23 Ekim 2016 Pazar

MILENA'YA MEKTUPLAR

MILENA'YA MEKTUPLAR

(Briefe an Milena)

Franz Kafka

Almanca aslından çeviren: Esen Tezel

Can Yayınları

23. Basım - Mayıs 2016

395 sayfa


Milena (Jasenska) Pollak, Kafka'nın kitaplarının çevirmeni.

1920'de başlayan mektuplaşmaları 1923'e kadar sürmüş.

Mektuplarına önceleri "Sevgili Bayan Milena" diye başlayıp "En içten selamlarımla Kafka", "İçtenlikle Kafka" diye bitirirken sonra sonra sadece Milena ya da hitapsız direkt konuya giriş ve "Senin Kafkan", "Senin Franz" "Senin K" "Senin F" diye bitiriyor.

Kafka, kitaplarının çevirileri ve yeni öyküleri hakkında yazdığı gibi günbegün başından geçenleri, düşündüklerini, geçmişini, Milena'ya olan sevgisini yazıyor.

(Milena'nın mektupları ise yok.)

*

Milena 24 yaşında evli bir kadın.

Kafka 38 yaşında iki kez nişanlanmış, sonra evliliğin eşiğinden dönmüş.

Mektuplaşmaları ile düpedüz Milena'nın kocasını aldatıyorlar. Ama Kafka, Adem ile Havva'nın elma yeme hikayesinden yola çıkıp "Belirleyici olan, elmanın ısırılmasıdır; onunla oynamak belki serbest sayılmaz, ama yasak da değildir." diyor. sf.214

Hadi oradan.

Aldatmışsınız işte ama bence kötü olmamış.

Çünkü Milena'nın kocası da Milena'yı aldatıyormuş.

İnşallah Kafka ile Milena sevişmiştir de. Bir ara Viyana'da dört gün geçirmişler beraber. Belki o sırada bir şeyler olmuştur. "Viyana'da Dört Gün" Çok güzel film ismi olur bundan, yapsalar ya bunun filmini. 

( Gerçi Kafka'nın yazarken aldığı zevki sevişirken aldığını zannetmiyorum.) (Zaten de bundan bana ne.)

Biliyor hiçbir zaman birlikte olamayacaklarını. "Kesin olan az şey var, asla birlikte yaşayamayacak olmamız da bunlardan biri, aynı evde, beden bedene, aynı masada, asla, aynı şehirde bile olamayacağız." sf.269

Bazen mektuplaşmaya son verme kararı alıyorlar ama sonra yine mektuplaşmaya devam ediyorlar. 

Kafka bir yandan delicesine mektup istiyor:

"İnsan şöyle bir arkasına yaslanıp mektupları kana kana içmek istiyor ve içmeye devam etmekten başka bir şey düşünmüyor." sf.37

Bir yandan da daha fazla mektuplaşmamaları gerektiğini söylüyor:

"Hayatımın bütün mutsuzluğu -bunu söylerken niyetim yakınmak değil, genel bilgi mahiyetinde bir saptama yapmak-, mektuplardan ya da mektup yazma imkanından ileri gelmiştir diyebilirim." sf.293

Burada aslında bir çeşit "stalk"tan yakınıyor sanki. Ondan haber almak istemiyor, gelgelelim mektuplarını gözlemeye (mesaj gibi) Milena'nın gazete yazılarını (twitter gibi) okumaya devam ediyor.

"İkimiz de suçluyuz, ikimiz de suçsusuz." diyor. sf.254

Çok hassas, çok narin, çok kırılgan bir adam. Onunla mektuplaşmak çok yorucu olmalı bu yüzden. Yanlış anlayıp çok başka anlamlar çıkarabilir, kırılabilir, incinebilir.

"Dünyayı omuzlarımda taşıyamam, paltomu bile taşıyamıyorum." sf.286

*

Aşağıda Milena'nın yazdığı bir mektup var. Kafka'nın arkadaşı Max'e yazmış. 

Kafka'nın ne na kadar çekilmesi zor bir insan olduğunu gösteriyor:







"Nasıl oluyor da benden hâlâ korkmuyor, tiksinmiyor ya da buna benzer bir duyguya kapılmıyorsun Milena?" sf.274

Gerçekten Milena, nasıl?


BABAYA MEKTUP

BABAYA MEKTUP

(Brief an den Vater)

Franz Kafka

Almanca aslından çeviren: Cemal Ener

Can Yayınları

16. Basım - Temmuz 2016

106 sayfa


Kafka'nın 1919'da babasına yazdığı ama babasına ulaşmayan mektubu.

İyi ki de ulaşmamış. Çünkü zaten anladığım kadarıyla babası Kafka'yı pek yetişkin biri olarak görmüyor, pek ciddiye almıyormuş. Üzerine bu mektup iyice gözünden düşmesine sebep olabilirdi. Ben öyle algıladım.

Kafka'nın babası Hermann Kafka, fakirlikten kendi çabasıyla çıkmış, çalışmış, para kazanmış, işlerini büyütmüş, güçlü bir adam. Fizik olarak da yapılı.

Babasının karşısında Kafka kendisini hep yetersiz ve zayıf hissetmiş. Kafka'nın 55 kilo bir adam olduğunu da düşünürsek fizik olarak da zayıf.

Yani kendisinin deyimiyle gelişimini tamamlamış bir erkek ile yavaş yavaş gelişmekte olan bir erkek karşı karşıya.

İki kez nişanlandığı Felice'den sonra hayatına giren Julie ile evliliğine babası müsaade etmemiş. Fakir bir kız olmasının yanı sıra bir de "kuşkulu bir ünü" varmış galiba.

