27 Haziran 2015 Cumartesi

SİNEKLERİN TANRISI



SİNEKLERİN TANRISI

( Lord Of The Flies)

William Golding

1954

İngilizce Aslından Çeviren: Mina Urgan

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

28. Basım - Ocak 2015

261 sayfa


Bir uçak saldırısı sonucu ıssız bir adaya düşen, yaşları 6 ile 12 arasında değişen çocukların yaşam ve iktidar mücadelesi anlatılıyor.

Bu yaşta çocuklar nereden bilir iktidar mücadelesini? Bu uğurda insan öldürmeyi göze almayı?  Asıl mesele bu. 

Yetişkinlere yakıştırılabilecek bu çabayı çocuklarda da görmek insanı düşündürüyor. Çocuklar melektir, algısını sarsıyor. O zaman kötülük, doğuştan gelen bir dürtü. Mü acaba?

*
---spoiler---

Kitapta önce Ralph', ve Domuzcuk'u tanıyoruz.

Domuzcuk'un adını hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Yavrucak o kadar "Bana Domuzcuk demesinler" diye uğraşıyor, gene de bu şekilde anılıyor.

Diğer tarafta Jack var. Kötülüğün simgesi bu çocuk. 

Çocuklar, Ralph'ı şef olarak seçiyorlar.

Ralph, adadan kurtulmak için civardan geçen gemilerin görebileceği bir ateş yakılmasını istiyor. Ateşi Domuzcuk'un gözlüğü ile yakıyorlar. Gözlük camını güneşe tutup tutuşturuyorlar dalları. Ateşten sorumlu Jack oluyor.

Jack, aynı zamanda avcı. Domuz avlıyor. Bir gün bir av sırasında ateşi ihmal ediyor. Ralph de Jack'e bu yüzden çok yükleniyor. 

Çocuklar arasında adada canavar olup olmadığı tartışması başlıyor. Tepeye düşen ölü paraşütçüyü canavar sanıyorlar çünkü.

Onun yakınına gidip canavar olmadığını gören Simon, bunu diğer çocuklara anlatmaya gidiyor. Ancak o esnada çocuklar bir çeşit avcılık dansı yaptıkları ve kendilerini buna fazlasıyla kaptırdıkları için Simon'u canavar zannediyorlar ve hunharca öldürüyorlar.

Ralph, bu vahşiliğe dayanamıyor. Aralarındaki iktidar mücadelesinde Jack baskın çıkıyor.

Ralp sadece Domuzcuk ve ikizlerle kalıyor. 

Jack, etrafına topladığı çocuklarla vahşi bir kabile gibi davranıyor. Ralph'i ve arkadaşlarını dövüyor. İkizleri kaçırıyor. Domuzcuk'u öldürüyor. Ralph'i de yakalasa öldürecek. Halbuki İngilizsiniz siz. İngiliz çocuklara yakışacak davranışlar mı bunlar cık cık cık.

Tam o esnada nihayet bir kurtarıcı geliyor. Dumanı görüp gelen bir gemiden çıkan subay, çocukları topluyor etrafına. "Siz ne biçim İngilizsiniz" diye bir fırçalıyor önce bunları. Başta her şey düzgündü, sonra bozuldu, diye ağlıyor Ralph'cik. 

*
---spoiler---

Kitabın adına dair, sondaki sonsözde Mina Urgan şu açıklamayı yapıyor:

"Kitaba adını veren Sineklerin Tanrısı, bu hastalığı, yani insanların içindeki kötülüğü simgeler. Sineklerin Tanrısı, üstüne sineklerin konduğu bir domuz başıdır: Jack, ilkel bir insanın inancıyla karanlık güçleri yatıştırmak, kendini ve kabilesini canavardan koruyabilmek amacıyla, öldürdüğü bir domuzun başını kesip iki ucu sivriltilmiş bir kazığa geçirmiş, kazığı bir put dikercesine toprağa çakarak, bu kokuşmuş domuz başını canavara sunmuştur. İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap'taki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için de Golding kitabına bu adı vermiştir. " sf. 257

Bu arada Mina Urgan'ın son söz olarak yazdığı kısım, romanın şahane bir özeti. Kitabın ortasında ben bu son sözü okudum, kitabı okumanın anlamı biraz azaldı bu yüzden, siz bunu yapmaktan sakının, gerçekten son olarak okuyun.

