29 Mart 2015 Pazar

CANİSTAN



CANİSTAN

Yusuf Atılgan

2000

Yapı Kredi Yayınları - 11. Baskı - Nisan 2014

78 sayfa


Canistan, Yusuf Atılgan'ın ölümünden sonra yayınlanıyor. 

( Yusuf Atılgan'ın vefat yılı 1989. Kitabın basım tarihi 2000.)

Bitmemiş bir eser ama bu haliyle de gideri var.

Üç bölümden oluşuyor:

1. Duruşma

2. Yargıç

3. Tanık

Bir de 4. bölümü varmış, "Sanık" adında. Ama o kısmı yazmaya ömrü vefa etmemiş.

Bölümlere neden bu isimlerin verildiğini anlayamadım. Kitabın adının da nereden geldiğini anlayamadım.

*

1921 yılı 26 Haziran gecesi, Hacırahmanlı köyünün kuzeyinde Domuz Deresi'ndeki bağ damında Tokuç Ali minder üstünde uyuya kalan bir yaşındaki oğlunun üstüne bir çarşaf örterken damın önündeki tulumba yanında fener ışığında bulaşık yıkayan karısının bağırması ile elindeki çarşafı çocuğun üstüne düşürüp dışarı fırladığında, kapıdan çıkar çıkmaz ensesi ile karışık başına inen bir sopayla yüzü koyun yere kapaklandı."

Höh, ne uzun bir cümle ile başlıyor.

Ali'nin yere kapaklanmasına sebep olan, eski arkadaşı Selim.

Ali ve Selim, çocukken çok yakın iki arkadaşlar.

Selim ve ailesi Ali'lerin konağında çalışıyor.

Aralarındaki bu sınıf farkını Selim hissetmiyor. Ta ki bir eşek sikme mevzusu olana dek.

Offf, iğrenç bir kelime kullandım. Ama olan bu. 

Yazar tabi daha insan gibi anlatmış bunu, benim yaptığım gibi hayvanca değil.

"O gün körpe sıpayı düzmeye gittiğimizde beni kapıda bırakıp girdin dama. Önce kim girsin diye sormaz mı insan bir kere? O zaman bildim birden senin ağa oğlu olduğunu, beni horladığını. Sıpa senin malındı elbet." sf. 13

Konudan biraz sapacağım burada. Mevzu eşek becerme olunca (bak biraz daha insancıllaştım) bir kitap var, aklıma o geliyor. "Yazamadığım Romanın Öyküsü" Yurtdışında bir ülkede hayvan beceren bir Türk'ün yargılanması sürecini anlatıyor kitap. Sanık Türk'ün avukatı, eşek becermenin Türkiye'de bir gelenek olduğunu belirtip, buna dair deliller sunuyor. Arşivler falan. Böylece Türk beraat ediyor. İğrenç değil mi?

Romana dönüyorum.

Olaylar, Milli Mücadele döneminde geçiyor.

Selim de Yunanlara karşı mücadele ediyor. Gerekli para ve malzemeleri de köylerden, zenginlerden temin ediyor.

Ali'nin de evine para istemek için gidiyor. Yıllar sonraki karşılaşmaları böyle oluyor. 

Selim bu vesileyle geçmişteki hor görülmüşlüğünün intikamını almak istiyor.

Ali, parası olmadığını söyleyince Selim, onu konuşturmak için işkence ediyor. Göbeğine kızgın yağ döküyor, bacağını kırıyor.

En sonunda gerçekten parası olmadığına ikna olup gidiyor. Ali'yi, karısını ve çocuğunu orada öylece bırakıyor.

1. Bölüm burada bitiyor.

2. bölümde Selim'in hikayesini okuyoruz. Çocukluğuna iniyoruz.

Selim, çocukken Ali'nin kendisini hor gördüğünü düşününce çiftliği terkediyor. 

Başka bir çiftlikte çalışmaya başlıyor.

O çiftlikte de seviliyor, çalışkanlığıyla göz dolduruyor, fakat çiftlik sahibinin kızı mesele oluyor. 

Kız, üzüm toplamak için Selim'in yanına geliyor sık sık. Ancak kızın ağabeyi bu duruma kızıyor. Selim de buna bozulup ağabeye bir yumruk çakıp o çiftliği de terkediyor.

Bundan sonra çalışmaya başladığı çiftlik dul bir kadına ait. O kadının da bağını bahçesini çok güzel yapıyor. Sonra da o kadınla evleniyor.

Hayat tarlaların içinde, mahsullerle uğraşarak geçiyor gidiyor.

Bir heyecan, bir olay yok.

Ülke genelinde devrimsel yenilikler oluyor fakat Selim'in hayatına yansıyan pek bir şey yok. 

Onun hayatındaki yenilik karısının hamile kalması oluyor.

Fakat ne yazık ki kadın da bebeği de ölüyor.

Karısının ölümüne çok üzülen Selim, orayı da terkediyor.

Askere gidiyor.

Askerde Kadir diye biriyle tanışıyor. Yakın arkadaş oluyorlar.

Askerden kaçıyorlar.

Savaş bitene kadar gizleniyorlar. Savaş bitince ortaya çıkıyorlar.

Ama Yunan kuvvetleriyle mücadele devam ediyor.

Selim de tek başına Kara Murat gibi atılıyor bunların üstüne.

2. bölüm de bu şekilde bitiyor.

Bundan sonra da Kadir'in hayatı var.

Selim'inkine çok benzeyen bir hayat.

Yine bir dul kadınla evlilik.

Ve birlikte bağ bahçe işleri.

*

Çok güzel gidiyordu kitap. Akıcı bir kurgusu vardı.  Devam etse iyiydi. Nasıl bağlayacaktı acaba yazar kitabı? Nasıl bir son düşünmüştü?

