlarımızdan bile bucak bucak kaçtığımız, derdimizi kimselere söyleyemediğimiz günlerimiz olmaz mı?

Karı koca, ana oğul, kardeş, baba, hep ayrı ayrı kederlenmez, üzülmezler mi? Müşterek kederler, müşterek sevinçler ne kadar azdır. Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi? Gün olur dost, sevgili, arkadaş, baba, ana oğul, kardeş hep elimizi bırakıverir. Hem yapayalnız doğup kendi başımıza ölmüyor muyuz?" 
(Havuz Başı) 

Sait Faik'in babası anladığım kadarıyla maddi açıdan iyi durumdaymış. Ama baba ölünce işler değişmiş. Ondan kalanlarla idare etmek zorunda kalmışlar ana oğul. 

Yazarak para kazanmak kolay değilmiş o yıllar. (Şimdi daha kolay gibi gözüküyor. Piyasadaki abuk subuk kitaplara bakınca.)

Hikayelerini gazete ve dergilerde yayınlatmak bir dert, bir de bundan para kazanmak ayrı bir dertmiş.

Hatta bir yazısında, yazısını yayınlayan dergiye de geçirmiş ama buna rağmen dergi yazıyı yayınlamış, hayret:

"Yazıcılığın Yirminci Senesinde" başlıklı yazısı Yeditepe dergisinde yayınlanıyor ve yazının sonunda:

"Bereket 'Yeditepe' para vermiyor yazıcılarına şimdilik. Şu yazıma en azından beş papel isterdim." yazmış. Ahaha. Dergiyi yayınlayanlar okumamış ya da okuduklarını anlamamış olmalılar.

Adı geçen bu hikayede resmi bir evrak işi için mesleği soruluyor. Mesleğini "yazıcı" olarak tanımlıyor ama yazıcılık mesleği kabul görmüyor. Meslek hanesine "yok" yazıyorlar. Üzülüyor tabi.

Sait Faik öldükten sonra cenazesine gelen balıkçı dostları çok şaşırmışlar. Onun balıkçılığa merak salan varlıklı bir adam olduğunu sanıyorlarmış. Cenazesinde ünlü insanları görüp onun da aslında ünlü biri olduğunu öğrendiklerinde şaşkınlıklarını gizleyememişler.

Biraz da dedikodu yapayım mı:

Leyla Erbil ve Sait Faik Abasıyanık'ın 1953-1954 yıllarında baba-kız gibi bir ilişkileri olmuş. Ama daha sonra Sait Faik'in dostluğu renk değiştirmeye başlamış. Leyla Erbil o sırada genç bir kız. Evlilik gibi ciddi bir şey düşünmüyor. Sait Faik'in de evlilikten anladığı güneye yerleşip bir kahve açmak, sonra beraber o günün hikayelerini yazmakmış. Sait Faik kısa bir süre sonra ölmüş. Biri Sait Faik'in ölümünden Leyla Erbil'i sorumlu tutan bir yazı yazmış ki Leyla Erbil buna çok üzülmüş.

(Şimdi Sevişme Vakti- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 1.basım - sf.41)

*

Halikarnas Balıkçısı diye bilinen Cevat Şakir, Sait Faik Abasıyanık için "Beni taklit ediyor" demiş. Sait Faik bunun böyle olmadığına dair bir yazı kaleme almış. "İkimiz de denize, balığa, balıkçıya hayranız. Bunları taklit edelim." diye cevap vermiş.

(Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat - Bilgi Yayınevi - 10.basım)

*

Sait Faik, İlhan Berk'in şairliği için: "İlhan Berk'te müthiş bir arama cehdi var. Fakat şekil o kadar bozuk ki." demiş.

(Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat - Bilgi Yayınevi - 10.basım)

*

Orhan Veli ile Sait Faik arkadaşlar. Sait Faik, Orhan Veli'nin ölümünün ardından yazdığı bir yazıda çok da yakın arkadaş olmadıklarını, Orhan Veli'nin çok daha yakın olduğu arkadaşları olduğunu yazmış. Aralarındaki bir diyaloğu paylaşmış:

- Dilimin en büyük şairi sensin, diyorum.

- Hadi ordan it, diyor.

(Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat - Bilgi Yayınevi - 10.basım)

*

Memdut Şevket Esendal'ın ölümünün ardından da bir yazı yazıyor. Ayaşlı ve Kiracıları'nı okumuş, çok beğenmiş. Esendal ile tanışmamışlar ama onun çok mütevazi bir insan olduğunu düşünürmüş. 

"Hikayelerini okudukça sever, hem sinirlenirdim. Sonunda elime 'Ayaşlı ve Kiracıları' geçti. O zaman anladım ki bu çekinme hali edebiyata saygısındandır. 'Ayaşlı ve Kiracıları'na ismini bile koymamıştı. İsim yerine yalnızca M.Ş. Halbuki siyaset adamı idi. Bir edebi şöhret az mı işine yarardı? Kalemini bu yolda da kullanmadı." 

(Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat - Bilgi Yayınevi - 10.basım)

*

Sait Faik, ilk hikaye kitabını çıkardıktan sonra, kitabının ilgi görmemesi yüzünden yaşama küsmüş. Psikolojik sorunları nedeniyle psikiyatri kliniğinden rapor almış ve askere gitmemiş. 

(Sait Faik Abasıyanık/Devrim Altay - Alter Yayıncılık-2010)

*

Özdemir Asaf, Sait Faik'in hayranıymış ve yazdıklarını önce ona gösterirmiş. 

(Sait Faik Abasıyanık/Devrim Altay - Alter Yayıncılık-2010)

*

Sabahattin Ali, yeni yazdığı romanı için isim düşünürken Yaşar Nabi Nayır ile görüşüyormuş. "Lüzumsuz Adam" ismini koymayı düşünüyormuş romanına. 

Sait Faik Abasıyanık da yazdığı öykülerin toplu şekilde birarada olacağı kitap için isim önerisi sormuşYaşar Nabi'ye. Yaşar Nabi de "Sabahattin Ali ile geçen gün konuştum. Lüzumsuz Adam tabirini sık sık kullandı. Ben de ona tam bir kitap adı dedim. İstersen kitabına bu adı koy" diyor.

Sait faik de bu adı koyuyor.

Sabahattin Ali ise romanına Kürk Mantolu Madonna ismini koyuyor.

(Sait Faik Abasıyanık/Devrim Altay - Alter Yayıncılık-2010)

*
Şu linkleri de şuraya koyayım. Detaylı inceleyemedim, bilahare bakarım:

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/adan-zye-sait-faikce

https://ipeklimendil.wordpress.com/2015/11/20/sait-faik-ile-roportaj/

http://t24.com.tr/k24/yazi/tuncaybirkan1,537

**

Bir de size beni çok heyecanlandıran bir şey söyleyeyim mi? Şimdi aşağıda yazacağım isimler aynı dönemde yaşamışlar. Baştan sona aynı dönem değil de hepsinin aynı zaman zarfı içinde olduğu en az birkaç yıl var.

Sabahattin Ali

Aziz Nesin

Rıfat Ilgaz

Nazım Hikmet

Nihal Atsız

Sait Faik Abasıyanık

Orhan Veli

Orhan Kemal

İlhan Berk

Memduh Şevket Esendal

Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı)

Özdemir Asaf

Vâlâ Nurettin

Halide Edip Adıvar

Tarık Buğra


1930'lu yıllarda bu isimler hayattaydı. Türk edebiyatının altın çağı olmuş resmen.

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ




ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ

Sait Faik Abasıyanık

1953

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - 1. Basım - Haziran 2014

42 sayfa

Şiirleri de öyküleri gibi naif Sait Faik'in. İstanbul'a, insanlara, sevgililerine... yazdığı şiirler.

İçindekiler:

Şimdi Sevişme Vakti

Yeis

Sicilya Ormanları

Ceylâni Bahri

Arkadaş

O ve Ben

Napoli

Mektup I

Mektup II

Bir Zamanlar

Şarap İçerek

Deli Çay

Bir Masa

Köprü

Marikula Doğur

Karlı Hava

Söyliyemiyorum

Yarı Belimiz


Kitaba adını veren şiiri Ezgi'nin Günlüğü şarkı yaptı, çok da güzel yaptı.




Kitabın sonunda Leyla Erbil'in bir notu var. Çok ilginç.

Sait Faik ile 1953-1954 yıllarında baba-kız gibi bir ilişkileri olmuş. Ama daha sonra Sait Faik'in dostluğu renk değiştirmeye başlamış. Leyla Erbil o sırada genç bir kız. Evlilik gibi ciddi bir şey düşünmüyor. Sait Faik'in de evlilikten anladığı güneye yerleşip bir kahve açmak, sonra beraber o günün hikayelerini yazmakmış. Sait Faik kısa bir süre sonra ölmüş. Biri Sait Faik'in ölümünden Leyla Erbil'i sorumlu tutan bir yazı yazmış ki Leyla Erbil buna çok üzülmüş.

Vay anam vay, neler dönmüş yaaaa


tabi ya

16 Ocak 2016 Cumartesi

MÜTHİŞ BİR TREN



MÜTHİŞ BİR TREN

çeviriler - uyarlamalar

Sait Faik Abasıyanık

Bilgi Yayınevi - 4. Basım - Mayıs 1989

192 sayfa



Sait Faik, eğitim için Fransa'ya gittiğinde orada da edebiyattan uzak durmuyor. Orada okuduğu hikayeleri Türkçe'ye çeviriyor. Kimisini de uyarlıyor.

Kitabın başında kitabı baskıya hazırlayan Muzaffer Uyguner'in tanıtım yazısı var. O yazıda bir cümlesi var ki... Böyle açıklama mı olur, Allah seni kahretmesin:

"Yurt dışında kaldığı süre içinde, Fransız kızlarıyla düşüp kalkması nedeniyle, bu dili epeyce öğrenmişti."