Kitabın adıyla ilgili aklıma takılan bir şey var. Orijinal adı: "Lord of The Flies" Bu "Sineklerin Tanrısı" diye çevriliyorsa, "Lord of The Rings" niye "Yüzüklerin Tanrısı" değil de "Yüzüklerin Efendisi" diye çevrildi?



BEN BURADAYIM



BEN BURADAYIM

Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası

Yıldız Ecevit

2005

İletişim Yayınları - 6. Baskı - 2014

572 sayfa


Enfes, harikulade bir Oğuz Atay incelemesi.

Önce Oğuz Atay'ın bütün kitaplarını okuyorsunuz, sonra cila olarak bunu okuyorsunuz.

Oğuz Atay,  "Demiryolu Hikayecileri" öyküsünde  "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diye sordurur ana kararktere. Yıldız Ecevit de bu soruya yanıt olarak "Ben Buradayım" der ve onu anlatmaya başlar. 

Yazar, sıradan bir biyografi yazmamış. Oğuz Atay'ın kitaplarını en ince ayrıntısına kadar inceleyip o kitaplardaki Oğuz Atay'ı anlatmış. Selim Işık'taki (Tutunamayanlar) Hikmet Benol'daki (Tehlikeli Oyunlar) Coşkun Ermiş'teki (Oyunlarla Yaşayanlar) Oğuz Atay'ı bulmuş.

Bunun bir sebebi biyografi yazmak için gerekli ve yeterli belge bulma zorluğu olmuş. 

"Demokrasi geleneğinin hiçbir zaman tümüyle yerleşmediği bu toplumdaki belge eksikliğinin en önemli nedenlerinden birinin - Oğuz Atay'ın deyişiyle- kapalı sistem yaratıkları'nın ardında iz bırakma korkusu olduğunu söyleyebiliriz." sf.11

Yazar, Oğuz Atay biyografisi yazmak istiyor. Belge yok doğru dürüst. Oğuz Atay'ın yakınlarıyla konuşmaya çalışıyor, üstünkörü cevaplar alıyor, kimisinden o kadar bile cevap alamıyor. Oğuz Atay'ın 1970'lerde radyo ve televizyonda yaptığı konuşmalara ulaşmaya çalışıyor, 'gereksiz görülenler arşivden ayıklandı' yanıtıyla karşılaşıyor. O da eyterehh deyip Oğuz Atay'ın kitaplarına, onun kurmaca dünyasına dalıyor.

"Beni Oğuz Atay'ın dünyasının en saklı köşelerine değin götürebilecek olan o tek yola, ne onunla yaşamı paylaşmış insanların kılavuzluğunda ulaşabilirdim ne de kendisinin günlüğünde yazdıkları aracılığıyla: O yol Atay'ın kırmaca dünyasının sayfaları arasından geçiyordu: Kurmaca dünya, benim önümdeki bu biyografik çalışmanın en güvenilir tanığıydı.  Atay yalnızca iç dünyasının gizlerini değil, reel yaşamını biçimlendiren somut etmenleri/kişileri/olayları tüm ayrıntısıyla kurmaca yapıtlarının satırları arasına dokumuştu. Onun metinleri, otobiyografinin kurmacaya dönüşmesinin en yetkin örnekleri arasındaydı." sf. 15

Oğuz Atay, kitaplarında aslında kendisini ve çevresini anlatıyormuş. Yıldız Ecevit de Oğuz Atay'ın çevresinden duyduğu anı parçacıklarıyla kitaplarında anlattıklarını bağdaştırmış, müthiş bir eser ortaya çıkarmış.


EYLEMBİLİM




EYLEMBİLİM

Oğuz Atay

İletişim Yayınları- 16. Baskı - 2014

118 sayfa


Profesör Server Gözbudak, üniversitedeki öğrenci eylemleriyle ilgili radikal bir fikir ortaya atar.