Ali'nin hayatını anlatmayı düşünmüş olabilir miydi acaba?

Bence Ali'nin çocukluğu olacaktı son bölümde. Kitabın eksikliği bu. Selim gittikten sonra Ali neler yaptı, evliliği nasıl oldu, zenginken nasıl fakirleştiler?.. Bunlar anlatmaya değer şeyler değil miydi yani? 

Bölüm isimleriyle de bağlantılı olurdu.

Tam anlamadım dedim bölüm başlıklarını ama biraz düşününce şöyle bir tahminim var.

1. Duruşma: Bu bölümde Selim ve Ali karşı karşıya geldi.

2. Yargıç: Ali'nin hayatı Selim'in elindeydi. Onun kararıyla öldü.

3. Tanık: Bu olanlara Kadir tanık oldu. Bu bölümde de onun hayatı anlatıldı.

4. Sanık: Yargıç Selim ise, ortadaki sanık Ali demektir. Dolayısıyla bu bölümde anlatılsa anlatılsa Ali anlatılacaktı.

ANAYURT OTELİ



ANAYURT OTELİ

Yusuf Atılgan

1973

Yapı Kredi Yayınları - 24. Baskı - Kasım 2012

108 sayfa



Güzel kitap ama bir "Aylak Adam" değil.

*

"İstasyona yakın Anayurt otelinin katibi Zebercet üç gün önce perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının o gece kaldığı odaya girdi, kapıyı kilitledi, anahtarı cebine koydu."

*

Zebercet, hayatını bu otelde geçirmiş. Dışarı çıktığı zamanlar çok az.

Hayatında biri de yok.

Muazzam bir tekdüzelik hali söz konusu.

Delirtecek kadar hem de.

*

Bir gün otele bir kadın geliyor. "Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın."

Bu kadın, otelden ayrıldıktan sonra Zebercet, onun kaldığı odaya hiç dokunmuyor. Her şey kadının bıraktığı gibi aynen kalıyor. Kadının çay içtiği bardağı kokluyor, kadının unuttuğu havluyla fantezi yaşıyor. Bir gün tekrar gelir umudunu uzun süre koruyor. 

*

Otelin temizlik işleriyle ilgilenen bir kadın var. 

Bu kadın da normal değil.

Köyde evlendirmişler. Evlendiği adam, kızı geri göndermiş "bozuk" diye. Kıza sormuşlar, kimin yaptığını, ama kız bilmediğini söylemiş.

Kadının en büyük özelliği ölümcül uykusu.

Top patlasa uyanmayacak şekilde uyuyor ve bir uyandıran olmasa sanki sonsuza kadar uyurmuş gibi uyuyor.

Anlaşılan o ki, evlenmeden önce de böyle bir uyku anında olan olmuş.

Tıpkı Zebercet'in de yaptığı gibi.

Zebercet de bir gece kadının yatağına giriyor. Kadın uyanmıyor. 

*

Zebercet sık sık hayallere dalıyor.

Yalnızlıktan, insansızlıktan delirmesi an meselesi.

Nitekim yavaş yavaş da deliriyor. Son derece soğukkanlı bir delirme.

*

Zebercet, artık gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının bir daha gelmeyeceğine ikna oluyor. 

Oda soranlara "yok" diyor. 

Otelin kapısına da "kapalı" tabelasını asıyor.  

Dışarılara çıkıyor.

*

Bir akşam yine temizlikçi kadının odasına gidiyor. Sevişmek istiyor, kadın öyle uykulu, ölü gibi olmasın, karşılık versin istiyor. Fakat mümkün olmuyor bu. Kadında bir tepki yok.

Sonra Zebercet, bir sıkımlık canı olan kadının gırtlağını sıkıyor ve,

Evet, kadını öldürüyor.

Kadının kimi kimsesi yok zaten. 

Ancak yine de bir insan öldürdü ve yakalanıp hapse atılması işten değil.

*

Bundan sonra Zebercet, dışarıda daha çok vakit geçirmeye başlıyor.

Adliyeye gidiyor, bir ağır ceza duruşması izliyor.

Hakimin sanığa sorduğu soruları, sanki kendisine soruluyormuş gibi içinden cevaplandırıyor.

Duruşma ertelenince, sanki kendi duruşması ertelenmiş gibi düşünüp duruşma salonundan çıkıyor.

Otele vardığında hayatının muhasebesini yapıyor.

Annesi, babası, yaşadığı konak, konağın sahipleri, onların oğulları... Yaklaşık son on sayfa bu şecere ile geçiyor ki en sıkıldığım kısım bu oldu. Merak etmiyorum kimsenin anasını, atasını.

En sonunda...

İntihar ediyor.

Kendisini asıyor.

*

Kitabın filmi de var.

İzlemeye çalıştım ama beş dakika zor dayanıp kapattım. Fena halde darlandım. Belki başka zaman.

*

Ot dergisinin Ekim 2014 sayısında Yusuf Atılgan var. Eşi Serpil Atılgan ile tanışıklığı ve evliliği ağırlıklı bir yazı. 

Anayurt Oteli ile ilgili şunlar yazılmış orada:

"Anayurt Oteli'ni yazarken kimseyle görüşmez, evine kimseyi kabul etmez. Odasına kapanır. Her hafta postacının getirdiği 'Yusuf Atılgan, Hacırahmanlı Köyü, Saruhanlı, Manisa' yazılı onlarca mektuptan sadece Ankara mühürlü olan ikisini açar ve okur. BU mektuplardan biri Enis Batur'dan, diğer Serpil Gence'dendir. İlk eşi, yemeğini kapıdan verir. Sonra boşları geri alır. Altı ay devam eder bu durum. Giderilmemiş bir susuzluk gibi sarılır kaleme., kağıda ve geceye. Düşlerinde, harflerin akışını alkışlayan güvercin sürüsüne su taşıyan güzel bir kız vardır. Sanki romanını sadece o güzel kız okusun diye yazar. Roman bitince, ilk evliliğini de bitirir."