Buna rağmen Kafka evlenecekmiş ama bir takım aksilikler olmuş, evlilik iptal edilmiş. (Kiralamayı planladıkları daire başkasına kiralandı diye. "Bu dönüm noktasıydı, daha sonra durdurmak mümkün olmadı.")

Bu evliliğin iptal olmasının ardından yazmış mektubu babasına. 

Çocukluğunu, babasının gözüne nasıl gözüktüğünü, neler hissettiğini anlatmış hep.

Sert mizaçlı bir babası varmış. Dayak atmazmış ama atacağı tehdidinde bulunur ve korkuturmuş.

"Zaten dayak yemeyeceğimizden giderek neredeyse emin olmuştuk. Daima kaçışı, çoğunlukla da içsel bir kaçışı düşünen, somurtkan, dikkatsiz, itaatsiz çocuklar olduk. Sen böyle acı çektin, biz böyle çektik." sf.30

Babanın sert tutumu torunu olunca biraz yumuşamış. Kardeşinin çocuğu Felix'ten de bahsediyor Kafka. Felix de büyükbabasından etkileniyor olabilir ama en nihayetinde büyükbaba olduğu için baba-oğul ilişkisi gibi bir etkilenme olamaz.

*

Evliliği de babasından kaçmak için istemiş aslında. 

Evliliğe çok önem vermiş Kafka:

"Evlenmek, bir aile kurmak, gelecek tüm çocukları kabullenmek, onları bu güvensiz dünyada yaşatmak ve hatta biraz da yol göstermek, benim inancıma göre bir insanın başarabileceği en yüce şeydir. Görünüşte bu kadar çok insanın bunu kolayca başarması, bir karşı kanıt değil; çünkü birincisi, gerçekte o kadar da çok insan başaramıyor bunu ve ikincisi, pek de fazla olmayan bu insanların 'yaptıkları' bir şey değil bu, yalnızca içinde yer aldıkları olaylar öyle gelişiyor; gerçi bu en yüce şey değil, yine de çok büyük ve çok saygın bir şey." sf.56

Kendisini ise bunu yapabilecek kudrette görmüyor. Korkuyor. 

"Evlilik en yoğun kurtuluşun ve bağımsızlığın güvencesi kesinlikle. Bir ailem olurdu; görüşüme göre insanın ulaşabileceği en yüce nokta, dolayısıyla senin de ulaştığın en yüce nokta; sana denk olurdum, eski ve daima taze tüm utanç ve zorbalıklar artık, yalnızca tarih olurdu. Masal kadar güzel olurdu tabii, ancak sorunlu nokta tam da burada. Bu kadarı çok fazla, bu kadar çok şeye ulaşılamaz." sf.63

Yani kendisini böyle güzelliklere layık bile görmüyor.

Kitabın sonunda bazı açıklayıcı notlar var. Orada annesinin bir mektubu var, diyor ki: "Onun yerinde başka bir insan olsaydı, ölümlülerin en mutlusu olurdu, çünkü hiçbir arzusu ebeveyni tarafından geri çevrilmedi. Üniversitede neye hevesi varsa onu okudu."

Ama olmayınca olmuyor işte anacığım.

Mutluluk gerçekten içimizde.

Evlilik konusuna geri dönelim.

Kafka'nın evlenememesi evliliğe yüklediği bu büyük (ve bence doğru) anlam dışında bir de babasıyla kurduğu ilişkide:

"Bağımsızlaşmak istiyorsam, mümkün olduğu kadar, seninle hiçbir ilişkisi olmayan bir şey yapmalıyım; evlilik en büyük şey gerçi ve en onurlu bağımsızlığı sağlıyor; ama aynı zamanda seninle çok yakın bir ilişkisi var." sf.63

Baba-oğul karşılıklı bir güvensizlik sarmalı içine girmişler gibi gördüm.

Baba, oğluna güvenmiyor. Çünkü gerçekten de pek güven veren, güçlü, kararlı bir adam değil Kafka.

Ama tam da babası oğluna güvenmediği için "böyle dilsiz, donuk, kuru, süfli" bir insan oluyor
.
Böyle tarif ediyor kendisini ve "böyle bir oğlun benim için katlanılmaz olacağını söylemek zorundayım." diyor. Yani kendisi de evlat olsa sevilmez diye düşünüyor kendisi için.


EMPATİNİN YİTİMİ



EMPATİNİN YİTİMİ

Kayıtsızlık Politikası Üzerine

(Der Verlust des Mitgefühls)

Arno Gruen

1997

Türkçesi: İlknur İgan

Çitlembik Yayınları

4. Basım - Ağustos 2015

377 sayfa


Bu yazarın diğer kitaplarını da okuyacağım. 

Beğendim.

*

Çocukken duyduğumuz, gördüğümüz ya da duymamız gereken ama duymadığımız, görmemiz gereken ama görmediğimiz şeylerin bütün hayatımızı nasıl etkilediğini fark etmek çok şaşırtıcı.

Bunları okudukça çocuk sahibi olmak da korkutucu oluyor. 

Bir insanın bir insan üzerindeki etkisinin bu denli büyük olması olağanüstü.

*

Örneğin çocuklar, özellikle erkek çocuklar, gözyaşlarından, çaresizliklerinden utandırılarak büyütülür. Bu yüzden acıyı inkar eder hale gelirler. Bu da kendi acılarını dahi algılayamamalarına ve sonunda başkasının acısına karşı da kayıtsız kalmalarına sebep olurmuş.

Burada bazı savcıların tutumundan bahsediyor yazar. Bizde de sıkça karşılaşıldığı gibi hakim ve savcıların kurbandan yana değil de suçludan yana tavır alır alır gibi olmalarını buna, acıyı tanımamalarına bağlıyor. "Kendi acısını kabullenmeyen bir insanın başkasının acısını da algılama yeterliliği" olamayacağını söylüyor. 