Öğrenciler, eylemlerde ölen arkadaşlarının üniversite bahçesine gömülmesini ister. Üniversite yönetimi bunun lisan-ı münasiple mümkün olmayacağını söylerken, Server Hoca, "Bir dilekçe verin, görüşelim" der. Öğrencilerin gözünde kahramana dönüşen Server Hoca, yönetimin bütün öfkesini çeker.

"Tek yol devrimdi, hayır İslam'dı, hayır milliyetçilikti. Kopya formüllerinde büyük bir uyum içinde sıraların üstünü süsleyen öğrenciler ülkenin kurtuluşuna çıkan yollar bakımından derin anlaşmazlıklar içindeydiler." sf. 33

Üniversite işgalleri, silahlı çatışmalar, polis müdahalesi, öğrencilerin ve hocaların tutuklanması... 

Üniversite olayları denince akla gelen her şey yaşanır bu kısa romanda. 

Üniversite olaylarının zamanına baktığımızda 12 Mart döneminde geçtiği anlaşılır. 

Oğuz Atay da üniversitede hocalık yapmış biri. Kürsü çatışmaları, öğrenci kavgaları görmüş. 

Bu romanda sadece öğrenci olaylarını değil, akademik dünyadaki profesör çatışmalarına da değiniyor.

Zannederim, bunu "Bir Bilimadamının Romanı"nda yapmak istemiş, ama o kitabı yazarken üzerindeki baskı nedeniyle yapamamış, şimdi bu eleştirileri bu kitapta yapmaya hazırlanmış. Ancak ne yazık ki Oğuz Atay'ın ölümü nedeniyle bu roman yarım kalmış. 

Oğuz Atay, kitapları hakkında epey notlar aldığı Günlük'ünde bu romanın sonunu şöyle bitirmeyi düşünmüş:

"Karşılıklı silahların çekildiği bir çatışmada, iki tarafın da adamı olmadığı halde öldürülüyor. Ertesi gün iki taraf da basın organlarında ve törenden önce ona sahip çıkıyor." Günlük - sf. 266

Yani diğer romanlardaki gibi bu romanında da ana karakterin sonu ölüm oluyor. 

Oğuz Atay'ı incelediği "Ben Buradayım" adlı kitabında Yıldız Ecevit, "Atay, son yılları kanlı olaylarla bütünleşen Akademi yaşantısını da 'Eylembilim' adını verdiği anlatıda kurmaca düzleme taşır."diyor.

Kitabın basım süreci de maceralı olmuş. Eylembilim'in önce 40 sayfası bulunmuş. Bu şekliyle ilk olarak Günlük kitabının sonuna eklenmiş "Günlük ve Eylembilim" olarak yayınlanmış. On bir yıl sonra, Oğuz Atay'ın kızına, gönderenin isminin bulunmadığı bir paket gelmiş, içinden romanın geri kalan sayfaları çıkmış. Bunun ardından Eylembilim, 1998 yılında ayrı bir kitap olarak basılmış.

GÜNLÜK




GÜNLÜK

Oğuz Atay

1. Baskı 1987

İletişim Yayınları- 19. Baskı 2014

287 sayfa


Oğuzcuğum Atay, kendisini dinleyen ya da istediği gibi dinleyen biri kalmadığını düşünüp günlük yazmaya başlamış. Acımış kendisine bu yüzden.

"Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. 'Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu' dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

Böyle başlıyor 25 Nisan 1970 tarihli günlüğün ilk sayfası.

Kitabın sağ sayfası Oğuz Atay'ın kendi el yazısı ile basılmış. Sonunda bir albüm var. Kendisinin, ailesinin fotoğrafları.

Yazacağı kitaplarla ilgili notlar aktarmış bol bol. Kitapların gidişatı ve karakterle ilgili. 

Oğuz Atay kitaplarının ardından son olarak bunu okuyunca, sanki o kitapların arka planını okumuş gibi oluyorsunuz. O kitapların doğuş hikayesine tanık oluyorsunuz. 

Bir de Oğuz Atay'ın kendi iç hesaplaşmasına:

"Belki bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim; ben de 
son zamanlarda buna gittikçe daha fazla inanıyorum." sf 278

Günlük 29 Ocak 1977'de son buluyor. Oğuz Atay artık hasta ve hastalığından, hastaneden bahsediyor. 13 Aralık 1977'de de ölüyor.

