27 Mart 2016 Pazar

KENDİNE AİT BİR ODA




KENDİNE AİT BİR ODA

( A Room of One's Own)

Virginia Woolf

1929

Çeviren: İlknur Özdemir

Kırmızı Kedi Yayınevi

9. Basım - Şubat 2016

123 sayfa


"Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa parası ve kendine ait bir odası olmalıdır." diyor Virginia Woolf ve kitap boyu da bu mevzuyu deşiyor.

Romanlarda, şiirlerde, tiyatro oyunlarında bir karakter olarak kadınlara rastlanıyor ama gerçekte bu kadınlar nerede? 

Kütüphanede yaptığı araştırmalarda bu kadınların günlük yaşamlarında neler yaptıklarına dair bir kaynak bulamıyor. 

Kadınlar, "Hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamıyla önemsiz." 

"Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise adı geçmiyor." 

Kadınlar okula gönderilmiyor, zorla evlendiriliyor ve onlardan ev işlerini yapmaları bekleniyor. Ayrıca dönemin sözü geçen insanları kadınları aşağılayıcı ifadeler kullanıyor. Bu da kadın olarak kendinize güvenseniz bile sürekli aşağılayan ve olumsuzlayan ithamlara maruz kalınca zamanla ister istemez güveninizin sarsılmasına yol açıyor ya da çok yıpratıcı bir mücadele sürecine girmenizi gerektiriyor.

Shakespeare'in kız kardeşi örneğini kullanıyor yazar. Mesela Shakespeare'in bir kız kardeşi olsa, Shakespeare'e tanınan imkanlar, bu kıza tanınır mı? Hayır. O halde bu kızdan nasıl bir eser yazması beklenebilir? Okuma yazma öğrenmesi bile engellenebilir. Zaten o yüzden; 

"16.yüzyılda büyük bir yetenekle doğan her kadın mutlaka delirirdi, kendini vururdu, ya da köyün dışındaki ıssız bir kulübede geçirirdi hayatının son günlerini, yarı cadı yarı büyücü sanılır, korkulur ve alay edilirdi." 

19.yüzyılda görece bir iyileşme olsa da o dönemde de "bir kadının edebiyat konusunda alabileceği bütün eğitim, kişilik gözlemi, duygu çözümlemesinden ibaretti." Okul, eğitim vb olmadığı ya da olsa bile yaygın olmadığı için ancak kendi kendisine bir takım bilgiler edinebilirdi.

Tut ki bir kadın roman yazmaya kalktı. Bunu nerede ve hangi koşullarda yapacaktı?

"Bir kadın yazacaksa, herkesin kullandığı oturma odasında yazmak zorundaydı."

"Kadınların kendilerine ayıracak yarım saatleri yoktu, yazarken araya hep bir şey giriyordu." 

O yüzden kendine ait bir oda şart. 

Para da entelektüel özgürlük için lazım. Çünkü;

"Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Kadınlarsa hep yoksul olmuşlardır, sadece iki yüzyıldır değil, dünya kurulalı beri. Kadınlar Atinalı kölelerin çocukları kadar bile entelektüel özgürlüğe sahip olmadılar. O zaman kadınların şiir yazmak için en ufak bir şansları yoktu. İşte bu yüzden paranın ve kendine ait bi odanın önemini vurguladım." 


JACOB'IN ODASI



JACOB'IN ODASI

(Jacob's Room )

Virginia Woolf

1922

Çeviren: Nazan Arıbaş Erbil

İthaki Yayınları

2. Baskı - Mart 2016

212 sayfa


Hiçbir şey anlamadım ben bu kitaptan. O kadar hiçbir şey anlamadım ki bir insan ancak bu kadar hiçbir şey anlamayabilir.

Halbuki gayet güzel başlamıştı. Jacob, Cambridge Üniversite'sini kazanıyor, orada arkadaşı var Timmy, Timmy'nin ailesini ziyarete gidiyorlar. Timmy'nin kız kardeşi Clara, Jacob'tan hoşlanıyor. 

Ondan sonrası yok bende. Hiç yok hem de. 

Deneysel bir çalışmaymış ve bu anlamda edebiyatın ilk örneklerindenmiş. (Ben de diyorum niye anlamadım, deneysel olduğu üçün. Düz roman olsa niye anlamayayım?)

*

İthaki Yayınları çok çirkin bir şey yapmış. 

Kitabın başına yazar hakkında kısa bir tanıtım yazısı yazmışlar. Bu tek başına çirkin bir şey değil tabi, aksine güzel ve faydalı bir şey. Fakat seçtikleri ifadeler şöyle olduğu için son derece çirkin:

"Virginia Woolf: Küçük yaşta yazarlığa, 59 yaşında mezarlığa adım attı. Dalgalarla sörf yapıp, nehir bile denemeyecek bir kaşık suda boğuldu.Bilinç akışı mı nehrin akışı mı? Belki de Yakup'a özenip sadece kurbağalara bakmaya gitmişti oraya. Yakup mu dedim? Hayır, Jacob. Bazen karıştırıyorum. Paranoyaklığı zaten Shakespeare'in olmayan kız kardeşi üzerine saatlerce konuşmasından belliydi. Geri gelir mi? Gelirse gelsin, kim korkar bakire kurttan? Bkz. Nicole Kidman."

Komikli şakalı olmaya çalışılmış, ama bu nedir? Virginia Woolf, bakire kurt he mi? Yazarlığa, sonra mezarlığa adım atmak falan, üfff. Çok düzeysiz ama.






25 Mart 2016 Cuma

YAHYA KEMAL



YAHYA KEMAL

Ahmet Hamdi Tanpınar

1962

Dergah Yayınları

8. Baskı - Mart 2014

222 sayfa


Yaa şu sıfata bakın yaa, çok tontişto değil mi? Kimseye zarar vermez sıfatı var adamda. 

Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın üniversiteden hocası. Tanpınar onu çok sevmiş. O kadar sevmiş ki hakkında kitap yazmış, daha ne olsun.
(Oğuz Atay da hocası Mustafa İnan için yazmıştı. 
Bazı öğrenciler çok şanslı.) 