*

Çocukları hiçbir şey bilmeyen, kendi kararları olamayacak, anne babaya muhtaç küçükler olarak görüyoruz.

Halbuki onların gayet açık bir algı ve zekaları olduğunu söylüyor yazar.

İlkel toplumlarla modern toplumların çocuklara davranışlarını kıyaslıyor. Çeşitli kızılderili, yerli topluluklarda çocukların duygularına, düşüncelerine değer veriliyor, bu da çocukların kendilerini değerli hissetmelerini sağlıyor. 

Bizdeyse daha küçük yaşta otoriteye boyun eğme öğretiliyor. Bu da istekleri körelten, kendini tanımayı engelleyen, hayatı anlamsız hale getiren ve kişiyi değersiz hissettiren bir sürece dönüşüyor.

Çocukluğunda cinsel istismar, fiziksel şiddet... gibi travmatik olaylar yaşayanlar bir kenara, normal anne babaların sevgisi bile çoğu zaman ya eksik ya yanlış oluyormuş. Sevgi adı altında çocuğa baskı kurmak ya da çocuğu şımartmamak adına sevgi gösterisini kısmak. 

Doğrusu ne, çocuğa nasıl davranmak lazım, çok anlayamadım.

Doğrusunu bilseniz bile, siz çocuğunuza öyle davransanız dahi, toplumda karşılaşacağı muamele çocuğun dünyasını değiştirebilir.

Zor.

FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU


FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU

İlhami Algör

2014

İletişim Yayınları

14. Baskı - 2016

58 sayfa


Sevmedim.

Sıkıldım.

Daraldım.

Iyk.

*

Daha girişte sevmedim. İlk cümleden sevmedim:

"Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim."

Ööğğhhhh.

*




Filmini de sevmemiştim zaten.

Filminde Erdal Beşikçioğlu ve Sezin Akbaşoğulları oynuyordu. İkisi de çok güzel isim, çok iyi oyuncu. Ama film bayıktı. Tıpkı kitap gibi.

*

Yazar bir adam ve aşık olduğu kadın Müzeyyen var.

Müzeyyen daha sonra bu adamdan ayrılıyor. Çok şık bir şekilde ayrılıyor. Adam kadının evinde kalıyor. Müzeyyen adamdan anahtarı bırakmasını istiyor nazikçe. 

Bu.

Benim anladığım bu.

Arada şarkı sözleri, film replikleri ile yazar adamın iç dünyası.

Orhan Gencebay güzellemesi var bir de sık sık. Orhan Gencebay'ı akil adam olduğundan beri sevmem. Öncesinde de hayranı değildim zaten de en azından sanatçı kişiliğini saygıdeğer buluyordum. Ama açıkçası AKP'ye bulaşan herkes gibi lekelendiğini düşünüyorum, sevmiyorum, ona yapılan güzellemeleri de sevmiyorum, arabeski zaten sevmiyorum, bu kitaptaki gibi bohemliği de sevmiyorum, sevmiyorum sevmiyorum sevmiyorum.


AMERİKA


AMERİKA

(Der Verschollene)

Franz Kafka

1927

Can Yayınları

8.Basım - Mart 2016

Almanca aslından çeviren: Ayça Sabuncuoğlu

298 sayfa


"Bir hizmetçi kız, onu baştan çıkardığı ve ondan çocuk sahibi olduğu için fakir anne babası tarafından Amerika'ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, artık yavaşlamakta olan gemide New York Limanı'na girerken çoktandır gözlediği Özgürlük Heykeli'ni birdenbire sanki güçlenen güneş ışığında gördü."

*

Karl, gemide ateşçi ile tanışıyor.

Haksızlığa uğradığını düşündüğü ateşçinin hakkını kaptanın karşısından savunurken dayısı ile karşılaşıyor. Senatörmüş dayısı, iyi bir geliri varmış.

Dayı bey, Karl'ı yanına alıyor. 

Ama Karl bir gün sözünü dinlemedi diye onu reddediyor.

Söz dinlememe olayı da dayının bir arkadaşı, Karl'ı evine davet ediyor. Dayı ile Karl arasında gidersin, gidemezsin tartışması çıkıyor, Karl gidiyor. Dayı da itaatsizlik ettiği için Karl'a kapısını kapatıyor.

Karl tek başına ayakta kalmaya çalışıyor.

Bu sırada Delamarche ve Robinson adında iki tane kımıl zararlısı arkadaş ediniyor. Bu arkadaşlardan kurtulup bir otelde çalışmaya başlıyor. Ama yine bu arkadaşlara bulaşıyor ve oteldeki işinden kovuluyor. 

Oteldeki işi asansörcülüktü ve ölümüne çalıştırılıyordu ama hiç yoktan iyidir gözüyle bakıyordu.

Şimdi bir kadına dayanarak yolunu bulmuş eski arkadaşlarının yanında kölelik ediyor.

"Herkes gücünden yararlanıp daha aşağıdakilere hakaret ediyordu. İnsan bir kere alışınca, saatin düzenli vuruşlarından farklı gelmiyordu kulağa." sf.298

*

Kitabın adı aslında "KAYIP"mış, Kafka 1912'de yazmaya başlamış. Kitap o öldükten sonra arkadaşı Max Brod tarafından 1927'de Amerika adıyla yayımlanmış.

DAVA


DAVA

(Der Process)

Franz Kafka

1925

Can Yayınları

28. Basım - Mayıs 2016

Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal

244 sayfa


"Biri Josef K'ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına karşın bir sabah tutuklandı."

Tutuklanıyor ama bir yandan işe gitmeye de devam ediyor. 

Ama bir suçlama altında olduğu için kendisini savunma gereği duyuyor. Fakat neye/kime karşı kendisini savunacağını da bilemiyor.

Bilebilmek için yaptığı araştırmalar da boş çıkıyor, beyhude bir çaba oluyor.