KORKUYU BEKLERKEN



KORKUYU BEKLERKEN

Oğuz Atay

1973

İletişim Yayınları - 38. Baskı - 2014

196 sayfa



Oğuz Atay'ın hikayelerinden oluşuyor kitap. Bu hikayeler:

Beyaz Mantolu Adam

Unutulan

Korkuyu Beklerken

Bir Mektup

Ne Evet Ne Hayır

Tahta At

Babama Mektup

Demiryolu Hikayecileri - Bir Rüya



BEYAZ MANTOLU ADAM

Acayip bir dilenci hikayesi.

Bir gün bu sefil adam, bir esnafın kendisini kandırmacası neticesi beyaz bir kadın montunu çok beğeniyor. Bir şekilde bu montu alıyor ve onunla dolanıyor ortalarda. Tuhaf kılıklı bu adam herkesin ilgisini çekiyor tabi. Fakat kimse bu adamın ilgisini çekemiyor. Kendisini çektikleri her yere uslu bir çocuk gibi sessizce gidiyor. Sorulan sorulara cevap vermeyişi hakkında çeşitli senaryolar üretilmesine sebep oluyor.

(Bu noktada kitap bana Jerzy Kosinski'nin "Bir Yerde" kitabını anımsattı. Orada da adamın sessizliğine çok büyük destanlar yazılmış, aslında hiç de öyle olmadığı halde adamın çok zeki biri olduğu yanılgısı doğmuştu. Sessiz kalmasının yarattığı gizem, insanlarda merağın yanısıra tuhaf bir saygı uyandırıyor.)

Yolda başıboş dolaşan sokak hayvanları gibi tamamen içgüdüleriyle hareket ettiğini düşündüğüm bu adam, en sonunda bir halk plajına gidiyor. Üzerindeki tuhaf kılıkla denize giriyor, açılıyor, açılıyor ve gözden kayboluyor.

*

Oğuz Atay, bu öyküsünü filme çekmeyi düşünmüş ve hatta çekmiş de. Mansur Gündüz ile girişmişler bu işe. Amatörce bir iş olmuş tabi yaptıkları. 


UNUTULAN

Tavan arasında unutulan sevgili.

Güzel bir metafor.

Kadın, tavan arasında bir şey arıyor. Orada tesadüfen eski sevgilisini buluyor. O da artık işi bittiği fakat buna rağmen atılamayan eşyalar gibi orada, artık kullanılamaz bir şekilde, tozlu, paslı, küflü duruyor. 

*

Bu kitapla ilgili Yıldız Ecevit, "Ben Buradayım" kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar arasındaki duygusal kopukluğu, iletişimsizliği; ölü mü canlı mı olduğu kuşkulu kılınan, ara evrende sıkışmış kalmış bir bedende somutlaştırır Atay; duyguyu görsel bir nesneye çevirir; dile getirilemeyen soyut içeriği, resim sanatının anlatım olanaklarını kullanarak somutlaştırır: ondan bir imge oluşturur.


KORKUYU BEKLERKEN

Adam evde kimden geldiği belli olmayan imzasız bir mektup buluyor. Mektup bilnmeyen bir dille yazılmış. Dillerle uğraşan öğretim görevlisi bir arkadaşına gösteriyor mektubu. Arkadaşı mektubu çözüyor. Gizli bir mezhepten gelen mektup, adamı evden çıkmaması konusunda ihtar ediyor.

Aslında ciddiye alınmaması gereken bu mektup, adamı gerçekten korkutuyor. Ciddiye almaması gerektiğini o da biliyor. Zaten kendisine de itiraf etmiyor bunu. Ben o mektup yüzünden değil, kendim için işi bıraktım, dinleneyeim, düşüneyim, eşyalarımı düzenleyeyim diye, diyor. He canım biz de yedik.

Düpedüz korkuyor ve korkusundan dışarı çıkamıyor. Ama bunu kabul etmeyerek evde uğraşacak işler çıkarıyor kendisine. 