*

Yusuf Atılgan'ın bu romanı yazarken, odasına kapanıp kimseyle görüşmemesi çok makul. Zebercet'in ruhuna girebilmek için lüzumlu bir yaratım süreci olsa gerek. 

*

Zebercet benim gözümde yalnızlığın, pür-saf-ari bir yalnızlığın resmi.

Aynı zamanda kötülüğün de.

Duru, yalın bir kötülük.

Unutmayalım ki karşımızdaki tecavüzcü, katil ve çok doğal bir şekilde yalan söyleyebilen biri.

*

İnsanın içini daraltan, fenalık getiren bir roman bu. Ancak bu kitabın kötü olduğu anlamına gelmiyor. Bilakis, o denli harika bir kitap ki Zebercet'in tüm karanlığını okuyucuya geçiriyor. 

**

Kitabı ilk olarak 2 sene evvel okumuştum. O zaman şunları yazmıştım:
 http://birazkitap.blogspot.com.tr/2013/03/anayurt-oteli.html

**

Yusuf Atılgan'ın Halil Şahan'a yazdığı mektuplardan oluşan "Sevgili Halil Kardeş" kitabında Halil Şahan, Anayurt Oteli romanıyla ilgili şunları yazmış:

"1968'den beri Ula Ortaokulu'nda öğretmendim. İlçemizin savcısı Manisalıydı ve yazına meraklı biriydi. Benim çağdaş yazınla ilgilendiğimi de biliyordu. Önceleri karşılaştığımızda, 'Ben Yuusf Atılgan'ı tanıyorum. Ahbabımdır.' diyordu, sonraları, 'Yusuf Abi'nin son romanı yayımlanmak üzere. Ula'da geçen bir olayı anlatacak. Mahkeme tutanaklarını ben verdim.' demeye başladı.

Savcı Cevat Abi'nin sözünü ettiği olay, Ula'da işlenen bir cinayetti. Birisi gerdek gecesinde gelini öldürmüştü. Cevat Abi, çocukluğundan beri tanıdığı Yusuf Abi'ye bu olaydan söz etmiş, o da ondan mahkeme tutanaklarını istemiş. 

Söz konusu cinayetin duruşması, Anayurt Oteli'ndedir. Zebercet, temizlikçi kadını öldürdükten sonraki günlerden birinde adliyeye gidip bir duruşma izler. Bu duruşma romanda Manisa Adliyesi'nde geçer, ama gerçek olay, Ula'daki cinayettir. 

O bölümdeki anlatım, tutanak biçemindedir." sf.9

*

"...Yakınlarına 'Zebercet' benim der, 'Onu ölümle yaşam arasındaki sınırı aştığım bir dönemde yazdım.' diye de eklerdi. (...) 'O kitapta ben sevgiyi anlattım, ama sevgi sözcüğünü hiç kullanmadım.' sf. 16

*

"Romanlarını yazarken birtakım araştırmalar yapıyordu. Amacı gerçeğe uygunluğu yakalamaktı. (...) Kapağı koparılmış bir kitap getirip uzattı...Söz konusu kitap Ankara'daki sağlık kuruluşlarınsan birinde hazırlanmış intihar raporlarını içeriyordu. İntiharlardan biri, Zebercet'in intiharının tıpkısıydı." sf. 24

*

"Kendi anlattığı bir de espri var: 'Anayurt Oteli'ni yazarken tavanda bir fare tıkırtı yapıp duruyordu, ben de romana bir kedi soktum' derdi." sf. 26

26 Mart 2015 Perşembe

AYLAK ADAM





AYLAK ADAM


Yusuf Atılgan



1959



Yapı Kredi Yayınları - 30. Baskı – Ocak 2013


155 sayfa


Bu kitabı ilk olarak 2013'ün Mart ayında okumuştum. İki sene sonra yeniden okudum. İlk okuyuşumun ardından yazdığım şu: 

İkinci okuyuşumda yazdıklarım ise şöyle:

***

Aylaklık ne güzel.



Para kazanmak zorunda olmadan yaşamak… Mükemmel olmalı.



Düşünüyorum. Hatta düşünüyoruz arkadaşlarla zaman zaman bunu. Para kazanmak zorunda olmasak, yani zaten hali hazırda kazanılmış paramız olsa, kitaptaki örnekte olduğu gibi babadan kalma gayrimenkullerin kiralarıyla zaten geçinebilecek kazancı elde edebiliyor olsak…



Piyuuuu. Hayalleri duymanız lazım.

Ancak ne var ki hayaller Paris, gerçekler Beylikdüzü.

***



Başkarakter C, babadan kalma evlerin kiralarıyla yaşamını idame ettirebilen, dolayısıyla çalışmayan, çalışması da gerekmeyen, ne iş yaptığını soranlara “Aylaklık yapıyorum.” diye cevap veren, 28 yaşında genç ve yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim bir adam. (Yakışıklı olmalı, zira kadınları çok kolay etkileyebiliyor. Bunda zenginliğinin de payı vardır diye düşünebilirsiniz ama ilk görüşte kimin zengin olduğunu, kimin olmadığını anlamak pek kolay değil. C de öyle zengin görünümlü bir tipe benzemiyor. Zaten kitabın yazıldığı dönem itibariyle de masaya son model i-phone, lüks araba anahtarı ve kabarık cüzdan koyma modası da henüz olmadığından zenginliği bir çırpıda anlamak söz konusu olmuyor. O yüzden bu adam yakışıklı, nokta.)