Öyle ki;

"Burada bir tuvale yan yana bütün yargıçların resmini yapsam ve siz de kendinizi bu tuvalin önünde savunsanız, gerçek bir mahkeme önündekine oranla daha çok şansınız olur." diyorlar.
sf.163

Kurtuluş için üç olasılık var: gerçek anlamda aklanma, görünüşte aklanma ve sürüncemede bırakma.

Ama aklanma hiç mümkün olmadığından en iyi ihtimal sürüncemede bırakmak olarak gözüküyor.

Delirtici bir süreç.

Okurken de delirtiyor.

Sonunda K, öldürülüyor.

*
Arka kapakta kitaba dair güzel bir tanım var:

"İnsan insanın korkusu olarak kaldığı sürece, bu eser güncelliğini hiç yitirmeyecektir."

16 Ekim 2016 Pazar

DÖNÜŞÜM



DÖNÜŞÜM

(Die Verwandlung)

Franz Kafka

1915 

Can Yayınları

52. Basım - Nisan 2016

Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal

102 sayfa


"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu." 

Efsana giriş.

Yalnız o "dev" değil, "devcileyin" diye yer etmişti akıllarda. Çeviren o kısmı değiştirmeseymiş keşke.

*

Hikayeyi biliyorsunuz.

Böcek olarak uyanan Gregor Samsa, ailesi tarafından dışlanır.

Annesi görmeye dayanamaz, babası pek oralı olmaz, kız kardeşi biraz ilgilenir, ama sonra hepsi bu böceğin evdeki yaşamı çekilmez hale getirdiğine kanaat getirir.

Halbuki Gregor çalışıp eve para getirirken, ailenin geçimini sağlarken iyiydi.

Ne zaman ki işini yapamaz oluyor, herkesin gözünden düşüyor.

Onca yıl, onca emek boş. Kendisi için de bir harcama yapmamıştı ki hiç.

Buradan ailenin bir yük olduğu sonucuna ulaşıyorum ben. Kendi hayatını kurmalı herkes. Kendisi için yaşamalı.

Çevirmen, sonsözde güzel anlatıyor bu durumu: "Çocuklarının hep iyiliğini, gerçekte ise sürekli köleliğini isteyen son aile yapıları yeryüzünden silinene değin, Kafka'nın Dönüşüm'ü geçerliliğini ve güncelliğini koruyacaktır." 

Sonunda ölüyor da kurtuluyor herkes.

Kendisi de kurtuluyor. Yaşadığı hayata hayat denemezdi çünkü.

*

Kitabın sonunda Kafka'nın Dönüşüm'ü basacak yayınevine yazdığı bir notu koymuş Can Yayınları. Kafka yayınevine kitap kapağında böcek resmi olmasın diyor.

"Sakın yapmasın böyle bir şey, lütfen! Böceğin resmi yapılamaz. Dahası, uzaktan bile gösterilemez."

Gelgelelim, bir yandan Kafka'nın bu notuna yer veren Can Yayınları, diğer yandan kitap kapağına nal gibi böceği koymuş. AYIP!

Kafka kitap kapağı için şöyle bir öneride bulunmuş:

"Resimleme için benim önerilerde bulunmama izin verilseydi eğer, o zaman anneyi, babayı ve Müdür Bey'i kapalı kapının önünde gösteren, veya daha da iyisi, anneyi, babayı ve kız kardeşi aydınlık odada, yandaki karanlık odada açılan kapıyı da açık dururken gösteren sahneleri seçerdim." 




Tam olarak bunu yapan Ayrıntı Yayınlarına alkış.


HAVVA'NIN ÜÇ KIZI


HAVVA'NIN ÜÇ KIZI

Elif Şafak

2016

Doğan Kitap

1. Baskı - Haziran 2016

418 sayfa


Elif Şafak'ı pek beğendiğimi söyleyemem. 

Popüler kültüre uzak kalmamak adına kitaplarını, arkadaşlarımdan ödünç alarak okuyorum. Kendim para vermek ve kitaplığımda tutmak istemiyorum. Okuması kısa sürdüğü ve yormadığı için zaman sorunum da yok.

Bu kitabı da tahmin ettiğim gibi çıktı. Çok ve güzel şeyler söylemek isteyip bunu becerememek, çünkü buna yeterli olmamak hali. Halbuki Elif Şafak'ın gayet güzel kitapları oluyordu ilk zamanlarında. Mevlana mı bozdu bu kadını, anlamadım.

*

Peri, Şirin, Mona.

Üç kız bunlar.

Peri, ana karakter. Aşırı dindar bir anne ile bunun tam aksi bir babanın kızı. Arada kalmış. 

Okumak üzere Oxford'a gidiyor.

Orada uçarı, hoppa Şirin ve başı kapalı, dindar Mona ile tanışıyor.

Ders aldıkları profesör Azur'a aşık oluyor.

Peri, Azur ile Şirin'in ilişkisi olduğunu öğrenince çok bozuluyor.

*

Ama önce Peri'nin 2016 halini okuyoruz. Evli, mutlu, çocuklu. 

Ergen bir kızı var, nasıl sevimsiz.

Bunlar bir yemeğe davetliler.

Peri, bir yandan bu yemekteki insanları düşünüyor. Zengin, elit, halktan kopuk, kimisi kirli işler yapan insanlar.

Bir yandan da geçmişe gidiyor. 2000'e, Oxford yıllarına.

*

Kitabın neredeyse ilk 300 sayfası boyunca Peri'nin gençken yediği bir halttan pişmanlığı var. O halt her neyse çok büyük olmalı, öyle bir beklenti oluşturuyor okurken.

En sonunda öğreniyoruz ama, pehh, bu muydu?