Tanpınar'ın ölümünden sonra onun müsveddeleri arasından çıkarılıp oluşturulmuş bu kitap. Yani yazarın Aydaki Kadın kitabı gibi tamamlanmamış bir çalışma. Belki adam yayınlanmasını istemeyecekti, ne belli? Ama "Yahya Kemal Sevenler Cemiyeti" (evet, böyle bir cemiyet varmış) affetmemiş.

Kitapta Tanpınar, Yahya Kemal şiirlerini didik didik irdelemiş, aynı zamanda o dönemin diğer şairlerini ve şiirlerini, genel olarak şiirimizi, dilimizi, üslubumuzu, millilik şuurumuzu...vb değerlendirmiş.


BEŞ ŞEHİR



BEŞ ŞEHİR

Ahmet Hamdi Tanpınar

1946

Dergah Yayınları

34. Baskı - Haziran 2015

224 sayfa


Bahsi geçen beş şehir:

Ankara

Erzurum

Konya

Bursa

İstanbul


Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatçı kimliğini konuşturup şiirsel bir bakış açısıyla anlatmış bu şehirleri. 

Konya için mesela "esrarlı bir güzelliği vardır." "Konya sizi bir serap vehmiyle karşılar." vb diyor. 

Gidip görmesem yiyeceğim.

Şehirlerin tarihçesini ve tarihi eserlerini, mimarisini, doğal güzelliklerini anlatmış ama bence bir şehri güzel veya çirkin yapan İNSANdır. İnsanı güzelse o şehir güzeldir. İnsanı kötüyse o şehir çirkindir. Benim denklemim bu.

KENDİ EVEREST'İNİZE TIRMANIN




KENDİ EVEREST'İNİZE TIRMANIN

Nasuh Mahruki

2010

Alfa Yayınları

11. Basım - Eylül 2012

401 sayfa


Nasuh Mahruki, Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde okurken dağcılığa merak salmış. Dağları alt edilmesi gereken rakipler olarak değil, izin verirlerse tırmanacağı, izin vermezlerse sağ salim dönmesine müsaade ettikleri için teşekkür edeceği varlıklar olarak görüyormuş.

Dağlara tırmanma yolculuklarından edindiği kişisel gelişime dair bilgilerini, deneyimlerini, tavsiyelerini anlatmış bu kitapta.

Nasuh Mahruki, Everest'e çıkan ilk Türk. Sene 1995. İlklerin önemini anlatıyor bu vesileyle. Şartlar gelişir, Everest'e tırmanmak nispeten daha kolay hale gelebilir. Ancak bir şeyi ilk kez başarmak yapılıp yapılamayacağının belirsizliği nedeniyle zor bir psikolojik sınav olur. 

"Herkes Everest'e tırmanamayabilir ama herkesin tırmanabileceği bir Everest'i vardır." diyerek hayatta ne istediğini bilmek, buna dair bir hedef koymak ve o hedef doğrultusunda bir plan çizip emin adımlarla ilerlemek konusunda geniş tavsiye ve telkinlerde bulunmuş.

İlk tavsiyesi, hayat çok anlamsız, her şey boş, diyenler için "Hayatın içinde kendi yerinizi arayın."

"Yaşamlarına bir anlam yükleyemeyen ve bir varoluş sebebi bulamayan insanlar, bütün bu olan bitenin anlamsız, değersiz olduğu duygusuna kapılabilir ve bir varoluş boşluğuna düşebilirler." sf.19

Şu soruları sorarak işe başlayabilirmişiz:

Ben kimim?

Burada ne yapıyorum?

Burada ne yapmalıyım?

"Gelecekte kendinizi nerede görmek istiyorsanız, ilk önce ve en önce bunu gerçekten ve içten, tüm ruhunuzla, her şeyinizle, her hücrenizle istemelisiniz." sf.31

Bunu tüm kişisel gelişim kitapları söylüyor. İstemek, ama öyle böyle istemek değil, çok istemek. 

Çünkü isteyince evren de zaten bizimle... hede hödö.

"Nerede bir istek varsa orada bir yol vardır." Lobsang Rampa (Soyadının Rampa olması :) )

İsteklerinde de mütevazi olmama tavsiyesi veriyor.

"İnsan hedeflerinin ve ideallerinin büyüklüğü ölçüsünde büyük olur."

"Eğer yapabileceğinizden daha azını yapmayı planlıyorsanız, hayatınızın sonuna kadar mutsuz olacağınız konusunda sizi uyarmak isterim." (Abraham Maslow)

Mutsuzluğu bir hayat biçimi olarak seçmemek lazım. Yoksa beyincağızımız alışıyormuş bu duruma.

*

Nasuh Mahruki aynı zamanda AKUT'un kurucusu. 1999 depremi ve ardından yurt dışındaki olaylarda da yardıma koşmuşlardı. Ben hatırlamıyorum ama sonra çeşitli suçlamalar olmuş AKUT ve Mahruki hakkında. Dönemin sağlık bakanı, şov yapıyorlar gerekçesiyle soruşturma açacağını söylemiş. İstanbul valisi de banka hesaplarına el koymuş. Geniş bir karalama kampanyası başlamış. Sonra aklanmışlar bunlardan. O süreci de anlatmış.


İsmet Berkan mı bunu yazan? Şimdinin Kabataş'ta bacıya işeme temalı, olmayan görüntüleri izlediğini söyleyen gazetecisi.

*

Bu tarz kitaplar okuyunca aklıma Atatürk geliyor. Bu topraklardan ATATÜRK gibi bir örnek çıktı. Şimdikinden daha kolay koşullarda da yaşamıyordu üstelik. İstek, inanç, azim, kararlılık... Kanlı canlı örnek. Şartlar ne kadar zor olursa olsun başarının mümkün olabileceğini gösteren önder bir insan. Umutsuzluğa kapıldığımızda hemen aklımıza gelmesi gereken kişi. Gerçekten her yere heykeli dikilmeli, resimleri asılmalı, sözleri yol gösterici olmalı.