***



“İş avutur’ derdi babası. O böyle bir avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu.” sf. 41


***

Babadan kalma hazır parası olmasa da, bu adam çalışmazdı muhtemelen. Paralı olmayı zaten çok umursamıyor. Evlerin kiralarının yönetimini bir avukata devretmiş. Gündelik ihtiyaçları dışında bir harcaması da yok. “Şımarık zengin piç” değil yani. “Düz aylak”


*

Kendine gerekli/gereksiz meşgaleler ediniyor. Örneğin, sokak adlarını toplayıp bunların üzerine düşünmek gibi. “İki Öksüzler Sokağı”, “Aslan Yatağı Sokak” Niye bu isimler verilmiş bu sokaklara? 


Sıra Serviler Caddesi. Asfalt, üst üste beton yapıların olduğu, “hızlıyürüyeninsanlarsürüsü” olan bu caddede serviler mi varmış yani bir zamanlar? 

Kendisi de isim veriyor hatta sokaklara. “Eli Paketliler Sokağı” gibi mesela. “Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burada”



Ne var ki “İnsan sokak adlarıyla üç günden fazla uğraşamıyordu.” Sf. 40


*

Ancak hayatı öyle boş ve anlamsız sayılmaz.



Hayatını “gerçek aşk”ı bulmaya adamış.



Kendisine “Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…” diyen arkadaşına:



Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı” diye cevap veriyor.



“Tutamak sorunu. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” sf. 149





Etrafta milyonlarca kadın varken, içlerinden bir tanesi herhalde onun aradığı kadındır.



Yoksa dünyada olmayanı mı arıyordu?” sf. 40



Ama,



Şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın?” sf. 17



Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.” Sf. 96





*



Kitap, Baki’nin “Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin” sözüyle başlıyor.



Ardından ilk cümle:



Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.



*



C, kadınlarla tanışıyor, sevgili oluyor. Bu esnada hep B ile tanışma fırsatını kaçırıyor.



B kim? Biz biliyoruz. Tanımıyoruz ama biliyoruz. Tanısak sever miyiz, bilmem. C, B’yi tanısa sever mi? Onu da bilmiyoruz. Ama kitabın verdiği hava, sanki tanısa sevecekmiş gibi.



C, sağa dönseydi B ile tanışacaktı, diğer yöne baksaydı B’yi görecekti… gibi ifadelerle sanki kaçan fırsatlardan bahsediliyor. Dolayısıyla sanırım yazar, B’nin aslında C’nin aradığı kadın olduğunu düşünmemizi ve sonunda karşılaşıp karşılaşmayacaklarını merak etmemizi istiyor. Ya da öyle bir şey istemiyor, tamamen benim uydurmam bu.



Sinemaya gidiyor sık sık. Bizim de arkadaşlarla “Ben (paralı) aylak olsaydım…”lı cümlelerimizde sık sık sinema tercihimiz var. Şimdi iki araya bir dereye sıkıştırıp haftada bir defa sinemaya gidebilirsek kendimizi şanslı hissediyoruz.



İşi gücü olan, hayatın hayhuyu içinde koşturan insanların aklının ucundan dahi geçmeyen şeyleri düşünmek için bolca vakti olan C, sinemada da “sinemadan çıkmış insan” tahlili yapıyor.



Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.(…) Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar.” Sf. 18



Benim, kendimde gözlemlediğim “kişisel gelişim kitabı okumuş insan” sınıflamamı hatırlattı bana. Ne zaman ki, pozitif düşün, inanırsan başarırsın, önemli olan gerçekten istemek, sen gerçekten isteyince evren bu isteğinin gerçek olması için uğraşır... bik bik  temalı kitaplar okusam bir gaz geliyor bana. “Tabi yaa, çok mantıklı, mühim olan istemek ve inanmak, işte bu kadar” diye yaklaşık bir on-on beş dakika hayata umutla bakıyorum. Kitap bitince geçiyor. Belki aralıksız böyle kitaplar okusam… Ay yok çok güleceğim gelir o zaman, zira artık o tarz kitapları “He hü he hü” diye geçiştiriyorum.



*

Kitabın “KIŞ” başlıklı ilk bölümünde Ayşe ve C’yi dönüşümlü okuyoruz. Bir C’yi dinliyoruz yazardan, bir Ayşe’yi okuyoruz Ayşe’nin ağzından.



Ayşe, ressam.



C de Ayşe’nin çalıştığı atölyede modellik yapıyor, resim de alıyor zaman zaman.



İlişkilerinin yoğun hali sonraki bölümlerde anlatılıyor.



İLKYAZ” adlı bölümde Güler diye bir kızla tanışıyor C.



Yolda rastlıyor ona.



Yolda iki kız görüyor. Vedalaşmak üzere olan. Onları izlerken hareketlerini tahmin etmeye çalışıyor. Şimdi tokalaşacaklar, şimdi gülüşecekler, şimdi yanak yanağa öpüşecekler…



Tahminleri tam tutmasa da kızlara doğru ilerliyor. Kızların ikisi de güzel.