Peri intihara kalkışmış. Sanmışlar ki Azur'un ona tacizi oldu. Peri Azur'a yapılan bu iftiralara bilerek sessiz kalmış. Sonra Azur bu yüzden üniversiteden atılmış. 

Vicdan azabı fena tabi. Ama kitabın yarattığı beklentiyi karşılayacak kadar büyük değil.

*

Bu üç kadın arasında bir kız kardeşlik izlenimi oluşturmaya çalışmış ama yok. Aralarında dostluk, kardeşlik anlamında bir yoğunluk yok.

Daha ziyada farklılıkları üzerine gidilmiş.

"Günahkar, inanan, şaşkın" diye tanımlıyor bu kızları. Ama bu tanımların içinin dolu olduğunu düşünmüyorum. Hele ki Şirin ve Mona açısından. Son derece yüzeysel çizilmiş karakterler. Bir derinlikleri yok.

*

Romanın sonunda Peri'nin yemek için bulunduğu ev basılıyor. O sırada Peri, bir gardroba saklanıp şarjının son damlasıyla Azur'u arayıp pişmanlığını dile getiriyor. 

*

Kitabın kapağı için bir açıklama var. Üç farklı illüstrasyon birleştirilmiş, İngiliz çizer Jack Hughes'un farklı kadın imgeleri, Elif Şafak'ın kitap kapağında buluşmuş... falan. Sanki çok ahım şahım bir kapak olmuş gibi. Açıkçası kitap kapağı İpek Ongun tarzı bir gençlik kitabının kapağı gibi. 

*

Bazı kitaplar yazın sahilde okumalıktır. Bazı kitaplar da yazın değil de kışın basılır, onlar da metroda, otobüste okumalıktır. Mesela bu.

İYİ HİSSETMEK


İYİ HİSSETMEK

(Feeling Good)

Dr. David Burns

1980

Psikonet Yayınları

27. Basım - Eylül 2016

404 sayfa


Çok iddialı bir girişi var kitabın.

"Depresyonun etkinliği klinik olarak kanıtlanmış ilaçsız tedavisi"

ABD'de depresyondaki hastalara en sık tavsiye edilen kitapmış.

Yaklaşık bir kırk sayfa bunu anlatıyor.

*

Kitap özetle şunu söylüyor:

Mutsuzluklarımız aşırı genelleme, aşırı büyütme, yanlış etiketleme... gibi şeylere dayanıyormuş.

Örneğin bir yanlış yaptığımızda hemen "Ben beceriksizin tekiyim." diyoruz. Bugüne kadar becerikli olduğumuz pek çok alanı hiçe sayarak. 

Şöyle bir öneride bulunuyor yazar.

Bir kağıdı ikiye ayırın. Sol tarafa böyle anlarda aklınıza gelen ilk düşünceyi yazın. "Ben beceriksizim." Bu otomatik düşünce. Bunun yanına mantıklı düşünceyi yazın. "Hayır, ben beceriksiz değilim. Benim becerikli olduğum pek çok şey var." gibi.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

"Beni kimse sevmiyor" mesela. Bazen bu hisse kapılıyoruz. Bunun aslında doğru olmadığını biliyoruz. Bu düşüncemizin yanına "Hayır, beni seven insanlar var." yazıyoruz.

İşte olayın bu mantıklı kısımlarına odaklanmamızı öneriyor.

O zaman mutsuzluklarımızın ne kadar mantıksız olduğunu görür artık mutsuz olmazmışız. Çünkü aslında düşüncelerimiz duygularımızı yaratırmış.

Başkalarının söyledikleri de aslında bizi mutsuz edemezmiş. Yeryüzünde bizi mutsuz edecek tek kişi yine kendimizmişiz.

Bunları detaylandıran örnekler ve açıklamalar yapıyor.

Açıkçası bana bir miktar iyi hissettirdi.


NE YAPABİLİRİM?


NE YAPABİLİRİM?

Geleceğe Kartpostallar

Gündüz Vassaf

2016

İletişim Yayınları

1. Baskı - 2016

287 sayfa


Oh be, birazcık umut.

Türkiye için gelecekte güzel günler göremiyoruz. Umutsuzluğa kapılıyoruz. 

Gündüz Vassaf, böyle yapmamamızı öğütlüyor. Enseyi karartıp kötü günleri beklemektense ne yapabileceğimiz üzerine düşünmemizi, tartışmamızı istiyor.

"Kötümserliğe kapılıp edilgenleştikçe, değişim erteleniyor, düzen sürüyor."

"Umutsuzluk, bir şey yapamam, değiştiremem, zavallının birisiyim deyip kendimize saygımızı yitirmemiz demek. Dünyanın kötüye gittiği, daha kötüye gideceği beklentimizi gerçekleştireceğiz demek." sf.63

"Neye inanırsak onu gerçekleştiririz.
Barış da öyle.
Dünya iyiye gidiyor. 
İnanmasanız da gözlemler, veriler bunu doğruluyor.
Olumsuzluk kalıplarımızın esiri olmayalım.
Kalıpları kıralım, ah vah kalıpçılarını susturalım." sf.64





Sanırım Gezi'den görmüş bu ışığı. Sık sık "küresel gezi ruhu" dediği bir kaynaktan bahsediyor.

Bizi kurtaracak bir kahraman bekleyişimizi de yanlış buluyor.

"Ne yazık, kahramana ihtiyacı olan memlekete."

Kitap ODTÜ öğrencilerine yaptığı barış konulu bir konuşmanın genişletilmiş haliymiş.

Yapabileceklerimiz arasında, gençlik heyecanıyla yanlış akımlara kapılmamak, boykot, tüketim çılgınlığına son vermek, gül(ümse)mek... gibi önerileri var.

"Gülmeyen toplumların patalojik ruh hali kötümserliği tetikler.
Umudu öldürür.
Kitlelerin edilgenleştiği totoliter rejimlere davetiye çıkarır."