Nasuh Mahruki de kitabında sık sık ondan örnek vermiş, onun sözlerinden alıntılar, onun karakterine vurgular yapmış:

"Milli eğitimin gayesi, yalnız hükümette memur yetiştirmek değil, daha çok memlekette ahlaklı, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi gençler yetiştirmektir."
Atatürk

"Zafer, zafer benimdir diyebilenin; başarı, başarılı olacağım diye başlayanın ve başardım diyebilenlerindir." 
Atatürk

"Yaşamda tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için çalışmakta bulunabilir."
Atatürk

Lider gibi lider.

*

21 Mart 2016 Pazartesi

ÇEKİM YASASI




ÇEKİM YASASI

Nil Gün

2006

Kuraldışı Yayıncılık

25. Baskı - Şubat 2013

164 sayfa


Çekim yasası, dikkatini neye yönlendiriyorsan, onu kendine çektiğini ifade ediyormuş.

"Birileri ile ilgili kötü şeyler düşündüğümüzde o düşünceler bizim zihnimizden kaynaklandığı için yine bizim hayatımızda yansımalarını görürüz.

Kime ne yaparsak kendimize yapıyoruz aslında.

Bir başkası için kötü, kendimiz için iyi dileklerde bulunmak evrensel yasanın işleyişi açısından imkansızdır." sf.22

"Evrensel yasa şikayetleri de emir gibi algılar ve bize şikayet ettiğimiz şeyi fazlasıyla verir. Birilerinin sizi kızdırdığından şikayet edip bir şey yapmıyorsanız, o kızgınlık duyduğunuz davranışı hayatınıza daha fazla çekersiniz." sf.23

"Dünyada 'Savaşa Hayır!', 'Uyuşturucuya Hayır!', 'Açlığa Hayır!' kampanyaları düzenleniyor. Ama bunların hepsi artıyor. Çekim yasası neye odaklanırsak onu hayatımıza çekeceğimizi söylüyor. İstemediğimiz şeylere, ona direnmek ya da yenmek adına odaklandığımızda istediğimiz şeylerin bize doğru akmasını engelliyoruz."

Üff, nüansa bak.

Yani eğer savaş karşıtıysan barış için çalışmak, açlık karşıtıysan insanların yiyecek bulması için çalışmak, kötü politikacıların karşıtıysan rakibi için çalışmak gerekiyor.

Aleyhine propoganda yapılan politikacılar, bu yüzden mi kazanıyor? El birliğiyle evrene bu mesajı mı gönderiyoruz?

"Bir düşünceyi tekrar tekrar düşünürseniz zihninizde iz bırakır ve o düşünceye bağlanırsınız. Çok okuyan bir insan olduğuma inanmak beni daha fazla okumaya teşvik eder. Utangacım demek insanlarla iletişimimi keser ve özgüvenimi azaltır." sf.25

Hmmm,

O zaman mesela "Bolluk içinde yaşıyorum." diyerek bolluğu kendimize çekebilir miyiz? Ay mümkün mü böyle bir şey, olsun çünkü.

"Parasızlıktan ya da paranın yetmediğinden yakındığımız sürece, parasal durumumuzu iyileştiremeyiz. Parasızlığa odaklandığımızda hayatımızda bu durumu tekrar tekrar yaratırız. Param yok, param yok, dedikçe hayatımızda parayı yok ederiz." sf.40

O kadar istedik, olmadıysa,

ya 

evrenin takvimi her zaman bizimkiyle uyum içinde olmayabilirmiş. (ayy götüm)

ya da

isteğimizin gerçekleşeceğinin eminlik duygusunu içimizde taşımadığımız içinmiş.

"İstediğiniz şeye odaklandığınızda istediğiniz şeyi hayatınıza çekiyorsunuz. İstemediğiniz şeye odaklandığınızda istemediğiniz şeyi hayatınıza çekiyorsunuz." sf.45


sf.46

Şöyle bir sıralama varmış:

Önce istediğin şeyi OLMUŞ GİBİ HAYAL ET

Sonra o şey için uygun adımları atarak GEREKENLERİ YAP

Sonra da SAHİP OL.

Örneğin, sana değer veren biriyle beraber olmak istiyorsan önce kendin değerli olduğunu hisset. Sonra sana değer vermeyen kişiyi hayatından çıkar. Böylece hayatına sana değer veren insanları çekecekmişsin.

*

Mış gibi yapma olayı var. Neşeliymiş gibi davranmak mesela.

Bu bir kandırmaca ama yazar buna diyor ki:"Burada mış gibi yaparak başkalarını kandırmaya çalışmıyoruz. Kendimizi yeni bir bakış açısına inandırma çalışması bu."

*

"Tüm iyi erkeklerin/kadınların kapılması" sendromuna dair de şunları söylüyor yazar:

"Eğer tüm iyi partnerlerin 'sahipli' olduğunu, geriye işe yaramazların kaldığını düşünüyorsanız, ilişki kurmak isteyeceğinizi düşündüğünüz bir insanla tanıştığınızda onun 'sahipli' olduğunu görürsünüz." sf.71

Aboov deme öyle gı.

*

Bu tarz kitapları gaza gelmek için okuyorum. Bu gaz beni bir süre mutlu ediyor.

Mesela şu cümle de önemli bir itici güç benim için:

"Hiçbir hayalimiz yoktur ki içinde onu gerçekleştirecek gücü barındırmasın. Olmasaydı zaten o şeyin hayalini kurmazdık. Kuramazdık." sf.96

Allah'ım sana geliyorum.





KUANTUM VE KUR'AN



KUANTUM VE KURAN

R.Şanal

Ladybirds Production

6. Baskı - Ekim 2010

240 sayfa


Kişisel gelişim anlatılarının Kur'anla harmanlanmış halini sunuyor kitap. Gerçek İslam buysa, hiç de fena sayılmaz.