Önünde yürüyen kadının yüzünü görmeden, güzel olup olmadığını karşıdan gelen erkeklerin gözlerinden anlardı. Güzelse, onu geçtikten sonra dönüp bir daha bakarlardı.” Sf. 48



C yaklaşırken kızlar da vedalaşma seramonisini bitirmiş, ters istikametlere yürümeye başlıyorlar. Kızlardan biri Yüksekkaldırım, diğeri Tophane yönüne gidiyor. C, hangisinin peşinden gideceğini düşünüyor bir an ve Yüksekkaldırım tarafına gideni seçiyor. Zira “bu şehirde en sevmediği yer Tophane caddesiydi



Az evvel, yazarın aslında B’nin, C için hayatının aşkı olduğunu düşünmemizi istediğini söylemiştim ya. Benim uydurmam falan değildi bu. Zira yazar nal gibi yazmış işte “…Her şey o bir anlık duruşta olup bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti.” Sf. 48



Niye bitecekti hikaye. Çünkü aşıklar kavuşursa hikaye biter. “Prens ve prenses sonsuza kadar mutlu yaşadılar.” Bütün hikaye, prens ve prensesin kavuşup kavuşamayacağı üzerine kurulu. Bu serüveni izler ve okur ancak insan. Sevenler kavuşunca, serüven de bitmiş demektir. Hiçbir masal prens ve prensesin, kavuştuktan sonrasıyla ilgilenmez. Niye ki? O zaman heyecan kalmıyor diye mi? Hayatın bütün heyecanı, ruh eşini bulma arayışında mı?



*



Peşinden gittiği kız ile uzaktan bakışıyorlar bir süre. Kafasında tanışmak için bir takım senaryolar üretiyor ama kız bu senaryolara pek uymuyor.



Neyse ki sonunda gidip tanışıyor.



Aslında çekingen de bir adam değil ama…



Bu bölümde olanları bir yazarın kaleminden C odaklı okuyoruz, bir de Güler’in B’ye yazdığı mektuplardan.



Bu bölümden pek keyif almadım. Zira Güler, çok basit ve sığ bir kız. “Dünyadan çok şey beklemiyorum. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam, biri kız biri oğlan iki çocuk  sf. 69. Hayali bu kızın. Küçük dünyalı şey.



Kızın dünyası küçük olduğu gibi, bir insanın neden böyle sevdiği insan ile üç oda bir mutfak ev ve bir kız bir oğlan iki çocuk istemeyebileceğine aklı ermiyor.



C de tabi hayal kırıcı olarak, gerçekleri kızın suratına indiriyor. “Adam bıkıp kaçsın, çocuklar kuşpalazına tutulsunlar diye mi?” sf. 70



Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.” Sf. 76


*

Güler, C’yi seviyor. C de bunun farkında. “Beni kendince seviyor. Ya dünyadan beklediği? Benim, üç odasını onunla paylaşacak adam olmadığımı düşünecek.” Sf. 77



C, Güler’i seviyor mu? Hayır, hiç sanmıyorum. Güler güzel kız. Onunla sinemada yiyişmek de güzel. Ama sevmek? I-ıh.



Sonunda tabi ki Güler ile yolları ayrılıyor. Bir mekanda otururlarken birkaç serseri Güler’e laf atıyor. C de laf atan adamları dövüyor. Ondan sonra da bir daha görüşmüyorlar.

**



"YAZ" başlıklı üçüncü bölümde tekrar Ayşe geliyor. Bu defa da araya Ayşe’nin günlükleri giriyor. Bir C’nin penceresi, bir Ayşe’nin günlüğü.



Burada C, B ile tanışıyor aslında. Bir arkadaşı tanıştırıyor.



Sami, kızı gösterdi.



-Bu B, dedi. (“Ablam” deseydi belki tanışırlardı. Ondan iki yaş küçük olduğundan mı, yoksa bir erkek çocuk şımarıklığıyla mı, ona abla demez, B derdi. Birbirlerini bilmeden ellerini sıktılar.) Sf. 96



Yani hayatımızın aşkı ile ruh eşimiz ile zaman zaman karşılaşıyoruz, ama bir şey engelliyor işte. Napcan hacı, olmayınca olmuyor. Nasip kısmet.



Tatile çıkıyor C."Naciye’nin küçük evi”nde kalıyor.



Deniz, kum, güneş takılırken Ayşe’yi görüyor.



Ondan sonra da burada beraber takılıyorlar.



Ayşe resim yapıyor. C de aylaklığını sürdürüyor. Yeni teoriler buluyor:



Ku-ya-ra: Kumda yatma rahatlığı

Ve

A-da-ko: Ağaç dalı kompleksi

gibi



“Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.” Sf. 127


 *


Pansiyonda beraber takılıyorlar.



Pansiyonunun diğer sakinleri ile bir şekilde yaşamayı beceriyorlar. C’nin bu insanlarla sorunsuz yaşayabilmesi şaşırtıcı oluyor. Birkaç tartışma hamlesini giriyor ancak sonra Ayşe’nin “Amaaan salla, niye ciddiye alıyorsun” öğütlerini mantıklı bulup tartışmalara müdahil olmamayı becerebilir hale geliyor.



Ama bu enteresan çift, tabiî ki beklendiği şekilde pansiyon ahalisinin gözüne batıyor sonra. Kızlı erkekli, hemi de evli olmadan beraber takılmaca. Uvvvvv. Olacak şey değil.



Bunların çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi.” Sf. 108



Pansiyonda kalanlardan bir ailenin 16 yaşındaki kızı, C’ye aşık oluyor. Bunu sadece Ayşe fark ediyor. C farkında değil. Kızın, aşk için yaptığı, daha doğrusu elindeki imkanlarla yapabildiği, aşık genç kız halleri çok aptalca ve bariz. Ancak tabi sadece aşık ve olgun bir kadının görüp anlayabileceği bir barizlik.



Ayşe akıllı bir kız. Ben sevdim. Akıllı ve nispeten özgür ruhlu olma nüvesi var. Fakat çok da özgür olamaz. Bu ülkede ve o dönemin şartlarına bakarsak, gerçi bu dönemde de çok farklı sayılmaz ama, en fazla bu kadar olunabilir herhalde. Etrafın ne diyeceği endişesi. Endişe boyutunu almasa bile aklıdan bunun geçmesi. Bunlardan kurtulmak kolay mı? Sevişirken rahat olamamak. Aman perde kapalı mı, kapı kilitli mi, kimse görmesin. Öpüşürken aklın perdedeyse nasıl keyif alabilirsin ki hayattan? Zevkin en doruk noktasında yanlış bir şey yaptığın hissiyle baban geliyorsa aklına, yaşadığın nasıl kendi hayatın olabilir ki?  