Oha oha oha.

Öyle denir mi?

Kitabın birinci baskısı 1981. Benim elimdeki 1989'da basılan 4. baskı. Acaba o yıllarda "düşüp kalkmak" ifadesinin şimdi olduğu gibi ayıp bir anlamı yok muydu?

Eskiden mesela "sevişmek" kelimesi cümle içinde rahatlıkla kullanılabilirmiş. Birbirini sevmek anlamında "Sevişiyoruz" denirmiş. Ben onu seviyorum, o beni seviyor, karşılıklı seviyoruz. Anneye babaya sevdiğin adamdan/kadından bahsederken "Sevişiyoruz" demek ayıp kaçmazmış. Şimdi öyle olmuyor, diyemiyorsun. (Belki de bütün kötülükler bundan doğdu. Sevişmek kelimesini ayıp kelime haline getirip, cümle içinde kullanmayı terk ettiğimizde kapıyı açtık bütün kötülüklere.)

Ha işte, acaba "düşüp kalkmak" ifadesi o yıllarda müstehcen bir anlam içermiyor muydu? Öyle olmasını umuyorum açıkçası, aksi takdirde çok hayvanca olur.



İçindekiler:

Çeviriler

Son Turfandalar

Uykuda Cinayet

Flüt Çalan Adam

Kuyruklu Piyano Adası

Pomega

Meslek Kazası

*

Uyarlama Öyküler

Ecel Atı

Saadet

Bir Eşek Hikayesi

Diş Ağrısı

Çiviler

Ana

Gümüş Saat

Venüs'ün Sevgilisi

Müthiş Bir Tren


ÇEVİRİLER

*

SON TURFANDALAR

Andre Gide

1936

Yaşadığı zamandan farklı düşünen biri. Zaten içinde bulunduğu zamanla da insanlarla da fazla teması yok.



UYKUDA CİNAYET

Claude Houghton

1948

Rüyasında metresini öldürdüğünü görüyor adam. Sabah da metresinin gerçekten öldürüldüğü haberini alıyor.

Kendinden şüpheye düşüyor. Kimseye anlatmıyor ama rüyasını.

Kadını, birlikte olduğu zamanlar pek umursamazmış. Ama öldükten sonra onu ne kadar sevdiğini anlıyor.

Sonunda katil bulunuyor.



FLÜT ÇALAN ADAM

Liam O'Flaherty

1948

Aşkından flüdüne sarılan bir adam. Ama nasıl sarılmak, yemeden içmeden kesilircesine flüt çalmak


KUYRUKLU PİYANO ADASI

Samivel

1948

Bir gemi kazası sonucu ıssız bir adaya düşüyor iki adam.

Biri piyanist. Narin ellerini hiçbir işe sürmüyor. Diğer adam da onun bu ekmek elden su gölden tavrına bozulup ondan uzaklaşıyor.

Bu arada gemideki piyano karaya vuruyor. Piyanosuna kavuşan piyanist gece gündüz durmadan piyano çalıyor. Diğer adam bu sesten bıkıyor. Kavga ediyorlar. Piyanist piyano çalmayı bırakıyor, hafiften de aklını kaçırıyor. Taşla kumla oynayıp aç acına dolaşıyor.

Diğer adam da piyanonun tellerinden ızgara yapmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyor. Bir gün piyanodan birkaç tel koparıyor. Bunu anlayan piyanist, adamı öldüresiye dövüyor.

Dayaktan bayılan adam kendine geldiğinde piyanistin ölmüş olduğunu görüyor.

Sonra bir yerli kafilesi gelip adamı kurtarıyor.


POMEGA

Manhood

1948

Adam, Pomega adındaki kıza aşık. Kızın babası zalim.

Genç adam, Bir gün Pomega'nın evinin bahçesine girip tatlı tatlı ıslık çalıyor. Pomega onu duyup yanına geliyor. Karanlıktan görmüyor onu (görse tanır, çünkü tanışıklar) ama görmeden kanı kaynıyor, bir elektriklenme oluyor yani.

Sonraki bir gün adam, cesaretini toplayıp Pomega'ya evlenme teklifi ediyor. Pomega reddediyor, çünkü geçen akşam bahçede gördüğü adama aşık olduğunu söylüyor. 

Adam da, onun kendisi olduğunu söylüyor. Pomega inanmıyor. Adam o akşam bahçede söylediği şarkıyı söylüyor da kız inanıyor. Ve mutlu son.


MESLEK KAZASI

Bir İtalyan Hikayesi

1953

Doktora ilginç bir vaka geliyor.

Adam, değirmenine koyduğu kahveden bazen beyaz toz çıktığını, bazen çiçek, bazen zencefil, bazen iğne, düğme... bu gibi şeyler çıktığını, bu yüzden değirmenini akıl hastanesine kapatmalarını söylüyor.

Doktor da tabi bunu söyleyen adamı tımarhaneye yolluyor.