Okuduğum diğer bu tarz kitaplarda olduğu gibi, bu kitabın yazarı da sadece yazar değil, aynı zamanda psikolog gibi bir şey. "Gibi bir şey"in açılımını bilemiyorum. Danışanları var yani. Hasta da diyebiliriz ama demeyelim, hoş değil. Danışanlarının anektodlarından yola çıkıyor. 

Hayatınızda yolunda gitmeyen bir şeyler varsa, kökeninde muhakkak birinin söylediği ve sizi etkileyen bir laf varmış, hikayeler hep ona çıkıyor.

Mesela, arkadaşlarının güvenilmez olduğunu düşünen ve arkadaşlarından hep kötülük gördüğünü anlatan bir danışana, küçükken annesinin sık sık "İnsanın başına ne gelirse arkadaştan gelir." dediği ortaya çıkıyor.

Ya da hekim olmak isteyen ama çalışmasına rağmen sınavlarında başarılı olamayan bir danışanın, aslında hekim olmak istemediği, babası istediği için bu yola girdiği ortaya çıkıyor. 

Tüm bunları "atalara tapmak" diye adlandırıyor yazar.

Annemizi, babamızı, ailemizi, arkadaşlarımızı, patronumuzu ya da başka insanları etkilemek , onlardan onay almak için yaptığımız ama aslında içimizden gelmeyen şeyler var. Neden yapıyoruz o halde bunları? Bu insanlar tarafından saygı görelim, sevilelim, dışlanmayalım diye. Halbuki bu saikler, hayatımızı mahvediyor. Hayatımızı başkalarından almayı umduğumuz onaya göre değil, kendi isteklerimize göre yönlendirmeliyiz.

Buradan da Kuran'ın şu ayetlerini gösteriyor:

Kafirun suresi:

1- De ki "Ey kafirler!

2- Kulluk etmem sizin kulluk ettiğinize.

3- Siz de ibadet etmezsiniz benim ibadet ettiğime

4- Kul değilim sizin taptığınıza

5- Ve ibadet edenlerden değilsiniz benim ibadet ettiğime

6- Sizin ibadetiniz size benimki de bana!"

Elalem ne der, kaygısını "atalara tapma" diye tanımlayan yazar, Tanrıdan başkasına kulluk edenin mutlu ve huzurlu olamayacağını örneklerle anlatmaya çalışıyor.

Hayatınızı yönlendirenin kendi inancınız mı başkalarının inancı mı olduğunu anlamanız için şöyle bir uygulama tavsiye ediyor:

"Hatırladığınız ilk olaydan başlamak üzere beş olayı yazın bir kenara. Kısaca olayın kendisini, sonra o sırada ne hissettiğinizi ve ne düşündüğünüzü de not edin. Sonra bütün bu beş olaydaki ortak duygu ve düşünceyi yazın. İşte bu ikisi sizin temel inancını demektir. Bilin ki temel inancınız neyse hayatınızda hep bu temel inanca uygun olayları bir tekrar olarak yaşayacaksınız.

Temel inancınızı keşfettiğiniz zaman önce bu inancı sorgulayın. Neden doğru olduğunu, kime göre ve ne zaman doğru olduğunu yazın. Sonra bu inancı başka nasıl değiştirebileceğinizi düşünün. 

Eğer her olayda tekrar eden ortak düşünceyi çıkaramıyorsanız o zaman yaşadığınız tekrar eden olaylara bakın. 

Bilin ki ne yaşıyorsanız gerçekte ona inandığınız içindir."

Onun bunun söylediği laflar ne çok etkiliyor hayatımızı. Onun bunun dediğim de anamız babamız. Çocukken şekillenmek üzere olan karakterimizi başka kim bu denli etkileyebilir?

Çocukken annesi "Oyuncakları sakın kırma, dökme, dağıtma" dedi diye merak duygusunu yitiren, bu kitapta değil ama başka bir yerden aklımda kalmış, annesi şişman çocukları seviyor diye sevilmek için şişman olması gerektiğini düşünen ve bu yüzden bir türlü kilo veremeyen... insanlar. Üf neler neler. Analar babalar, apır sapır konuşmayın çocuklarınızla lütfen.



Yunus Suresi 99: "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi top yekün iman ederlerdi. O halde insanları mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?"


Şöyle enteresan bir şey söylüyor yazar.

Bakara sureti 30.ayetteki:

"Hatırlayın ki, Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım' dediği zaman, melekler 'A!.. Biz seni övüp, tespit ve takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?' dediler. Allah 'Şüphesiz ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.' buyurdu."

açıklamasından bizlerin halife olduğumuzu, yani halifeysek halefi olduğumuz kişinin tüm gücünü kullanmaya yetkili olduğumuzu anlatıyor. Yani Allah bizi kendi kudretini kullanma yetkisine sahip bir varlık olarak yaratmış. "Hatırlayın" demesi  yaratılış esnasında bizim de orada olduğumuz anlamına geliyormuş. Bu durumda aciz, zavallı, güçsüz bir halife olamaz, olursa, halife olduğunu unuttuğu için öyledir, diyor. 

Bu çok gaza getirici bir açıklama.

Birazcık şirk havası da var sanki, Ama benim şahsi kanaatim şirkin bir günah sayılmaması yönünde. Koskoca Allah, kendisine şirk koştuğunu iddia eden bir kulunu ciddiye alıp günah yazmaya kalkmamalı, büyüklüğünün şanına yakışır şekilde gülüp geçmeli. 

Allah ile ilgili konular açılınca akla gelen önemli bir soru: Allah kötülüklere neden izin veriyor?

Yazar bu soruya, her şeye insanın sebep olduğu cevabını veriyor. 

"Çünkü insan tamamen özgürdür. Özgürlük insanın tüm alanlarını kapsar. Yapacağı her eylem için özgür olmalıdır. Sadece iyilik yapacağı zaman Tanrı ona izin verecek, kötülük yapacağında bileğinden tutacaksa bunun bir anlamı yoktur." sf.153

Kuran'dan şu ayetlerle destekliyor bu savı:

Zuhruf suresi 30: Başına ne musibet geldiyse, kendi ellerinizin yaptıkları sebebiyledir; oysa bir çoğunu da affediyor. 