Ayşe ile C’nin ilişkisi tahminimden uzun sürüyor.



“İki kişilik toplumda sevgiyi dipdiri tutacak çareyi bulduklarını sanıyordu. Evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. Uykuda başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü.” Sf. 114





Pansiyonda C’nin yüzüne bir şey diyemiyorlar, alacakları cevaptan korktukları için. O yüzden arkalarından konuşmak  işlerine geliyor. Ancak bunu duyan Ayşe, oldukça sert fakat bir o kadar da nazik bir vuruşla ağızlarının payını veriyor.



-          Ayşe Hanım, sizin şu mirasyedinin yaman fikirleri var doğrusu.

-          Siz sandığımdan da kurnazmışsınız. 

-          Efendim? 

-          Kurnazmışsınız diyorum. Üstelik anlayışlı! Mirasyedi deyimini onun yüzüne karşı değil, arkasından söyleyecek kadar anlayışlı.

-          Yüzüne söyleyemeyeceğimi mi sanıyorsunuz?

-          Sanmıyorum; biliyorum. Sonra bu güzel yemekleri eksik dişlerle çiğnemek zorunda kalacağınızı siz de bilirsiniz.
Sf. 115


Ovvvvv. Kavgada söylenmez. Çok ince vuruyor Ayşe.



Sonra da tabi barınamıyorlar artık o pansiyonda.

*



Ayşe ile C’nin ilişkisi en olabilitesi olan ilişki gibi gözüküyordu. Hatta C, Ayşe’ye “Seni seviyorum” bile demişti ki bunu söylediği ilk kadın Ayşe idi.



Ama bana kalırsa o kadar da çok sevmiyor olabilir. Şuradan çıkarıyorum bunu. Bir gün Ayşe’nin günlüğünü buluyor. Günlük ki insanın sakınmadan içini döktüğü, gerçek hislerini anlatabildiği, en özel, en samimi şey. Adam kızı gerçekten seviyor olsa, kendisi hakkında ne yazdığını merak eder, okurdu. Tamam belki “Onun özeli sonuçta” deyip, erdemli davranır ve okumazdı. Ama en azından merak ederdi. Hiç meraksız, öylesine birkaç sayfaya göz gezdiriyor sadece. Biz ki kendimizden önce sevdiği adamın günlük burç yorumunu okuyan insanlarız. (Bir ara çok yapardım bunu da, sonra saçmalığını idrak ettim çok şükür.)



**



"GÜZ" başlıklı son bölümde, beklediğimiz oluyor ve Ayşe ile C ayrılıyor.



Bu kadar düzgün gitmesi bile aslında bir şeylerin ters gittiğinin bir göstergesiydi. Zira C ile işler sürekli düzgün gidemez.



Bunca zamanlık birlikteliklerinde Ayşe de bunu anlıyor. C’nin onu bırakacağı günü bekliyor. Sonra da bu bekleyişten sıkılıp kendisi bırakıyor. Şahane bir zamanlamayla yapıyor bunu, çünkü C de tam ayrılık konuşması yapmaya hazırlanıyordu. Bu konuşmayı yapmasına gerek bırakmadığı için Ayşe’ye adeta minnet duyuyor.



*

Tatilini bitiriyor. Eski rutinine dönüyor. Yine seveceği kadını aramaya girişiyor. İçeri girecek ilk kadın, camın önünden geçecek ilk kadın… diye tahminler yürütüyor kendi kendine.



Sonra bir kız görüyor. Kim olduğunu söylemiyor yazar, ama eşek değiliz ya, anlıyoruz. B bu. B olmalı. “Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi gözleri eskiden bir yerde görmüştü.” “Aradığı oydu.”



Kızın peşinden koşuyor.



Tam burada, kitabın son sayfasında, bir maratonda son düzlüğe gelmiş iki atleti izlerkenki heyecan başlıyor. Yetişecek mi?



Kız otobüse biniyor.



C, bir taksi durduruyor, “Öndeki otobüsü takip et” diyecek ama bindiği taksi dolu, içeride yolcu var.



Trafiğin içine ettiği için bir yumruk yiyor C.



Bu yumruğa karşılık veriyor.



Kavga dövüş kalabalık.



Polis geliyor.



C’yi suçluyor herkes.



Polis de C’ye soruyor:



-          Ne oldu? Anlat.

-          Otobüse yetişecektim…



Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı. Sf.155



Böylece bitiyor.

Bu kitapta kavuşamadılar. Ama belki başka bir evrende…



Olmayınca olmuyor işte mübarek.






***

Altını çizdiğim satırlar. 

Kıyamadım kitapta kalmalarına. Buraya da aktarmak istedim. 

Hep asık yüzlü oluruz, ya da sırıtkan” sf. 13



Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır. Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp,kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.” Sf. 13



Hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor.” Sf. 15



Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.” Sf. 18



Kişioğlu böyleydi. Kimi dilenmek, kimi sadaka vermek zorundaydı.” Sf. 43



Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği bir yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir.” Sf. 47



Büyük şehir gıcırtısı” sf. 51



Sabahları geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece yatarken, ‘Yarın erken kalkmak gerek’ diye düşünüp ertesi sabah istediği vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine bakıp öyle şaştı.” Sf. 59



Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor.” Sf. 61



- İkinci konuşmamda ‘sen’ diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam



- Galiba sizi anlıyorum.