Sonra doktor değirmene kendisi bakıyor. Gerçekten de kahve koyduğu değirmenden adamın söylediği gibi abuk subuk şeyler çıkıyor. Bunun üzerine doktor, adamı salmalarını ve bu kahve değirmenini tımarhaneye tıkmalarını söylüyor. Gel gelelim doktoru yakapaça tımarhaneye götürüyorlar.


UYARLAMA ÖYKÜLER

*

ECEL ATI

1948

Hasta çocuk. Ninesi sıkı sıkı tembihliyor evden çıkmamasını. Ama çocuk dışarıda gördüğü oyuncakçıdaki atı çok istiyor. Evden kaçıp o ata biniyor. O atın üzerinde de ölüveriyor. Ayırmak mümkün olmuyor. Atla beraber gömüyorlar çocuğu.


SAADET

1948

Vaktiyle padişahın güzel bir kızı varmış. Kız rüyasında beyaz atlı prensini görmüş. Bu yakışıklı genç adam, sultandan kendisini kurtarmasını istiyormuş.

Sultan, padişah babasına gördüğü rüyayı anlatmış. Her yerde sultanın tarif ettiği o genç, yakışıklı adamı aramışlar. Bulamamışlar. Sultan aşk acısından ölmüş. Cenazesine tam da sultanın bahsettiği o adam gelmiş. Padişah sormuş, şimdiye kadar neredeydin, diye. Meğer zindandaymış. Sultan kız "biraz düşünebilseydi rüyasında kendisini bir tehlikeden kurtarılmasını niyaz eden adamın nerede olduğunu pekala tahmin edebilirdi."

Yani "Saadet hapishaneleri gezmekte imiş."

"Saadet mahpusları düşünmekteymiş."


BİR EŞEK HİKAYESİ

1948

Postacı, eşeği ile beraber postaları dağıtırmış.

Bir gün bir kadın bu postacı ve eşeği ile takılmaya başlamış. Kadın eşeği çok severmiş, eşek de onu.

Eşeğinin kadını bu kadar sevmesine bozulan postacı, sinirden eşeğin kulaklarını kesmiş. Hayvancık da herhalde bundan üzülüp zehirli baldıran otu yiyip intihar etmiş.

Kadın daha sona postacıya para yollamış, kendisine yeni bir eşek alsın diye.


DİŞ AĞRISI

1948

Tam da gerdek gecesi diş ağrısı tutan bir damat. 

Gelin elinden geleni yapıyor ama dindiremiyorlar damadın diş ağrısını.

Sabah beraberce dişçiye gidiyorlar. 

"Dişçinin bekleme salonunda birbirlerine kırk yıllık karı koca gibi bakıyorlardı. Dün evlenmiş bir çift gibi değil, dörtte üçü bu şekilde geçecek bir hayatın yarısını yaşamış gibiydiler."


ÇİVİLER

1948

Aynı evde kalan ev arkadaşları, borç harç yüzünden eve haciz gelince dağılıyorlar. Mal paylaşımı yaparken bir tanesi çivileri alıp bir de "daha sağlam çiviyi aldım, kusura bakma" diye mektup yolluyor.


ANA

1948

Oğlu idam edilecek bir annecik.

Son kez görmeye gidiyor onu. Oğlu hırsızlık yapmış olabilir, ne yapsın.


GÜMÜŞ SAAT

1948

Babasından yadigar bir tek gümüş saati kalmış çocuk.

Mahallenin diğer çocuklarına saatini kaptırmamak için onu saklıyor. Sonra da denize atıyor.


VENÜS'ÜN SEVGİLİSİ

1948

Tanrılara hizmet eden Volkan ile dalga geçiyorlar. Tanrıların Volkan ile dalga geçmesine Venüs bozuluyor. Volkan'ın o tanrılardan daha işe yarar olduğunu söylüyor. Sonra Volkan'ı ödüllendirmek için onunla yatıyor.


MÜTHİŞ BİR TREN

Adam trende karısı ve çocuğunu görüyor. 

Sonra trende çok evvel ölmüş olan tanıdıklarını görüyor. 

Karısı ve çocuğuna ulaşmak için bir memurdan yardım almak üzere trenden iniyor ama sonra tren gidiyor.

BALIKÇININ ÖLÜMÜ - YAŞASIN EDEBİYAT





BALIKÇININ ÖLÜMÜ

&

YAŞASIN EDEBİYAT

Sait Faik Abasıyanık

Bilgi Yayınevi - 10. Basım - Aralık 1999

223 sayfa


Sait Faik Abasıyanık kitaplarını ben Yapı Kredi Yayınlarından almıştım 2012'de. Okumak şimdiye kısmet oldu.

Diğer kitapları için internetten baktığımda Yapı Kredi Yayınlarının tükendiğini gördüm. İş Bankası Yayınları basıyormuş şimdi. Ama onda da Yapı Kredi Yayınları'nın daha önce bastıklarından farklı bir kitap yok.

Bilgi Yayınevi'nin kitapları var ama o da internette yok, ara ki bulasın.