Zümer suresi 70: Herkes ne iş yaptıysa, karşılığı kendisine ödenmiştir ve O onların ne yaptığını en iyi bilendir.

Böyle olunca kadercilik diye bir şeyin yanlış olduğu sonucuna varıyor yazar.

O zaman tecavüzler, cinayetler?.. Küçücük çocukların başına gelenler özellikle?... Bunları nereye oturtacağız? O çocukların suçu değil. Bu tartışmasız. Ana babalarının yaptıklarının ceremesiyse, burada adalet anlayışı epey sorgulanır.




18 Mart 2016 Cuma

YAŞADIĞIM GİBİ



YAŞADIĞIM GİBİ

Ahmet Hamdi Tanpınar

1970

Dergah Yayınları - 7. Baskı - Ağustos 2015

544 sayfa

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın gazetelerde ve dergilerde yazdığı yazıların derlendiği bir kitap.

Yazılarında doğu (şark) ve batı (garp) arasındaki farklılıklar, bizim doğu-batı arasındaki yerimiz, ne şarklı ne garplı olabilmemiz, 

"Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi..." sf.70

halkevleri, göçmenler,

"Çoğumuzda göçmen meseleleri karşısında rahatı kaçırılmış bir insan hali var. Sanki asrımızın insanına rahat hakikaten nasipmiş gibi düşünüyoruz." sf.62

 sanat, edebiyat, şiir, müzik, resim ve genel olarak kültür ve sanat konusundaki zayıflıklarımız, 

"Seçmeden beğeniyor, düşünmeden seçiyor, yahut hayran oluyoruz. Sanat eserini elimize alıp evirip çevirmesini bilmiyoruz." sf.72

"Biz, bugün san'atta -halvete girer gibi- çırçıplak giriyoruz. Sade kültürsüz değil, kültüre dargınız. İnsan san'ata ne ile gelirse onu bulur." sf.338


sf.435


2. Dünya Savaşı ve barış, hocası Yahya Kemal, Mussolini, Atatürk...vb pek çok konu hakkındaki görüşleri yer alıyor.

Örneğin Atatürk hakkında; ""Yaradılışın sırları da bir nevi talih olduğuna göre mesut bir yıldız altında doğmuş olanlardandı. İradesi, zekası, emsalsiz realite duygusu, bir insanda birleşmiş olduğu pek nadir görülen meziyetlerdendi." diyor. sf.96

Nedense Ahmet Hamdi Tanpınar'ı dinciler daha çok benimsermiş gibi bir algım vardı. Kitaplarını Dergah Yayınları bastığı için midir nedir? Yalnız Dergah Yayınlarını da aslında bilmiyorum, tamamen isminin yarattığı algıdan ötürü. (Üst düzey bir önyargılıyım.) 
Tanpınar, fevkalade bir Atatürk hayranı. Bu kitapta Atatürk hakkında; "Öz babası Türk tarihi, anası da Türk milletidir." "Atatürk, bütün ömrünce, iradesini etrafına kabul ettirecektir." "Ne mutlu o milletlere ki Atatürk gibi evlatlar yetiştirir." "vb diyor.Eğer önyargılarımda haklıysam, yani dinciler Tanpınar'ı seviyorsa, Tanpınar da Atatürk'ü sevdiğine göre dinciler de Atatürk'ü seviyor demektir. Kız Aristo çıktı beyler.



Tanpınar'ın buradaki yazıları,  romanlarındaki akil adamların, özellikle Huzur'daki İhsan'ın konuşması gibi. 

Romanlardaki karakterlere anlattırdığı konuların düşünsel temelleri bu yazılarda sanki. 

Bir de bazı olayların hiç değişmemesi göze çarpıyor.

1950 yılında yazdığı şu satırların 2016 yılında da güncel olması kahredici:

"Birdenbire bu elli senenin tarihini, bizim gibi onu gün gün yaşamadan ve onun tarafından değiştirilmeden, sadece uzak şahadetlerle yazacak bir tarihçiyi düşündüm. Acaba devrimizi ifade için bizim kullandığımız kelimeler arasından hangisini seçer, diye kendi kendime sordum ve derhal cevap verdi: Bu şüphesiz buhran kelimesi olacaktır." sf.91 

"Zihniyet buhranı, iktisat buhranı, kültür buhranı, değerler buhranı, aile buhranı...gibi" sf.92


Tanpınar'ın babası kadıymış, onun görev yeri değişiklikleri sayesinde pek çok şehir görmüş. Ama tabi İstanbul ayrı. 

İstanbul lüfer açısından zenginmiş o dönemler, bir de lodosu meşhurmuş.

"Lodos, İstanbul'un hem afeti, hem de lezzetidir. Her mevsimde emsalsiz bir kuyumcu, yahut çok kıskanç veya belalı bir aşık gibi ortaya çıkar." sf.185

İstanbul aşığı kendisi, fakat şehrin bakımsızlığı, gereken değerin verilmemesi üzüyor onu.

İstanbul'a dair 1940'lı yıllarda yazdığı değerlendirme ve gözlemler bugün için de geçerli. Anlaşılan İstanbul hiçbir zaman layık olduğu görünümde olmamış. Hep hor kullanılmış. 

Sultanahmet'teki adliyenin yapılışı zamanına tanıklık etmiş Tanpınar. Orada o dönem İbrahim Paşa Sarayının bir kısmı varmış, yıkılıp yerine adliye binası yapmışlar.

"Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla kutsilik kazanmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır." sf.223

"Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. İstanbul'u durup dururken canlı bir tarihinden mahrum etmeye kalkıyoruz." sf.224

"Her mimari eseri milli hayatın bir koruyucusudur. Bu koruyucu tanrıları kaybede ede cemiyet bir gün devam fikrini kaybeder." sf.225

Saray yıkılıp adliye yapılacak diye tepkiler olmuş, Tanpınar da bu tepkiyi gösterenlerden.