İyi geldi bu kitap, nefes aldım biraz. Felaket tellallığının kimseye faydası yok. Sorunları görüyoruz, artık çözümleri de görmemiz lazım.

BİR TOPLUM NASIL İNTİHAR EDER?


BİR TOPLUM NASIL İNTİHAR EDER?

A.M. Celal Şengör

Ka Kitap

2. Baskı - Temmuz 2016

181 sayfa


Celal Şengör'ün çeşitli yerlerde yayınlanmış yazılarından oluşuyor kitap.

Önsözde eğitimin önemi ve Tayyip Erdoğan ile AKP'nin bunu nasıl beceremediğini anlatıyor:

"Sayın Tayyip Erdoğan Bey yıllardır her aileye en az üç çocuk tavsiye ediyor. Bu bence son derece bilgisiz ve sorumsuzca yapılmış, ülkeyi felakete götüren rayları yağlayacak bir çağrıdır. Hele kendisinin çağdışı bilgiler verdikleri kesin olan İmam-Hatip mekteplerinin çoğalması için gösterdiği çabalar bence Türkiye'nin istikbaline giden yola döşenmiş mayınlardır. Kontrolsüz nüfus patlaması ve bu artan nüfusun bilimsel olarak eğitilmemesi bir toplumun intiharı demektir." 

Eğitime vurulan en önemli darbelerin din eksenli olduğunu söylüyor. 

"Tartışmaya açık değilse her şey dindir." diyerek kapsamı oldukça geniş tutuyor. 

TSK hayranlığı var Şengör'ün.

Türkiye'de eğitim iyi değil, ordudaki hariç. Türkiye'de elitlik yok, ordu hariç. Böyle söylüyor. Yere göğe sıdğıramıyor Türk Silahlı Kuvvetlerini. 

Kendisine bu konuda eleştiriler yöneltilmiş, "Komutanım!" diye hitap etmesi tepki görmüş, ona cevaben de ordu en iyisini bilir, beni göreve çağırırlarsa giderim, komutanım demekten erinmem... gibi bir cevap vermiş. 

Açıkçası bana itici gelen asker seviciliği dışında bilim, eğitim, üniversite eğitimi ve yönetimi, AKP iktidarının yanlışları konusunda yazdıklarına katılıyorum. Ve bundan üzüntü duyuyorum. O da üzülüyor, bu açık.



NEWTON NEDEN TÜRK DEĞİLDİ?


NEWTON NEDEN TÜRK DEĞİLDİ?

A.M.Celal Şengör

2016

Ka Kitap

3. Baskı - Eylül 2016

194 sayfa


Çinli bir profesörün "Newton neden Çinli değildi?" sorusundan esinlenmiş Celal Şengör. Aynı şekilde düşünüp neden Türk değildi'yi sorgulamış.

Nedeni basit.

Eğitim problemimiz.

Ve bu problemi daha da büyüten AKP.

Kitabın önsözünde Şengör, 

"Ben de ülkemdeki pek çok aklı başında, görgülü ve bilgili insan gibi, Tayyip Bey ve partisinin Türkiye'yi artık geri dönülmesi bence pek mümkün olmayan feci bir akıbete mahkum etmiş oldukları kanaatindeyim.(...) 

Tayyip Bey de, AKP de Türkiye'nin yakasına bin yıldan fazladır yapışmış bir illetin günümüzdeki ürünlerinden, yani Türkiye sınırları içinde yaşayan insanların çok eski bir hastalığının arazından başka bir şey değillerdir. Bu hastalık en basit ifadesiyle cehalettir."

diyor.

Çin kültüründeki sadakat, istikrar, minnettarlık nedeniyle sorgulama ve yaratıcılık gelişmemiş.

Celal Şengör, Türk toplumu için de benzer şeylerin geçerli olduğunu söylüyor. 

*

Tanrı inancıyla bilimin bağdaşmadığını söylüyor. Ona göre dinin ortaya çıkışı şöyle olmuş:

"Eğer insan henüz kendisini koruyacak hiçbir şeyi olmadığı çağlarda içinde yaşadığı doğada yalnız olduğunun bilincine varsaydı, sanırım korkudan yaşamını sürdüremezdi. 

Örneğin yıldırım doğa içinde tesadüfen meydana gelen bir doğa olayıdır. İlkel insan bunu kendi kafasından yarattığı alternatif dünyadaki bir gücün(tanrının) öfkesine bağlar. O zaman tanrının kızgınlığını gidermek lazımdır. (...) Bu çerçevede anne ve babasından istekte bulunan çocuk gibi, büyümüş bir olgun insan da bu sefer tanrıdan istekte bulunur." sf. 125

Bilimin ortaya çıkışı da şöyle olmuş:

Anaksimandros -ki onun için gelmiş geçmiş en önemli insanoğlu diyor Şengör- "Dünya boşlukta duruyor." demiş.  Tales niçin böyle düşündüğünü sorunca "çünkü dünyanın oraya veya buraya gitmesi için bir neden yok." demiş.

Anaksimandros'un verdiği bu cevabı insan aklının tarihte atabildiği en büyük adım olarak görüyor Şengör.


Ağırlıklı olarak bilim, eğitim, bunların gelişmemesinin zararları, gelişmesinin önünü tıkayanları ele aldığı kitapta ayrıca Jules Verne, Charles Darwin, Albert Einstein'dan da bahsediyor.

11 Ekim 2016 Salı

APTALI TANIMAK




APTALI TANIMAK

A.M. Celal Şengör

2015

Ka Kitap

8. Baskı – Ağustos 2015

213 sayfa


Celal Şengör, dünyaca tanınmış bir jeolog.