Ben de aramadım zaten, bir arkadaşımın aradığı kitap için gittiğimiz sahafta tesadüfen denk geldim.

Çok güzel denk geldim, çok da güzel iyi denk geldim.

Bu kitapta Sait Faik'in ilk hikayeleri de var. İLK. Vuhuuvv. Ölümünden sonra yayınlananlar da.


İçindekiler

BALIKÇININ ÖLÜMÜ
ÖYKÜLER

Salıncakçı

Bir Küçük Satıcı

Vilayetin Hikayesi

Karabaş'ın Hakkını Yediler

Tahtacılar

Paşa Hazretleri

Bir Balık Avı Hikayesi

Baharı Aramak

Yağmurlu Hava

Millet Bahçesi

Teşekkür

Yalnızlık

Sevgiliye Mektup

Şopar Hüseyin

Balıkçının Ölümü


*

YAŞASIN EDEBİYAT
YAZILAR

Uçurtmalar

Yağma

Sıcak ve Dondurma

Kartal

Bağda

Bir Genç Erkek

Bir Muhabir Mektubu

Solugan Beygir ve İhtiyar Av Köpeği

Madam ve Mösyü

Gece ve At

Osman Cemal'in "Çingâneler"i

Yeni Neslin İddiası ve Davası

Nurullah Ataç'a Mektup

Yedi Yaşındaki Şairler

Bir Mecmua Hakkında

Sevgiliye Mektup

Yaşasın Edebiyat

Yazıcılığın Yirminci Senesinde

Değil mi Ama...

Onunla

Bir Fotoğraf Sergisinde

Hikayecinin Kaderi

İki Münekkit Tipi

Yarı "Yeditepe", Yarı Balıkçı, Yarı Okuyucu İle Konuşma

Orhan İçin

Eleştirmeci Falan Filan

Ölüm Hiç de Fena Değil

Ölen İyi Hikayeciye

Mikropsuz Hastalıklardan

El İle Gelen

Sait'in Burgazada'daki Dostları

Bir Balık Adam



BALIKÇININ ÖLÜMÜ
ÖYKÜLER

*

SALINCAKÇI
1930

Bayramda salıncak kurup çocukları eğlendirerek para kazanmak istiyor ama belediye reisi izin vermiyor. Olsun, kim takar izni?

"O gün kasabanın sokaklarını serseri serseri dolaştım. Sanki başka vakit başka türlü dolaşıyormuşum gibi." sf.21


BİR KÜÇÜK SATICI
1930

Cin gibi zeki bir çocuk satıcı. Ne denk gelirse satıyor. Belediye memuru ile başı dertte ama adamın huyunu çözmüş. Adamın neye ihtiyacı varsa onu satıyor. Böylece adamdan dayak yemekten kurtuluyor. Ama adam son zamanlarda kılıç balığına ilgi duymaya başlamış. Çocukcağız da kılıçbalığını nereden bulup da satacağım diye kara kara düşünüyor. 


VİLAYETİN HİKAYESİ
1930

Vilayetin tüm çalışanlarının, valisidir, belediye memurudur... herkesin işlerinin nasıl yapıldığını gösteren bir film oynatılıyor bir baloda.


KARABAŞ'IN HAKKINI YEDİLER
1934

Çingene deve güreşi izlemeye gidiyor. Yanına onu tanıyan sokak köpeği Karabaş'ı da alarak.

Ama Karabaş bir sebepten çingeneye darılıp gidiyor. Çingene de onun için aldığı etleri yalağa atıyor. Etleri başka köpekler yiyor. 


TAHTACILAR
1935

Tahtacılar, köye geldiklerinde hikaye anlatırlarmış. Bu hikayelerden birine göre bir kadına aşık olan tahtacı, kadınla beraber İstanbul'a gitmiş, Daha da kendisinden haber alınamamış.


PAŞA HAZRETLERİ
1938

Balık tutmak isteyen ama çekinen bir paşa. Laf ederler diye endişeleniyor. Koskoca paşa hazretleri balık mı tutarmış?


BİR BALIK AVI HİKAYESİ
1940

Sandalla balık tutmaya çıkıyor. Sekiz tane balık tutuyor. Bunları sandalcıya satacak. Fiyatta anlaşıyorlar. Tam kıyıya geldiklerinde sandalcı bıçağını gösterip kovuyor adamı. Para vermeden gasp ediyor balıkları. 

Bu hikayede bir "medarı maişet" ismi geçiyor. Sandaldan kovulan yazar, yanından geçtiği gemide bu ismi okuyor. Medarı Maişet romanına isim babası ya da anası neyse işte, olan gerçek bir gemi mi yani?