"Hükümetimizin İbrahim Paşa Sarayı'nın yaşama hakkını koruyacağını büyük bir imanla ümid ediyoruz."

Korumadılar. Elbette korumadılar. Hükümetlerimiz, bir bina inşa etmeyi kafaya koyunca tarihi esermiş, doğal güzellikmiş, ağaçmış, yeşilmiş... dinlemiyor, tanımıyor, takmıyor. Ne biçim hükümetlerimiz.

(Stajyerliğim Sultanahmet Adliyesi'nde geçmişti. Nefret ediyordum oradan. Yansın, yok olsun istiyordum orası.)

İstanbul'un ağzına nasıl sıçıldığını görerek kahroluyor Tanpınar. Sene 1940'lar. Gecekondulaşma bir yandan, tarihi eserlere değer vermezlik beri yandan.

"Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fıkaralığın nizamı kuruldu." sf.232

"Abidelerimiz bir başka gurbette, biz başka gurbetteyiz. Şehrin yarısı boş. Öbür yarısı gecekonduların, küçük imalathanelerin emrinde. Biraz imkanı olanlar da, hergün ya budayacak bir koru buluyorlar, yahut da istedikleri kırda çadır kurar gibi mahalle ve semt kuruyorlar." sf.233

Başıboş da değil bu şehir halbuki. Belediye başkanı var. Ayrıca söz konusu İstanbul olunca yalnızca belediye başkanı değil, başbakanı, cumhurbaşkanı, maaile söz sahibi oluyorlar. Bir halk olamıyor:

"Biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz. Devletin veya belediyenin bir misafiri gibi. Ve başından beri bu böyle. Eğer aksi olsaydı, iki milyon nüfusu olan ve Türkiye'nin servetinin, iş gücünün aşağı yukarı sekizde biri toplanmış olan bir şehir, bir opera binasının yapılması için on beş sene sükunetle, rahatla bekler miydi? Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehrin hayatına iştirak etmiyoruz." sf.236 

Yapıcı olarak şehrin hayatına sıçıyoruz.

Tanpınar'ın 1962'de yazdığı bu satırlarda değişen tel şey nüfusun artık 2 milyon değil, 20 milyon olması. Onun dışında zihniyet(sizliğ)imiz, kültür(süzlüğ)ümüz hâlâ aynı.

Niye böyle? Ne bekliyoruz bu saçmalıkları yıkmak için?


sf.250



Bursa da yazarın sevdiği bir şehir. Ve orası da göz göre göre mahvoluyor.

"Yakında Bursa ovasını ormanlarımız gibi hazin bir masal olarak hatırlayacağız." sf.234

Bursa ovası mı?

Bursa'nın göbeğinde siğil gibi duran çirkinlik abidesi Toki konutlarını görseydi Tanpınar...




Babası öldükten sonra orospu olmuş bir kızın, babasının ölümüne üzülmüş olsa da "İyi ki babam orospu olduğumu görmedi" diye içi ferahlar ya. Tanpınar'ın sevdiği bu şehirlerin şimdiki halini görmemiş olması bu sevinci uyandırıyor bende.

Bunların ardından Paris seyahati, uçaktaki ve şehirdeki izlenimleri ve son olarak kendisi ile edebiyat ve özellikle şiir konusunda yapılmış konuşmalar yer alıyor. 

Edebiyatçı olmaya nasıl karar verdiği sorusuna "Günün birinde kendimi edebiyatta başka bir işe yaramaz buldum." diye cevap veriyor. sf.340

Yazmaya başladı mı ara vermeden yazıyormuş.

"Çalışmaya başlayınca araya herhangi bir şey girmezse, sonuna kadar aynı hızla devam ederim. Fakat aralık verince tekrar başlamaklığım için aylar ister.(...) Yaptığım planı da kolay kolay takip edemem. (...) En büyük güçlük, eseri gündelik hayatımın tesirlerinden muhafazadır. (...) Beyaza geçirirken bazan bir sayfa, beş on sayfa olur." sf.349

"Çok tashih yaparım. Kökünden değiştiririm. Daha ister misiniz? Alıştığım kalem, alıştığım kağıt, masamın oturduğum köşesi, yalnızlık, hülâsa bir yığın itiyadlarım ve tiryakiliklerim vardır. Kendime karşı daha hür olarak çalışmayı isterdim." sf.365

"Benim herhangi bir kitabı ikinci defa bastırmam, onu yeniden yazmak gibi bir şey. Çalışma tarzı öğünülecek gibi bir şey değil. Her sayfayı bazan beş defa yazıyorum. Yazdığım tıpkı heykel gibi içinden büyüyor. Yalnız okuyucu olmayı ne kadar isterdim! Edebiyatın zevkini onlar çıkarıyorlar." sf.373


Yaşadığım Gibicim, çok güzel çıkmışsın cınım.


"İnsan kalbi, başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nisbetinde açıktır." sf.75

"İnsanoğlu, daima bir meseleler çıkınıdır. Yaşamak her an kendimize sorduğumuz bir yığın suale cevap vermekten başka ne olabilir? Biz sormasak bile onlar kendiliklerinden bize gelirler." sf.231

"Seyahat denen yalnızlık mektebi." sf.309


HİKAYELER





HİKAYELER

Ahmet Hamdi Tanpınar

Dergah Yayınları - 11. Baskı - Aralık 2014

352 sayfa



Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarını hikayelerine tercih ederim. (Aslında genel olarak romanları hikayelere tercih ederim.)

Tanpınar'ın hikayelerini okumak ve anlamaya çalışmak benim için biraz can sıkıcı oldu. 

*

Tanpınar'ın babası kadıymış. Onun işi dolayısıyla pek çok şehir görmüş. Hikayelerindeki bazı karakterleri, gittiği yerlerde gördüğü gerçek insanlardan esinlenerek oluşturmuş. 

Ursula L. Guin, "Her roman bir karakterin ufukta görünmesiyle yazılır." diyor. Hikaye de öyle muhakkak.