Kendi iradesiyle evden çıkabilmesi imkansız hale gelince doktor çağırıyor. Belki kendisine deli teşhisi konar da en azından evden çıkarılıp akıl hastanesine götürülür diye. Fakat bu da olmuyor.

Evi yakmayı düşünüyor. Ama buna gerek kalmıyor, evi yıkılıyor.

Evlenmeye karar veriyor. Kız buluyorlar. 

Kızla takılırken başkalarının  kendisine güldüğünü düşünüyor. İntikam almak için onlara tehdit mektupları yazıyor. Belki böylece onlar da evden çıkmazlar ve gülmezler.

Fakat bu mektupları ciddiye alınmıyor.

En sonunda polise gidip kendisini ihbar ediyor. Belirli kişilere tehdit mektupları yazdığını itiraf ediyor. Tehdit olarak, kendisine yazılmış, bilinmeyen dildeki mektupta yazılanları kullanmış. Dolayısıyla polisler de bir şey anlamıyor.

*

Kitaptaki yalnızlık vurgusu, aşağıda yazdığım altını çizdiğim satırlarda buram buram hissediliyor. 

Yalnızlık deyince "Anayurt Oteli"dir ilk aklıma gelen. Yeryüzünün en büyük yalnızı Zebercet ile yarışır bir yalnızlık bu hikayedeki adamınki de.

"Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor." sf. 37

"Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır." sf. 41

"İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz." sf.42

"Ne zaman vaktin var? dedi. Her zaman. Ona bu sözü söylemedim tabii. Her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz." sf. 43

"Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim." sf. 78

"Yalnızlığımın yalnız bana zararı dokundu. (İşte, bir cümlede iki kere 'yalnız' kelimesi kullandım.) sf. 79

"Para kazanamayacağımı, insanları sevemeyeceğimi anlayınca uzaklara gittim, kimse beni bulamasın diye. Onlar da beni ciddiye aldılar, gelmediler." sf.83

"Neden bir şeyi elde etmenin anlamı kalmayıncaya kadar, onu vermemekte inat ediyorsunuz?" sf. 95



BİR MEKTUP

Oldukça uzun, esas meseleye girmeden önce de bir sürü zırvalayan bir adamın, patronuna yazdığı bir mektup.

*

"Bir hiç üzerine yazılmış bir öyküdür bu; ne dişe dokunur bir konusu vardır, ne de önceki kafkaesk öykülerinde olduğu gibi güçlü/etkileyici/sarsıcı bir odak imge resimlenmiştir burada. Bir küçük adamın dünyasını anlatır Atay bu öyküde; onun yalnızlığını, dış dünyayla ilişki kurarken yaşadığı paranoid ayrıntıları, nevrotik bir iç dünyayı sergiler."  Yıldız Ecevit - Ben Buradayım


NE EVET NE HAYIR

Gazetenin Güzin Abla köşesini yazan bir gazeteci, kendisine gelen bir mektubu paylaşmış.

Mektup, varoşlardan bir delikanlının gönül macerasına dair.  Fakat delikanlının dili, üslubu ve imlası rezil. Dangıl dungul yazılmış, dağınık cümlelerle dolu bir mektup. Hikayesi de pek çekici değil aslında. 

Delikanlı, kızla ilişkisini anlatıp en sonunda "Bu kız beni seviyor mu sizce?" diye soruyor.

Gazeteci, bu soruya kesin bir dille hayır demek istiyor ama tabi gazetedekiler buna izin vermiyor. O da mektubu ve cevabını burada paylaşıyor.


TAHTA AT

Turistik bir bölgeye daha çok turist çekebilmek için tahta bir at inşa edilmek isteniyor.

Buradan anlıyoruz ki bahsedilen Truva atı ve yer de Çanakkale.

Bu tahta at projesine şehrin ileri gelenlerinden birinin oğlu olan Tuğrul Tuzcular, epey karşı çıkıyor. 

Estetik açıdan beğenmiyor. Batı özentisi buluyor. Genel olarak şehri güzelleştirici şeyler yapılmasını elbette destekliyor fakat bu şekilde yapılmasını ucube olarak değerlendiriyor. 