BAHARI ARAMAK
1940

"Yaz denizde yıkanan insanlar mıdır? Kış damlardan sarkan buz mudur? Bahar da bir avuç papatya, bir-iki kırmızı gelincik, birkaç Çingene kızının şalvarı mıdır?" sf.53

"Yalnız adamın baharı yoktur.(...) Yalnız adam çimenlere yattığı ve ağzına bir yonca aldığı zaman ne kadar kederli, ne kadar bedbin olursa olsun aynı şehir içindeki sevgilisinin de aynı rüzgarı ve aynı ılık güneşi gördüğünü hissedip, teselli bulur ya! İşte bahar. Bu, baharı bulamamak değil, sevgiliyi bulamamaktır." sf.55


YAĞMURLU HAVA
1940

Yağmurlu havada herkes güzel görünürmüş gözüne.
Bir kızın peşine takılıyor. Laf atıyor ona edebi edebi. Kız oralı olmuyor ama yazar yine de mesut oluyor.


MİLLET BAHÇESİ
1940

Şimdiki Taksim-Gezi Parkı'ndan bahsediyor Millet Parkı diye. 

Orada boşa yanan ışıklardan dem vuruyor. Ve kısa tramvay yolculukları sırasında edinilen dostluklardan.

"Bu nevi küçük, alaminüt ve süreksiz dostlukların insan ruhuna yaptığı tesir harikuladedir. Eve daha şen, daha az yorulmuş gidilebilir. Merdivenler ıslıkla çıkılır. Kırk senelik karı kucaklanabilir." sf. 65


TEŞEKKÜR
1941

Babası hasta. Ona ilaç almak için eczaneye gidiyor. Dönüşte durak haricinde tramvaya biniyor. Polis ceza kesecekken ona babasının durumunu anlatıyor, polis de ceza yazmıyor. İşte o polise teşekkür hikayesi.


YALNIZLIK
(Kendi Kendime)
1941

Deniz kenarında oturmuş, karşısından sandal geçerken sevgilisini düşünüyor. Sevgilisi olmadan hiçbir şeyin manasının olmadığını.


SEVGİLİYE MEKTUP
1942

Düşünürken iyiydi de yazarken o kadar iyi olmadı, diyor sevgilisine. Düşüncelerimizi yazarken, düşündüğümüz gibi güzel yazamamamızı sorguluyor.

"Düşünürken iyi düşünüyorum. Ne yazarken ne de konuşurken bu meziyetimi muhafaza edemiyorum. (...) Sonra galiba yazarken, fizik bir yorgunluk da duyuyoruz. Yazmak yalnız düşünmekle mümkün değil. Bir marangoz gibi bir tahtayı yontuyor, kesiyor, bir şekil vermeye çalışıyoruz. Halbuki düşünürken şekil vermeye hacet yok. O şekil, inconcient mevcut. Halbuki yazarken tam aksine. Şekil yok. Onu bulmaya bir cehd var. Var ama bu sefer düşünceden fedakarlık etmek lazım." sf.83

İnsanları genel olarak sevdiğini söylüyor. Ama bu biraz teorik bir sevgi. Yoksa onun da sevmediği insanlar var:

"Öyle insanlar var ki kafasından tutup koparmak aklımdan geçmese bile, başka bir insanın aklından geçebilirse ve bunu yaparsa, ben nihayet bir yazıcıdan başka bir şey olmadığım için mazur görürüm." sf.81

Mektubun sonunu da çok güzel bağlıyor:

"Mektupta adet yerini bulsun diye bir yerini öpmek lazımsa, hiçbir yerini tercih edemiyorum; her tarafından öperim." sf.84


ŞOPAR HÜSEYİN
1946

Bunu daha önce de okumuştum. Tazminat için kolunu kopartan bir çingene.


BALIKÇININ ÖLÜMÜ
1954

"Kimseye kalmadı bu dünya ki balıkçıya kalsın" diyorlar balıkçının balık ağları içinde son nefesini vermesinin ardından.

"Hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın varolabileceğini düşünüyoruz." sf.94


***


YAŞASIN EDEBİYAT
YAZILAR


*

UÇURTMALAR
1929

"Ben bir kuş olsaydım! Ufacık bir kuş, uçurtmaları acaba nerden seyrederdim? Çınarın üstünden mi? Yoksa yukarlardan, atmacalardan korkmayarak daha yukarlardan, uçurtmaların üstünden mi?" sf.99


YAĞMA
1930

"Minarelerin ve selvilerin arasında ipi kesilmiş, düşen bir uçurtmanın titreyişi, benim titreyişim gibidir." sf.101


SICAK VE DONDURMA
1930

Koşarken gördüğü dondurmacının, ünlü sosyetik mekanlardaki dondurmalardan daha lezzetli dondurmaları olduğunu anlatıyor. 


KARTAL
1930

Bildiğimiz İstanbul'un Kartal ilçesi. O zamanlarda da bir boka benzemiyormuş.


BAĞDA
1930

Taze taze şarap içiyor. Mis gibi ohh.


BİR GENÇ ERKEK
1930

Kızlara tepeden bakan, laubali, pirinç tarlaları olan zengin bir genç erkek.


BİR MUHABİR MEKTUBU
1930

Başkalarının roman çıkartabileceği bir konuyu haber eden muhabir. 