ABDULLAH EFENDİ'NİN RÜYALARI

1943

Abdullah Efendi bir lokantada, arkadaşlarıyla oturuyor. Yan masadaki çifte takılıyor gözleri. Kadının adamı nasıl da pür dikkat dinlediği dikkatini çekiyor. Sanki bütün vücudu adamı dinliyor. Bacakları konuşuyor mu kadının ne?

Arkadaşlarıyla beraber lokantadan çıktıktan sonra geneleve gidiyorlar.

Abdullah Efendi, genelevin odasında beklerken tavandan kendisine bir ihtiyarın seslendiğini görüyor. Abdullah kaçıyor o odadan. Arkadaşları, kadını beğenmediğini düşünüp başka bir geneleve götürüyorlar onu. 

Burada da zevk arkadaşı olan kadın "sağ göğsüm yok, düşmüş, kaybettim." diye yaygara koparıyor. Ardından odadaki fotoğraf canlanıyor. Fotoğraftaki adam ve kadın fotoğraftan fırlayıp odada dans etmeye başlıyor. 

Abdullah Efendi buradan da kaçıyor.

Az önce yemek yediği lokantaya gidiyor ama lokanta yanıyor. Bedeninin de(eski vücudunun da) orada yandığını görüyor.

"O benim birinci varlığımdı., asıl hayatımı ve ruhumu başka bir yere nakletmiştim, tıpkı bir evden öbürüne eşyayı nakleder gibi." sf.34

Kendi cenaze törenine gitmeyi düşünüyor. Orada bir nutuk çekebilir.

Bu düşünceler içindeyken susuyor. Su dolu bir sürahi buluyor. İçmek üzereyken bir çocuk müsaade etmiyor, sürahi ve su onunmuş.

Çocuk sürahiyi camdan aşağı atıyor. Abdullah Efendi, camdan dışarı bakıyor ama sürahiyi ve kırık parçalarını göremiyor. Bir adam görüyor. Kendisini.

"Unutmak, bu ancak aşkla mümkündü: Ömrün büyük ve serin pınarı, her tecrübeden bizi daha genç, daha diri, dünyaya henüz gelmiş gibi dinç ve rahat çıkaran oydu." sf.27



GEÇMİŞ ZAMAN ELBİSELERİ

Adam, kız arkadaşıyla buluşacağı için heyecanlı. Üstelik o gece sevişebilirler. Ama adam bunun yerine, arkadaşının ısrarına dayanamayıp arkadaşlar arasındaki bir eğlenceye gidiyor.

Burada kumar oynuyor. Kazanıyor. Kızla buluşma vakti geldi diye kalkmaya yelteniyor ama kumarda yenilen diğerleri müsaade etmiyor. Bir daha oynamak zorunda kalıyor. Bu defa yeniliyor. Artık kalkmasına müsaade ediyorlar.

Çıkıyor oradan ama kaza yapıyor.

Gözünü açıyor tanımadığı bir evde.

Bir kız geliyor yanına. Çok güzel. Kızı babası eve hapsetmiş de, kimseye göstermezmiş de... diye anlatıyor kız.

Kızın babası geliyor sonra. Kızın söylediklerinin yalan olduğunu söylüyor, aslında o kızı değil, karısıymış, ama böyle yalan söyleme huyu varmış.

Bizimki uyuyor. Uyandığında ev boşalmış, kimse yok. Dışarı çıkıyor. Komşu diyor ki:"İhtiyar adamla üvey kızını mı soruyorsun?Sabahleyin erkenden gittiler."

Hani karısıydı? Kim yalancı, kim doğrucu?

Adam evine dönüyor. Aradan zaman geçiyor. Gezmek için Bursa'ya gidiyor. Bursa'da o gün gördüğü baba ve kızı görüyor bir araba içinde. Arabayı takip ediyor ama gözden kaybediyor. Bir daha da görmüyor onları.


BİR YOL

1937

"Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhitiyle sıkı bir alakası olsa gerek." sf.78

"Her şey azçok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki manası hep aynı kaldı Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi, beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum." sf.79


sf.80



sf. 81
Oğuz Atay'ın da buna benzer bir kelamı var:
“Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım” -Tutunamayanlar


sf. 82
Sait Faik Abasıyanık düşünmüş. Onun, tanımadığı insanlar hakkında bu ve benzeri emarelerden yola çıkarak yazdığı hikayeler var.  



ERZURUMLU TAHSİN

1937

Tahsin Efendi savaşa girmiş, çıkmış, sonra izini kaybettirmiş.

Ailesi, Tahsin bir gün gelir umuduyla mirastaki payını bile ayırmış.

Gelmiş Tahsin ama dünyadan elini eteğini çekmiş, meczup olmuş bir vaziyette.

Tekrar kaçmış.

"Yalnız gece ilerledikçe bende 'bir sabah olsa' temennisi kuvvetleştiğini hatırlıyorum. Sabah olsa... Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten mustarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler." sf.92



EVİN SAHİBİ

Eve musallat olan bir yılan var. Yılan, evdeki genç kıza aşık olmuş. 

Kızı evlendirmeye karar vermiş ailesi. Yılan bu evliliğe çok sinirlenmiş ve kötü şeyler olacağının haberini vermiş.

Bunun üzerine evin hayvanları, atlar vs ölmüş.

Yılanı yakalayıp ateşe atarak öldürmüşler. Kız da bunun üzerine hastalanmış.


YAZ YAĞMURU

1955

Sabri'nin karısı ve çocukları  şehir dışında. Sabri evde yalnız. 

Sabri, yağmurda ıslanmış bir kadını evine davet ediyor. Kadına, karısının kıyafetlerini veriyor.

Kadın da evliymiş. Ama kocası onu bir kere denizde boğarak öldürmeye kalkmış. O yüzden kendisini kocasına karşı sorumlu hissetmiyormuş.

Sonra Sabri'ye bunun şaka olduğunu söylüyor. Kocası kendisini öldürmeye falan kalkmamış. Yalan söylemiş. Kocası aslında İtalya'da başka bir kadınlaymış.