Eğitimi, görgüsü ve deneyimleri neticesinde artık bir insan sarrafı olduğunu düşünüyor.

*

Kitabına aptalın sözlüklerdeki karşılığını yazarak başlamış. Aptal derken hakaret olarak kullanmadığını özellikle vurguluyor.

“Bana tabii şu soru yöneltilebilir: Sen aptallığı ve cehaleti tayin yetkisini kendinde nereden buluyorsun? Buna verebileceğim tek cevap, soruyu sorana mesleğimi hatırlatmaktır: Ben üniversite öğretmeniyim. Hem de uluslararası şöhrete sahip bir bilim insanı olarak üniversite öğretmenliği yapmaktayım. Benim işim bilgiyi tartarak not vermektir." sf.12

“Ben iyi bir aptal tanıyıcısıyımdır. Oldukça sür’atli bir şekilde hakkında aptal olduğu yargısına vardığım bir kişinin daha sonra öyle olmadığının görüldüğü herhangi bir vak’ayı hatırlamıyorum.” sf.18

 *

Kitapta, daha önce çeşitli yerlerde yayınlanmış yazılarını bir araya getirmiş.

Kitabın amacını da şöyle açıklamış:

“Bu kitapta toplanan yazılarımın tek maksadı vatandaşlarıma aptalı tanıma konusunda yardımcı olmaktır. Aptalı tanıyıp onu sorumlu mevkilerden uzaklaştırmak için kimsenin dahi olmasına gerek yoktur.” Sf.15

Bu kapsamda Recep Tayyip Erdoğan ve ekibine ateş püskürüyor.

“Şu anda Türkiye’ye egemen olan cehalet yönetimi, toplum olma bilincimizde büyük yaralar açmıştır ve açmaya da devam etmektedir.” Sf.21

“Cehalet en büyük düşmandır. Ama bu düşman dışarıdan gelmez. Bunu biz kendimiz büyütür, bizi daha çok cahil edecekleri başımıza getirmek için sandıklara koşarız.” Sf.25

Onlara kızmasının en büyük sebebi, kendi eğitimsizliklerini tüm ülkeye yayma çabaları.

Özellikle AKP iktidarının her ile bir üniversite uygulamasının üniversite eğitmini ne kadar pespaye hale getirdiğinden yakınıyor. Hatta Türkiye’de doğru düzgün bir üniversite bile olmadığını söylüyor.

“Bugün artık Türkiye’de üniversiteye gitmek tamamen bir vakit kaybı haline gelmiş, hele AKP yönetimiyle beraber, Türk üniversiteleri Osmanlı medreselerinin acıklı durumuna düşmüşlerdir.” Sf.43

“Bilimin ülkemizdeki çöküşünün en önemli sebebi tamamen bilgisiz politikacılardır ki, bunun en güzel örneği Tayyip Bey’dir. Bilimden en küçük bir haber olmayan bu zat…” sf.43


AKP ekibine duyduğu antipati ne kadar fazlaysa orduya sempatisi de bir o kadar fazla.

“Ordu dışında her toplum sektörü sözümona demokrasi adına kalitesizlere teslim edilmiştir.” Sf.22

“Türkiye’de körüklenmeye çalışılan ordu düşmanlığını büyük bir kaygıyla izliyorum: Türkiye’ye fenalık etmek isteyenlerin ilk yapmaları gereken nedir? Bu ülkenin tek sağlam kurumunu ortadan kaldırarak ülkenin dağıtılmaya hazır bir yığın haline gelmesini sağlamaktır. O zaman hedef bellidir: Türk Silahlı Kuvvetleri.” Sf.28



*


Eskiden Osmanlı aşığıymış Celal Şengör. Hamaset içerikliymiş Osmanlı’ya dair bildikleri. Sonra araştırmış, okumuş ve Osmanlı’nın yanlışlarını fark etmiş. Özellikle bilim alanında Osmanlı’nın hiçbir katkısı olmadığını anlayınca;

“Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm izleri tarihten tamamen silinse, bilim dünyasının en ufak bir kaybı olmaz.” Sf.35

*

Toplum olarak ahlaklı olmadığımızı söylüyor.


“Ahlak seviyesi Türkiye’deki kadar düşük bir toplum görmedim. Ahlaksızlık AKP döneminde adeta dikine yükselişe geşmiştir.” Sf.65

“Türkiye halkı tamamen keçileri kaçırdı mı, yoksa bu ahlaksızlıklar zümresi onun gerçek değerlerini mi yansıtıyor?” sf.66

*


Allah inancı yok Şengör’ün. Bu inanca sahip olanlara da pek saygı duymuyor anladığım kadarıyla. İnanmaya programlı bir toplum olduğumuzu düşündüğünden “anneye, babaya,öğretmene, devlete, dine inanırız. (…) İnanmak rahatlık verir. (…) Gelgelelim araştımacılar da rahatsız insanlar arasından çıkar.” diyor. Sf.36

“Bir lokma ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olamaz.” Sf.37

Dinin kendi yalanına inanmak olduğunu söylüyor.

Türban konusunda da;

“Bir yandan dünyanın yedi günde yaratıldığına inanıp jeoloji öğrenmek nasıl mümkün değilse, diğer yandan Adem ile Havva efsanesine inanıp biyoloji yapmak öylece mümkün değildir. (…) Bu nedenle, değişmez önyargılara sahip olduğunu giydiği sembollerle üstelik reklam etmek niyetinde olan birinin üniversitede işi yoktur.” Sf.98

 
*

Genel olarak AKP'nin zararları, ahlaksızlığımız, eğitime ve bilime gerekli önemi vermeyişimiz, tartışmayı beceremeyişimiz, icat çıkarma gibi bir deyimi üretecek kadar “salaklaşmış bir toplum” oluşumuz, demokrasi, ordu... gibi konuları ele almış.