SOLUGAN BEYGİR VE İHTİYAR AV KÖPEĞİ
1930

Bir beygir ve köpekle konuşuyor.

"İnsan tipleri bana usanç verdi artık. Hepimizde aynı zevksiz, tatsız arzular, hırslar... İncir çekirdeğini doldurmayan fikirler, hisler..." sf.115


MADAM VE MÖSYÜ
1930

Bir madam ve mösyönün bir günü


GECE VE AT
1939

"Gece ile beraber nal sesleri geliyor.

İnsana kaçmak ve uzaklaşmak arzularını doğduran nal sesleri." sf.121

"Ne kadar kaçmak ve uzaklaşmak arzusu ile dolu isem, o kadar da bağlanmak, kalmak, bağdaş kurup oturmak istiyorum." sf.122


OSMAN CEMAL'İN "ÇİNGÂNELER"İ
1939

Osman Cemal'in eseri Çinganeler'i değerlendiriyor. "Muhakkak bir şaheserdi." diyor bu kitap için.


YENİ NESLİN İDDİASI VE DAVASI
1940

Bir yandan yeni nesli bir yandan eski nesli değerlendiriyor. "Hem şark ve garp, hem de anavatanla ilk defa temasa biz geçtik." diyor. Avrupalılaşma çabası ile kendi toplumuna yabancılaşmanın başladığını, geçmişimizi de bilmemiz gerektiğini söylüyor. 

Yazının sonunda "Abidin Dino, Sait Faik." adı var. Beraber kaleme almışlar zahir.


NURULLAH ATAÇ'A MEKTUP
1940

Nurullah Ataç, Sait Faikgilleri beğenmiyormuş. Onların karşısına başka bir ekiple çıkacakmış. Sait Faik de bunun üzerine yazmış bu mektubu. Ayrıştırıcı değil, birleştirici olması dileğinde bulunmuş.


YEDİ YAŞINDAKİ ŞAİRLER

Gazete satıcı bir çocuk, şair Arthur Rimbaud'u hatırlatıyor. Onun şiirlerinden bahsediyor. "Tercüme etmiyorum. Ulu orta, anladığım gibi yazıyorum... Şiir tercüme edilir mi?" sf.140


BİR MECMUA HAKKINDA

Serveti Fünun dergisini eleştiriyor. Hiç beğenmemiş. İlhan Berk de oraya şiir yazmış, Sait Faik, onu değerlendiriyor. "İlhan Berk'te müthiş bir arama cehdi var. Fakat şekil o kadar bozuk ki." sf.145

Başka bir şiir hakkında;

"Eğer şuna da şiir diyen bir kişi dünya yüzünde varsa ben yokum:

Sular musikin, kayalar
Orgun bu sahillerde.

Bu dört beyti nasıl okudum, neden okudum? Hala pişmanım. Artık günlerce hiçbir şey okuyamayacağım." sf.149


SEVGİLİYE MEKTUP
1942

"Senin oturduğun kara parçasındayım." diye başlıyor mektubuna. 

"Bu küçücük memleketin her çayırında, hemen her evinin önünden geçen beni muhakkak gördün." diye sonlandırıyor.


YAŞASIN EDEBİYAT
1949

Tanıdığı ciddi bir şahsiyetten bir mektup almış. Mektupta gelecek için neler hazırladığı sorulmuş. Gülüyor Sait Faik bu soruya. Bol keseden cevaplayıvermek geçiyor içinden ama yapmıyor. Hikayelerini kitaplarda toplamak hoşuna gidiyor ama kolay olmuyor bu. Yayınevleri uzun süre cevap vermiyor, bazen basmıyor, bazen istediği kadar para alamıyor. Basıldığı zaman da sevdiği hikayelerin çıkarıldığını, sevmediklerinin basıldığını, o zaman da kitabı benimsediğini söylüyor.


YAZICILIĞIN YİRMİNCİ SENESİNDE
1950

Yirmi yıldır hikaye yazıyor. Mesleğini "yazıcı" olarak tanımlıyor ama bir resmi evrak işi için mesleği sorulduğunda, yazıcılık mesleği kabul görmüyor. Meslek hanesine "yok" yazıyorlar. Üzülüyor. 

Bu yazısı Yeditepe dergisinde yayınlanıyor. Üstelik yazının sonunda:

"Bereket 'Yeditepe' para vermiyor yazıcılarına şimdilik. Şu yazıma en azından beş papel isterdim." yazmış. Ahaha. Dergiyi yayınlayanlar okumamış ya da okuduklarını anlamamış olmalılar.


DEĞİL Mİ AMA...
1950

Eleştirmenleri eleştiriyor. Bir hikayeyi övmek için ötekilerini yermelerini yanlış buluyor. 


ONUNLA
1951

Orhan Veli'nin ölümünün ardından ona dair yazıları var Sait Faik'in. Bu da onlardan.

- Dilimin en büyük şairi sensin, diyorum.

- Hadi ordan it, diyor.