"Bir kasaba meydanında meydanı meydan yapan başlıca dört unsur vardır: bunlar sırasıyla heykel, hükümet konağı, çiçek tarhları ve kırmızı balıklı havuzdur." sf. 154

İlgili yerlere dilekçeler yazıyor. 

"Belediye başkanının resmi hayatı artık ikiye ayrılıyor: dilekçemden önce ve dilekçemden sonra." sf. 156

Babasına duydukları hürmet nedeniyle pek kızamıyorlar Tuğrul'a. Sadece delirdiğini düşünüyorlar. Delilere davranılan bir yumuşaklıkla davranıyorlar.

Aslında mesele tahta at değil, sen daha anlamadın mı?

"Ey halk! Siz böyle at gibi uysal kaldıkça, dünya davalarına at gibi baktıkça benim varlığım da gökyüzüne doğru yükselir de yükselir. Bu atın manası buymuş. Sizin atınızın temsili nedir? Sizin atınız hangi akla hizmettir? Bu başımıza gelen kaçıncı rezalettir? Yakın tarihimizi ve kültürümüzü ve edebiyatımızı ve sanatımızı ve imalatımızı ve siyasetimizi kemiren bu Tahta At zihniyeti, bu elem verici zavallı görünüşüyle bizi daha ne kadar tahta nalları altında inletecektir? Gövdesinde barındırdığı yarım yamalak sahte savaşçılarıyla bizi daha ne kadar tehdit edecektir? Hiç utanmak yok mudur?" sf. 163

Öyle veya böyle Tahta At inşa edilir. Açılışı yapılır. 

Tam burada enfes bir sonla biter hikaye. Tam sonunu yazıyorum. Dikkat. 

---spoiler---

Açılış sırasında tahta atın içinden sürpriz bir şekilde Tuğrul Bey çıkar. Silahını Tahta At'ın yapımından sorumlu olanlara doğrultur. 

---spoiler---


BABAMA MEKTUP

Babasının ölümü ardından onunla hesaplaşmaya girişen oğlunun mektubu.

Kötü huylarını babasından aldığını düşünüyor ve bu yüzden ona kızıyor.

"Sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım." sf. 171

Onu eleştiriyor. 

Varoluş sancısı çekiyor. "Eşya ile münasebetini tayin" ve "kainattaki yerini tespit" etmeye çalışıyor.

Babasının bunları anlamayacağını düşünüyor. "Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım?(...) Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle 'varoluşçu bir bunalımı' yan yana düşünemiyorum." sf. 181

Sonunda babasına hak verdiği hususları da itiraf ediyor. Hürmetle ellerinden öperek sonlandırıyor mektubu.

*

"Atay'ın yaşamı boyunca anlaşamadığı babasıyla hesaplaşmasını içeren bu metin, aynı zamanda onun babasıyla uzlaşmaya varışını da anlatır."  Yıldız Ecevit - Ben Buradayım


DEMİRYOLU HİKAYECİLERİ - BİR RÜYA

Bir tren istasyonunda hikaye satan iki adam ve bir kadın var. 

Hikaye satmak, sucuk ekmek, ayran satmak kadar kolay ve kazançlı olmadığı için işleri zor.

Onlara istasyonda birer kulübe tahsis edilmiş. Bekçi ara sıra canlarını sıksa da yaşayıp gidiyorlar.
Fakat adamlardan biri ve kadın ölüyor. 

Geriye kalan adam da artık oralarda duramıyor, çünkü artık o tren istasyonu, eskisi gibi kullanılmıyor. 

Adam da vuruyor kendini bilinmezlere.

Tek yapabildiği hikaye yazmak, fakat onun da alıcısı yok.

Sesleniyor boşluğa:

"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" sf. 196

*

"Öykünün esin kaynağı, gerçekten de Atay'ın gördüğü bir rüyadır. (...) Dünya edebiyatında sanatçı sorunsalını odak alan en güzel metinlerden biridir." Yıldız Ecevit - Ben Buradayım (Yıldız Ecevit, Oğuz Atay'ın bu hikayedeki 'Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin?' sorusuna cevap olarak 'Ben Buradayım' kitabını yazmış. Ve enfes yazmış)