- Siz’ anlanamaz, ‘sen’ anlanır. Bazı kitaplarda ‘sizi seviyorum’u okuyunca gülerim. Sanki ‘siz’ sevilirmiş! ‘Sen’ sevilir, değil mi?



Sf. 61



Hep tetikte olacaktı. Yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine geliyordu.” Sf. 62



Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.” Sf. 69



Birlikte gülündü mü insan rahatlıyordu.” Sf. 71



Seni seviyorum ben…Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?” sf. 72



İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var.” 
Sf. 78



Aralarındaki suskunluk uzadıkça, bir şeyler bulup söylemek gereğinin verdiği tedirginliği duymazdı.” Sf. 79



İnsan soyunu kurutmak mı istiyorsunuz, erkekteki bu sürtünem duygusunu alın, yeter!” sf. 80



Asfaltla kusmak, işte yirminci yüzyıl. Katı katı naylon, neonların yapma gündüzü.” Sf. 83



“Hep para verip rahatlayacaksın! Ne yapayım ya? İnsanların en kolay anladıkları onun dili değil mi?” sf. 98



İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içerlini karartmak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. Ya ötekiler? Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin şu yaşlı adam! Yoksa FATİH’TE İKİ EV YANDI başlığını görüp, ‘İyi. Benim orada evim yok,’ diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ. ‘İyi etmiş. Kim bilir ne namussuzdu.’ ÇİN’DE İSYAN. ‘Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!..” sf. 98



Yarına çabuk varmanın en kısa yolu uyumaktı.” Sf. 102



Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.” Sf. 105



İnsan, günlerin biteviye geçişinden yakınmadıkça mutlu sayılırdı.” Sf. 109



Açık korku kişiye adam öldürtür, gizlisi uslu uslu oturtur.” Sf. 116



İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları ‘kişi’yi anlatırlar.” Sf. 124



Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.” Sf. 142



-          Sami son günlerde üzgün. Ablasına sinir buhranları geliyor.

-          Evlensin, kurtulur.

-          Üniversitede okuyor.

-          İyi ya, bıraksın okumayı falan, evlensin. Kızlarda sinir buhranları başladı mı evlendirmeli. Evli kadında başlarsa boşandırmalı. Birebirdir.

-          Hani sen genellemelerden iğrenirsin?

-          Genelleme değil ki bu. ‘Daraltma’ bile denebilir.

Sf. 148



“İki çeşit içen vardır. Biri benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.” Sf. 148








25 Mart 2015 Çarşamba

KARLAR ÜLKESİ





 KARLAR ÜLKESİ

(YUKIGUNI)

Yasunari Kavabata



1947



Türkçesi: Nihal Yeğinobalı



Cem Yayınevi – 1990



144 sayfa

“Tren uzun bir tünelden çıkıp karlar ülkesine girdi. Gece göğünün altında her yer bembeyaz uzanıyordu. Tren bir işaret noktasında durdu.”

*

Ben şimdi burada çıkıp da kimsenin yoz kültürüne hakaret edecek temizlikte değilim. Bizim de ülke olarak leş geleneklerimiz var çok şükür. Batının ahlaksızlığını aldığımız gibi doğununkini de alırız. Ahlaksızlıkta dünya markası olmamızın önüne kimse geçemez.


Kastettiğim şey, geyşalık müessesesi. “Bir Geyşanın Anıları” kitabı var. Okumadım. Bu okuduğum ise belki ona bir başlangıç sayılabilir. “Yeni Başlayanlar İçin Geyşalık”


Şimamura, Tokyolu bir zengin. Aylak bir adam. Yazar geçiniyor hesapta ama edebiyatla falan çok ilgilendiğinden değil. Hasbelkader Batı dansıyla ilgilenmiş, ona ilişkin araştırmalar yapıp yazılar yazarak kendisine yazarlıkta bir yer edinmiş.

Karısını ve çocuklarını Tokyo’da bırakıp Karlar Ülkesi’ne geliyor zaman zaman. Kafa dinlemek, kaplıcalarda dinlenmek için.

Burada kaldığı otelde bir geyşa rica ediyor.

“Pardon bir geyşa alabilir miyim?”

“Tabi neli olsun?”

“Şöyle genç. Bol köpüklü, kremalı.”

Ancak o dönem, festival mi varmış, toplantı mı varmış, geyşa yokmuş ona verecek.

Tam geyşa olmasa da bir kız gönderiyorlar bu adama. Adı Komako. Daha geyşa değil ama amatör.

Adam, bu kıza arkadaşvari duygular besliyor ilkin. Sohbet muhabbet, seviyeli bir ilişki oluyor başta.

Sonra adam şehre geri dönüyor.

Karlar Ülkesi’ne tekrar geldiğinde Komako’yu artık geyşa olmuş olarak buluyor.

Geyşalık okuluna gitmiş Komako. Öğrenmiş. Ekmeğini kazanıyor bu işten. Toplantılara gidiyor sık sık. Toplantı diye geçiyor kitapta bunlar. Ne toplantısı anlamadım, bayi toplantısı gibi bir şey herhalde. İş adamlarının geldiği.

Kız, bu toplantıların, yoğun işlerinin arasında illa ki Şimamura’ya da uğruyor. Beş dakika bile olsa onu görüyor muhakkak.

Şimamura da hiç demiyor ki “Kurtaracağım seni bu hayattan.”

Şimamura, kitabın ilk sayfalarında Karlar Ülkesi’ne gelen trendeyken bir kız ve bir oğlan görüyor trende. Oğlan hasta. Kız ona şefkatle bakıyor.

Bu hasta oğlan, Karlar Ülkesi’nde “müzik öğretmeni” diye bahsedilen kadının oğlu.

Müzik öğretmeni, Komako’nun ev sahibi.