Sabri tedirgin oluyor bu durumdan. Karısını aldatıyor oluyor mu acaba?

"Göz korkunç bir şahit, değil mi? Yahut korkunç ayna... Her şeyi, ifşa ediyorlar. Hele hislerimizi gizlemek isteyince bakışlarımız nasıl değişir? Kaskatı olurlar. Ve biz gizledik sanırız." sf.163

"Her evlenmedeki o korkunç şey, kendi başına olmak isteği vardı." sf.173


TESLİM

Emin, okuldan arkadaşı Süleyman ile karşılaşıyor. Öğrencilik yıllarında Süleyman çalışkanlığıyla göz dolduran bir öğrenciymiş ve Emin ondan çok şey öğrenmiş.

Ancak aradan geçen yıllar, Süleyman'ı çok değiştirmiş.

Süleyman hep babasını arıyormuş. Nihayet bulmuş. Ama babası meczubun biriymiş ve bir sürü de çocuğu varmış. Süleyman babasını ve onca çocuğu yanına almış. Süleyman'ın karısı bu duruma dayanamayıp çocuğunu da alıp gitmiş. Süleyman ise babam da babam, kardeşlerim de kardeşlerim diye tutturmuş. Aklını kaçırmış açıkçası. Yırtık kıyafetlerle, sürekli hasta, sefil dolanır olmuş ama durumundan memnunmuş.


ACIBADEM'DEKİ KÖŞK

1949

Mucit bir dayı var. Eve gusulhane yapmış. Ama burada yıkanmak, eskisinden zor hale gelmiş.

At arabasını satıp bisiklet yapmış. Sonra bisikleti tekrar at arabasına çevirmiş.

Onun için icat bir şeyi başka bir şeyi çevirmekmiş. 


RÜYALAR

1952

Gördüğü rüyalar yüzünden uyumaktan korkan bir adamın hikayesi.

"Sevilen bir memleketi, bir daha görülmeyecek şeyleri terk ediyormuş gibi esefle yatağından kalkıyor ve gününü bir sıla düşünür gibi geceyi ve rüyalarını düşünerek geçiriyordu." sf.242



ADEM'LE HAVVA

1948

Tanrının Adem'e Havva'yı gönderme hikayesi.



BİR TREN YOLCULUĞU

1947

Trendeki artistlerden birinin hikayesi.

Zeynep, küçük yaşta evlenmiş. Artist olmak için kaçmış. Tiyatroda oynarken zengin biriyle tanışmış, evlilik arifesinde kaza yapmışlar.


YAZ GECESİ

1951

Karşıki evden, evdeki hastadan bahsediliyor ama;

"Niçin onlara düpedüz, her şeyi anlatmıyordu. Niçin, ben karşıki evde doğdum. Bu mahallede büyüdüm. Bu evdekileri tanırım. Geceleri hep o adamın sesleriyle korkarak uyandım. Sesini işitince beni yanına çağırıyor sanıyordum. O bağırır bağırmaz annem yanıma gelir, korkmayın diye benimle konuşurdu. Bu küçükkendi. Büyüyünce büsbütün başka oldu. Bu ev başka türlü hayatıma girdi..." sf.285



KİTAPLARIN DIŞINDAKİ HİKAYELER


BİRİNCİ İKRAMİYE

Adam kendisine piyangonun çıkmasını istiyor. Gerçekten de piyango kendisine vuruyor. İkramiyeyi almak için gidiyor. Fakat aslında şanslı numaralar adamdakiler değilmiş. Adam gazeteden öğrenmişti şanslı numaraları. Fakat gazete basılırken matbaa hatası olmuş, rakamlar yanlış çıkmış.


EMİRGAN'DA AKŞAM SAATİ

1944

"Yaz Yağmuru" hikayesiyle bağlantılı bu.

Sabri, bir anne ile kızın evlilik üzerine konuşmalarını duyuyor. Ahmet diye biri varmış, bir kızla evlilik arifesindeymiş ama başka bir kıza aşıkmış. Anne:

"Bir insan iki kişiyi birden nasıl sever? Hiç iki karpuz bir koltuğa sığar mı?" diye soruyor.

Kız: "Sevgi karpuza benzese belki biraz daha kolay olurdu." diyor.

"Mademki muayyen bir zamanda iki şeyi birden düşünebiliyoruz, o halde pekala iki insanı da birden sevebiliriz." diye düşünüyor Sabri. Hem yağmurda ıslanan kadınını, hem de karısını yani.

"Fakat hakikatte iki şeyi birden düşünebiliyor muyuz?"

"Evli kadınım, dedi. Demek ki evli olmak insana birtakım zaruretleri kendiliğinden kabul ettiriyor." sf.299

"Sevilen, ayrılığına en az tahammül edilendir." sf.302

"Bir insan aşk hakkında hiçbir fikri olmadan sevebilir ve bu sevgiyi muzaffer veya mağlup bütün ömrünce peşinden sürükleyebilir. Halbuki dünyada içinden çıkmak için hakikaten cevap vermemiz lazım gelen o kadar mesela var." sf.302

"Gençlik hayattan o kadar müstakil, o kadar tek başına bir şey ki... Fakat bunu anlamak için insanın biraz yaşlanması lazım..." sf.293


sf. 312


FAL

1946

Falcının atmaları, atmalarının tutmaması


SON MECLİS

1953

Her bir hayvanın, imparatorun bir özelliğini temsil ettiği bu piyeste hayvanlar imparatorun huzuruna gelirler. Ve artık bu özelliklerinin güç kaybettiğini söyleyerek imparatorun ölüm vaktinin geldiğini anlatırlar.



Şehirler arası otobüslerde tekli koltuk yerine yanı boş çiftli koltuk tercih ediyorum. Böylece tam bir camış gibi yayılarak oturuyorum. Daha rahat.



Yol halim: "Bu giderken biter. Bunu da dönüşte okusam. Bir de şu dergiyi alayım, arada bakarım.