 Bunlar dışında Sibel Kekilli ve porno da var kitapta. 

“Pornonun mesajı barışçıldır ve nihayet sevişmeyi ve çiftleşmeyi, yani ekseri insanın er veya geç yaptığı ve mutlu sonuçları olan bir hareketi resmeder.” Sf.79


*
 Celal Şengör, İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı ile yakın arkadaşmış. Güzel ekip.

9 Ekim 2016 Pazar

MANŞETLERİ GÖR AKLINI KAÇIRIRSIN




MANŞETLERİ GÖR AKLINI KAÇIRIRSIN
90'lı Yıllarda Gazetecilik
Burcu Karakaş
2016
İmge Kitabevi
1. Baskı - Temmuz 2016
156 sayfa

90'lı yıllarda PKK, Kürtler, terör... konulu haberlerde kullanılan dili sorguluyor bazı gazeteciler.
Ayşenur Arslan
Celal Başlangıç
Mete Çubukçu
Mehmet Y. Yılmaz
Doğan Akın
Ruşen Çakır
Nurcan Akad
Ragıp Duran
Rıdvan Akar
Özcan Sert
Tuğrul Eryılmaz
Kitapta fikri sorulan gazeteciler bunlar.
Öldürüldü/ölü ele geçirildi/etkisiz hale getirildi/öldü/şehit oldu... gibi ifadeler üzerine çokça tartışma yaşanmış.
Keza bebek katili/terörist başı... gibi.
Ayşenur Arslan; "Şimdi Abdullah Öcalan ya da Öcalan dediğiniz zaman, bu ülkede tanımayacak bir Allah'ın kulu olabilir mi?" diyor.
Kürtlerle ilgili de bölge halkı/yerel halk/Diyarbakır halkı/güneydoğu...
"Kürtlerle ilgili cümle kuramazdık; çünkü öyle bir şey yoktu." diyor Mete Çubukçu.
"Güneydoğu sorunu diyor. Nedir bu? Pirinçleri mi az geldi, patates mi yetişmiyor memlekette? Sonra Kürt sorunu diye tırnak içinde kullanılmaya başlandı." diyor Tuğrul Eryılmaz
Mehmet Ali Birand bu konularda daha açık fikirli olmuş ve ilkleri gerçekleştirmiş. Öcalan'la röportaj yapması bir kırılma noktası olmuş.
Haber olsun diye emniyet müdürüne rica edip ev bastıran, örgütten rica edip korucu astıran habercilere ne demeli?
Ya da hiç haber olmayanlar? Köy boşaltmalar, dışkı yedirmeler, hakkımı helal etmiyorum diyen aileler...
Bunlar hep bir algı yaratıyor. Dönemin politikasına uygun bir dil kullanılıyor. Şehit cenazelerini gösterin ya da şehit cenazelerini göstermeyin diye o günkü ülkenin durumuna göre müdahaleler olurmuş haber kanallarına, gazetelere.
Öcalan yakalandığında kamuoyunda onun asılacağı yönünde bir beklenti varmış. Mehmet Y. Yılmaz'ın dediğine göre MİT Müsteşarı, bazı gazetecilerle görüşüp Öcalan'ın asılmaması için kamuoyu oluşturulmasını istemiş.
Gazetecilerin illa üstten net bir emir almaları da gerekmiyor. Yönetimin tavrı gazete diline de yansıyor. Ruşen Çakır, Recep Tayyip Erdoğan'ın 2015 genel seçim kampanyası boyunca alanlarda kullandığı saldırgan dilin medyaya talimat olarak yansıdığını söylüyor.
Mehmet Y. Yılmaz, 90'larda Türk medyasının gaz boşaltma görevi olduğunu düşünüyormuş. Toplumdaki öfkeyi yatıştırmak için.
Yazar, diğer gazetecilere de Yılmaz'ın bu kanaatini sormuş. Katılan yok. Ağırlıklı olarak gazeteciliğin sadece doğru ve tarafsız haber vermekle yükümlü olduğunu söylemişler.
 90'larda eğer gazeteciler tarafsız ve cesur olabilselerdi, doğru bir dil kullanabilselerdi bugün daha iyi bir noktada olacağımızda hemfikir hepsi.

MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK




MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK
(Das Glück in glücksfernen Zeiten)
Wilhelm Genazino
Almanca'dan Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer
Ayrıntı Yayınları
3. Basım - Mayıs 2016
160 sayfa

Adam iyi bir üniversite eğitimi almış ama buna uygun bir iş bulamıyor. Bir çamaşırhanede yöneticilik yapıyor. Yıllarca bu işte çalışıyor ama sonra kovuluyor.
Kız arkadaşı ile birlikte yaşayan adam kız arkadaşının artık evlilik ve özellikle çocuk istemesinden korkmaya başlıyor.
İç sesler, sorgulamalar, ezik hissetmeler...
Derken kendisini bir psikiyatri kliniğinde buluyor.
Onu oraya götüren de kız arkadaşı.
Bu ilişkilerinin sonu oluyur. Kız hala seviyor aslında ama adam ona biraz kızgın.
Adamın serde tembellik de var, yani ben öyle düşünüyorum, klinikteki hayat cazip gelmeye başlıyor, çalışma zorunluluğu yok, ekmek elden, su gölden.
*
Seviyorum ben böyle spesifik bir olayı olmayıp kafanın içinde geçenleri anlatan kitapları.
Buradaki gibi bir adamın/kadının aklından geçenleri, yaşamına dair sorgusunu okumaya bayılıyorum.
Ama asla hayatımda böyle bir adam istemem mesela. Bu kadar düşünen, sorgulayan, bu kadar düşünüp sorguladığı için de harekete geçemeyen, özgüvensiz ve kendisini hep yetersiz hisseden.
Evlerden ırak.