Müzik öğretmeninin oğlu ile Komako’nun nişanlı olduğu söylentisi var. Doğrulanmıyor bu ama var.

Trende müzik öğretmeninin oğluna şefkatle bakan kız Yoko. O da mini geyşa şimdilik. Büyüyünce geyşa olacak.

Şimamura, Yoko’yu görünce ona da bir hallenir gibi oluyor ama ileri gitmiyorlar. En fazla flörtöz bir konuşmaları oluyor.

Yoko, Komako’yu pek sevmiyor. Komako da Yoko’ya bayılmıyor zaten.

Kitabın sonunda;

Sonunu söylüyorum, bilmek istemeyen gitsin,

Şimamura ve Komako, yanan bir bina görüyorlar. Etrafta kalabalık toplanmış. Onlar da gidiyor.

Alevlerin içinden bir kadın bedeni fırlıyor.

Bir bakıyorlar, Yoko.

Şimamura kucaklıyor bedeni, götürüyor.

Nereye götürüyor, Yoko ölü mü, yaralı mı, belli değil.

*

“Şimamura, Komako’nun ‘Çekilin! Lütfen çekilin!’ diye bağırdığını duydu. ‘Bu kız delidir! Deli!’

Şimamura bu yarı çıldırmış sese doğru atılmaya çalıştıysa da Yoko’yu almaya giden adamlar onu yana ittiler. Şimamura ayağı takılıp sendeleyince başı arkaya doğru düştü ve Samanyolu, gürül gürül içine aktı.” sf. 144

*

Kitapta geyşalık, sanki oturup iki çift lafın belini kırmalık bir arkadaşmışlıkmış gibi naif anlatılmış.

Bunun bir benzeri Sabahattin Ali’nin öykülerindeki oturak alemlerinde var. Buraya çağrılan kadınlar da alt tarafı cilveli cilveli dans eden, en fazla kucağa oturan kadınlar gibi anlatılıyor. Daha fazlası olmuyormuş gibi. Sanırım yazarlar bu kısımları anlatmayıp okuyucunun hayal dünyasına bırakıyorlar. Ya da “O kadarını da ben anlatmayayım artık, eşek değilsin anlarsın bundan sonra ne oılduğunu” demek istiyorlar.

Uzakdoğunun özellikle Japon diyarının sanatı beni pek içine alamıyor sanırım.

Geçenlerde izlediğim “Prenses Kaguya Masalı”nı da pek beğenmemiştim. Ki o film oskara aday olmuş bir animasyon.

Çok sıkmasa da pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim bu kitabın yazarı da Nobel ödüllü.

Adamların oskarlık filmlerine, Nobellik kitaplarına burun kıvırıyorum. Böyle de anlamıyorum sanattan, edebiyattan.

15 Mart 2015 Pazar

KÖR BAYKUŞ




KÖR BAYKUŞ

(BUF-İ KUR)

1936

Sadık Hidayet

Farsça Aslından Çeviren: Behçet Necatigil

Yapı Kredi Yayınları - 12. Baskı - Ağustos 2014

95 sayfa


Okuduğum ilk Sadık Hidayet eseri. Öyle beğendim ki yazarın diğer kitaplarını da bir an önce okumak istiyorum. Bütün kitaplarını okuyacağım yazarlar listesine kendisini de ekledim.

Kör Baykuş'ta, enteresan bir adamla tanışıyoruz.

Bu adam bütün hayatını yazmaya, yazarak rahatlamaya çalışıyor.

Anne babasından başlıyor. Onları görmemiş.

Duyduğu hikayeye göre annesi dansözmüş. Ticaretle uğraşan babası, bu dansöz kadına görür görmez aşık olmuş. 

Babasının bir de ikizi varmış. Sadece görünüş olarak değil, karakter olarak da birbirlerini andırıyorlarmış.

Bu kardeş de kadına aşıkmış.

Kardeşine benzerliğini kullanarak kandırmış kadını.

Kadın, bu ikisi arasında bir seçim yapabilmek adına bir yılan testi yapmış. İki adamı bir yılanla beraber bir odaya sokmuş. Dışarıya sağ çıkanla beraber olacakmış.

Romanın kahramanı olan adam, yılanlı odadan sağ çıkanın gerçek babası mı yoksa amcası mı olduğunu hiçbir zaman öğrenememiş. Bunu o zaman da kimse anlamamış.

Adamımıza küçüklüğünden itibaren halası bakmış. Halasını annesi sanmış. 

Halasının kızını da kendisini de aynı süt anne emzirmiş.

Sırf annesi gibi sevdiği halasına benziyor diye süt kardeşi (hala kızı) ile evlenmiş.

Gerçi bu evlilik biraz tuzak gibi olmuş ona. Adeta bir katakulliye getirilip evlenmiş.

Adam, karısını hep "kahpe" diye anıyor. Kadının başka aşıkları var. Kocasına hiç yüz vermiyor. Hesapta evliler ama daha bir kere adam, kadına dokunmuş değil.

Bu durum adamı hasta ediyor. O kadar derin hasta oluyor ki ölümü düşünüyor.

Bu süreçte sık sık hayal de görüyor. Bir kız var hayallerinde. Kendi resimlerinde çizdiği, ihtiyar mezarcının kendisine verdiği testinin deseninde de gördüğü bir kız.

Delirdiğini düşünüyor.

*

Kitabın sonundaki Sadık Hidayet Biyografyası'nda romanla ilgili olarak şu yorum var:

"Kör Baykuş'un eylemi, olayları zaman ve mekan dışında kalır. Olayları bölüşenler tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kimselerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. Baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın kahramanı aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız, bayader ile kahramanın karısı kahpe de öyle...." (sf. 91)