BİR FOTOĞRAF SERGİSİNDE
1952

Bir fotoğraf sergisinde görüp çok beğendiği fotoğrafların, bir nevi şiir gibi olduğunu söylüyor.


HİKAYECİNİN KADERİ
1952

Bir yanlış anlaşılmayı düzeltmeye çalışıyor. Artık gazetelerin edebiyata, hikaye tefrikalarını yayınlamaya pek önem vermediklerini kastetmişken bu sözleri sanki büyük sanatçılar gazetelere yazı yazmazlar gibi algılanmış. Bunu düzeltmeye çalışıyor.


İKİ MÜNEKKİT TİPİ
1952

Münekkit tiplerinden bahsetmiş. Bir alay edenler, bir de bir hikayeden yola çıkıp onu överek diğerlerini yerenler. 
Böyle olmamalı, diyor


YARI "YEDİTEPE",YARI BALIKÇI, YARI OKUYUCU İLE KONUŞMA
1953

Cevat Şakir, yani Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik için "Beni taklit ediyor" demiş.

Sait Faik de buna cevaben bu yazıyı kaleme almış. "İkimiz de denize, balığa, balıkçıya hayranız. BUnları taklit edelim." demiş. Seni severim ama ne taklit edeceğim beaa, demiş özetle benim anladığım.


ORHAN İÇİN
1953

Orhan Veli ile aslında çok da iyi arkadaş sayılmazlarmış. Orhan Veli'nin daha yakın olduğu arkadaşları varmış. Yine de severlermiş birbirlerini, bazen atışsalar da. 


ELEŞTİRMECİ FALAN FİLAN
1954

Eleştirmecilerin yapıcı olması isteğini dile getiriyor. Ayrıca da bir eleştirmenin büyük bir sanatçıyı bulduğunun görülmediğini söylüyor. Sanatçıyı gene sanatçı anlayıp buluyor.

"Sanatçıyı sanatçı keşfeder. Eleştirmecinin bunda hiçbir rolü olmaz." sf.191


ÖLÜM HİÇ DE FENA DEĞİL
1954

Orhan Veli için yazılmış bir yazı daha.
Şiirin ve şairin öneminden bahsediyor.




Orhan Veli'nin şiirlerinin Türkçe'nin fazlalıklarından arınmış, duru bir dili olduğunu söylüyor. Orhan Veli'nin şiirlerinden alıntılar yapıyor. 

"Bilmem ki nasıl anlatsam,
Nasıl, nasıl size derdimi,
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına,
Gönül yarası desem,
Değil,
Ekmek parası desem,
Değil,
Bir dert ki,
Dayanılır şey değil."

Şununla sonlandırıyor:

"Öteki dünyada akşam vakitleri,
Fabrikamızın paydos saatinde,
Bizi evlerimize götürecek olan yol,
Böyle yokuş değilse eğer,
Ölüm hiç de fena bir şey değil."



ÖLEN İYİ HİKAYECİYE
1955

Memdut Şevket Esendal'ın ölümünün ardından da bir yazı yazıyor. Ayaşlı ve Kiracıları'nı okumuş, çok beğenmiş. Esendal ile tanışmamışlar ama onun çok mütevazi bir insan olduğunu düşünürmüş. 

"Hikayelerini okudukça sever, hem sinirlenirdim. Sonunda elime 'Ayaşlı ve Kiracıları' geçti. O zaman anladım ki bu çekinme hali edebiyata saygısındandır. 'Ayaşlı ve Kiracıları'na ismini bile koymamıştı. İsim yerine yalnızca M.Ş. Halbuki siyaset adamı idi. Bir edebi şöhret az mı işine yarardı? Kalemini bu yolda da kullanmadı."  sf.199


MİKROPSUZ HASTALIKLARDAN
1948

Milletvekili hastalığı bahsettiği. 

Milletvekili olunca baş gösteren bu hastalığa tutulan Rahmet Hoca, seçilemeyince aklını kaçırmış.


EL İLE GELEN
1954

Bedri Rahmi Eyüboğlu yazmış bunu. Sait Faik'i anlatmış. Beraber balık tutuşlarını, Sivriada'ya gidişlerini...


SAİT'İN BURGAZADA'DAKİ DOSTLARI
1996

Perihan Ergun'un "Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında" kitabından alıntı bu kısım. ÖLMÜŞ OLAN BALIKÇI DOSTLARI ve BURGAZADA'DAKİ YAŞAYAN DOSTLARI Sait Faik'i anlatmış. Onun balıkçılığa merak salan varlıklı bir adam olduğunu sanıyorlarmış. Cenazesinde ünlü insanları görüp onun da aslında ünlü biri olduğunu öğrendiklerinde şaşırmışlar. 


BİR BALIK ADAM
1996

Zeyyat Selimoğlu yazmış. "Sanırım karşıdan geldiğinde ilk göze çarpan yanı, biraz patlakça mavi gözleriydi. Öykülerinde zaman zaman andığı balıklardan birinin gözleriyle geçip giderdi yanınızdan. Bir balık adam, ama yalnız gözleriyle." sf.223